Bununla birlikte en geride olanın öne çıkabilmesi en çaresiz şartların oluşmasına bağlıdır, biliyoruz. Şartlar ayrı, öne çıkmayı istiyor muyuz veya isteyecek miyiz, işte şimdi asıl sorun bu.

Sosyalist Güç Birliği’nin tarz-ı siyaseti

Geçen yüzyılın başında, Osmanlı mülkü çökerken, o çöküntüde üç tarz-ı siyaset, üç siyaset tarzı ortaya çıkmıştı. İlki Osmanlıcılık, ikincisi İslamcılıktır. En önemsizi ve üçüncüsü Türkçülüktür. Bunlardan her biri, görünüşe göre, ayrı bir kurtuluş yolu tasavvur ediyordu. Osmanlıcılık tek birleştirici akımdı, mevcudu olduğu gibi korumak ve bir “Osmanlı milleti” yaratmak istiyordu.  Diğer ikisi mevcut “millet”lerin bir kısmını sınırın dışında bırakıyordu, açık bir biçimde bölücüydü. En güçlü görünen Osmanlıcılık tutmamıştır, inandırıcılığını çoktan yitirmişti. İslamcılık bölücülükle maluldü, imparatorluğun gayrı-müslim milletlerini bütünüyle dışarıda bırakmak anlamına geliyordu. Türkçülük ise o tarihte, birkaç erken aydının ham hayaliydi. Karşılıksız bir fikir olarak görünüyordu, Türk yoktu ki Türkçülük olsun.

***

Osmanlının “fikir” akımlarına karakterini veren şey devletin çöküşünden duyulan endişeydi. Haliyle, toplumun kurtuluşundan çok “devletin” kurtuluşu ile ilgilidirler. Bir bakıma imparatorluğu parçalanmadan kurtararak geleceğe taşımayı hayal eden nafile fikir jimnastikleridirler.

Türkçülüğün kurucularından Yusuf Akçura da birer devlet kurtarma planı olan bu fikir akımlarını “Osmanlı Devleti’nin temel devlet politikası” olarak ele alıyordu. Demek ki fikir de aslında, henüz, Osmanlının mülkiyetindedir. Osmanlı çöküyordu, az Türk ve çok Müslüman görünmek istiyordu. Akımlar bu isteğe göre sıralanmışlardı. Geçen yüzyılın başında tarz-ı siyasetlerimizin ya da fikir hareketlerimizin özeti budur.

Her biri için imkanları veya imkansızlıkları 19. yüzyılın gelişmeleri hazırlamıştır. Osmanlıcılık, Büyük Fransız Devriminin yıkıcı rüzgârları İmparatorluğun duvarlarını dövmeye başlayalı beri bir ham hayalden ibaretti zaten. Bu nedenle devlet içindeki “milletleri” her eşitleme çabası, devleti daha büyük sorunlarla karşı karşıya bırakacaktı. Rumların kopuşunun artçı sarsıntılarıydı bunlar. Ancak henüz, milliyet ile din birbirinden ayrılmamıştı. Gayrimüslimler ilk milliyetçiler olarak ortaya çıktı haliyle. Bunun anlamı imparatorluğun önemli bir bileşeni olan gayrı Müslim tebaanın kaybedilmekte olduğuydu.

O halde uzun vadede elde kalan sadece Müslim tebaa olacaktı. Bakiye Müslümanlardan ibaret ise o halde “İslamcılık cereyanı” da öne çıkması gereken kurtuluş yolu olmalıydı. Üstelik İslamcılığın, devletin önüne serdiği imkânlar vardı. İmparatorluk parçalanmakta olsa da “büyük düşünme” alışkanlığı sürmekteydi. Hazır İslamcılığa girişmişken, yeryüzündeki bütün Müslümanları birleştirmek fena fikir değildi. Abdülaziz-Abdülhamit çizgisiydi bu, Batılılara göre “Panislamizm”di. Fakat bu siyaseti gerçekleştirmek için elde kuru bir unvandan ibaret “hilafet”ten başka araç yoktu. Öte yandan imparatorluğun parçalanması henüz tamamlanmadığından elde kalan malzeme için yarattığı risk sürüyordu. Osmanlı bütünüyle yıkılmadıkça İslamcılık mümkün değildi. Panislamizm, imkânsız bir akım olarak doğmuştur.

