Olan şu: İnsanlar ruh sağlıklarını koruyamıyorlar, kuşaklar zihnini geliştiremiyor ve sonra da tüm yük bireyin, ailenin ve kör topal yürüyen kamu ruh sağlığı hizmetlerinin üstüne bindiriliyor.

Samuray kılıcı ve 'ruh sağlığı' yasası

Madem yayın yasağı geldi “olay”dan bahsetmeyeceğim. Ama herkesi dumur ettiğini, “yuh artık, nasıl olabilir” dedirttiğini söyleyebiliriz sanırım. Birçok insan günümüz insanının acımasız bir delilik hali içinde şans eseri yaşayıp gittiğine ikna oldu bir kez daha ya da bir zıvanadan çıkma halimiz için bir başka ipucu daha bulmuş oldu.

Öte yandan neredeyse bir infiali andıran öfke seli de olayın şokunun üstüne boca oluverdi. Sosyal medyada (ve yakın çevremde konuştuğum farklı insanlardan) oldukça “farklı” tepkiler gördüm, duydum. Yaşananı ülkenin “kafayı yemek üzere olmasına” bağlayanlar da vardı ceza yasalarının yetersizliğine bağlayanlar da... Ama büyük çoğunluk “ruh sağlığı bozuk” ile başlayan cümleler kurmaktan yanaydı. Onlara göre durum ortadaydı: Bu olay ancak ve ancak ruh sağlığı “bozuk” birisinin işi olabilirdi.

Ve tabii ki bu sarsıcı olayı insanlar “sarsıcı” bir ceza ile karşılamayı önerdiler: idam, betona gömülme, hadım edilme gibi... Çivisi çıkmış bir dünyaya çivisi çıkmış çözümler! Sosyal medya zaten her tür ölçüsüzlüğün mekânı olarak bu olay karşısında bir kez daha id’den ne geliyorsa onunla konuşmaya devam etti.

Peki herkesin dolaylı ya da doğrudan sorduğu (ve birçoklarının da hazırda beklettiği en az bir “cevabı” olan) soruyu bir kez daha soralım: “ruh sağlığı sorunu yaşayanlar” saldırgan mıdır?

Daha geçtiğimiz günlerde radyoda denk geldim. 20 yılı geride bırakan ve zaman aşımı nedeniyle düşen bir seri cinayet için bir televizyon kanalı (muhtemelen zaman doldurmak ve dikkat çekmek için) yeniden haber üretmişti. Haberin içinde seri cinayetler ve katiller konusunda “uzman