Türkçülük, tarz-ı siyasetlerin en cüretkârıydı. “Fikir” olarak çok yeniydi, hamdı; Rusya’da ve Macaristan’da ortaya çıkmış tuhaf “Türkçülük” akımlarından başkaca dayanağı yoktu. O tarihte ırk fikrine dayalı bir “Türk milleti” ütopya olmaktan bile uzaktı. Yalnız bu “fikir”in bazı kolaylıkları vardı: İslam’ı birleştirme fikri, onu kontrol eden “düvel-i muazzama”yı, büyük güçleri, karşısına almak anlamına geliyordu. Hâlbuki “Türkler” neredeyse sadece bir devletin, Rusya’nın kontrolü altındaydı. Düşman büyüdükçe imkanlar azalıyordu. İslamcılığın Batı, Türkçülüğün ise Rus veya Moskof düşmanlığının nedeni budur. Bununla birlikte en geride olanın öne çıkabilmesi en çaresiz şartların oluşmasına bağlıydı. Sonucu iç içe geçen Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşı belirledi. İmparatorluk büyük bir hızla yıkıldı, sınırları iç Anadolu’ya sıkıştırıldı. Osmanlıcılık ve İslamcılık bir ham hayaldi artık. Ama Türkçülüğe dayalı ulus-devlet için imkanlar vardı.

***

İmparatorluk 1. Dünya Savaşı ile paramparça olunca elde kalanla mümkün olan tek seçenek “Türkçülük” gibi görünüyordu. Fakat “misak-ı milli” içinde yaşayanlar hâlâ homojen bir toplam olmaktan çok uzaktı. Kendini Türk olarak adlandırmayan Müslümanlar, Kürtler, tabii azalmakla birlikte Ermeniler ve Rumlar Türkçülüğün önündeki önemli engellerdi. “Türkçülük” hala parçalama potansiyelini içinde taşımaktaydı; “ne mutlu Türküm diyene” mottosu işte o potansiyeli baskılama çabasıdır.

Kemalist Türkiye, bu nedenle “milliyetçi” tonu bulanık bir “batıcılık” siyaseti izlemeye çalıştı. “Milliyetçi Batıcılık”tı bu; İslamcılık ve Osmanlıcılık etkisinden kurtulma çabasıydı. Bu siyasetin ayakları üzerinde durmasının tek yolu “sınıfsız-imtiyazsız” kaynaşmış bir “Türk halkı” oluşturmaktan geçiyordu. Fakat eldeki malzeme bunun için pek elverişsizdi. “Türklük”, “din” olmadan maya tutacağa benzemiyordu. Bu çaresizlik de “Milliyetçi Dincilik”in, Türk-İslam Sentezi olarak biliyoruz, alt yapısını hazırladı. 27 Mayıs’a karşı 12 Mart-12 Eylül, 28 Şubat’a karşı Ergenekon-Balyoz darbelerinin artalanıdır bu. Esası Türkçülükle yönetemeyeceklerini görenlerin, duvardaki çatlakları İslamcılıkla kapatma girişimidir.

Çaresizliğin bir dışavurumu olan “Dinci Milliyetçilik” yetmedi tabii. Ülke sınırlarındaki nüfusu din ile birleştirme çabası “Kürtçülük” tarafından engellendi. “Barış süreci” aslında “Kürt-İslamcılığı” Türk İslamcılığına ekleme ve birleştirme çabasıydı. Böylece ülke “yönetilebilir” bir bütün haline getirilmiş, gerici bir düzen için alan düzlenmiş olacaktı. Olmamıştır, bu nedenle şimdi “Milliyetçi Dincilik” rejimindeyiz. Türk-İslam Sentezi, İslam-Türk Sentezine böyle dönüştü.

Yalnız, Yusuf Akçura’nın envanterine almadığı bir tarz-ı siyaset daha vardır; o da bütün bunların kıyısında ve hepsinin hedefinde olan Komünizm tarz-ı siyasetidir. Tarz-ı siyasetler içinde devleti değil, halkı-emekçileri kurtarmayı hedefleyen tek siyaset tarzıdır. Ayrıdır ve haliyle ayrı tutulmuştur.

***

Üç tarz-ı siyasetle başlamıştık, üç tarz-ı siyasetle bitiriyoruz. Güncel hallerini not ediyoruz. Bunlardan biri, ilki, Yeni Osmanlıcılık Suriye’de öldü, Halep’in banliyösüne gömüldü. Ölüyü cihat gazıyla yürütme girişimiydi, arkasından rahmet okumak bile fazladır.

İkincisi, İslamcılık, birincisiyle iç içedir, Kahire’den, Bağdat’tan, Şam’dan sürülüp çıkarıldı. Ankara’da, Türkçülüğü de beraberinde sürükleyerek dipsiz bir uçuruma doğru yuvarlanıyor. Yıktığı cumhuriyetin üzerine, Necip Fazıl’ın “baş yücelik” zırvasından başka hiçbir şeyle açıklayamayacağımız tuhaf bir diktatoryal yönetim gecekondusu dikmeye çalışıyor. Acelesi var, uçurumun dibini görmek için çabalıyor. Geçen yüzyılın üç tarz-ı siyaseti; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük ipini çektikleri Cumhuriyetin anaforunda dönüp duruyor. Üç tarz-ı siyasetle başlayan dramatik bir tarih, hüzünlü bir biçimde nihayete eriyor.

Üç tarz-ı siyaset çökerken, tuhaf bir biçimde, kurtuluş yolu arayan üç tarz-ı siyaset ortaya çıktı. İlki ve en güçlü görüneni “Millet İttifakı”dır, çöken düzenin bütün tortuları içindedir. Temelinde cumhuriyeti yıkan bir sentez var, ortak noktaları cumhuriyete ve laikliğe şaşı bakmalarıdır. İkincisi HDP’nin başını çektiği “Demokrasi İttifakı”dır. HDP’nin birincilerle İslamcılıkta bir anlaşmazlığı yoktur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “baş örtüsü teklifi” karşısındaki hizalanmaları İslamcılığın ortak paydaları olduğunu net bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Bu ortak paydalarının cumhuriyete düşmanlık olarak, eş başkanı cumhuriyeti yüz yıllık yıkım süreci olarak tarif etmiştir, nüksetmesi de ittifaklarının mantığına uygundur.

Üçüncüsü, daha çok cumhuriyetçi bir aydın hareketi görünümündeki “Sosyalist Güç Birliği”dir. Ayrı bir Türkiye tasavvur eden ve mevcut “millet”lerin tamamını kapsama iddiasını taşıyanı sadece bu sonuncusudur. Bununla birlikte, karşılıksız bir “fikir” olarak görüldüğünü biliyoruz. İç bütünlüğünü sağlayabildiğini söylemek zordur. Henüz yolun başındadır ve elbette en güçsüzü ve iktidara en uzak olanıdır. İçinde bundan etkilenerek ayak sürüyenler olduğunu duyuyoruz. Sınıf yok ki sosyalizm bir güç olarak ortaya çıksın, hakkında verilen hüküm budur.

Ama tarih ilerliyor. Cumhuriyetin eskisinin yıkılmasıyla birlikte ona yaslanarak büyüyen akımlar için de alan daraldı. Osmanlıcık hayali nüfuz etmek istediği her yerden söküp atıldı. Ondan arta kalan Türk-İslam sentezi tarihin tekerini geriye döndürmek isteyen bir ham hayalden ibaret. Artık geri dönüş mümkün değildir. Haliyle çaresizlik büyüyor, seçenekler daralıyor. Çaresizlik eşitlikçi bir cumhuriyet, sosyalist bir düzen ve işçi sınıfının iktidarı için alanı düzlüyor.

Bununla birlikte en geride olanın öne çıkabilmesi en çaresiz şartların oluşmasına bağlıdır, biliyoruz. Şartlar ayrı, öne çıkmayı istiyor muyuz veya isteyecek miyiz, işte şimdi asıl sorun bu.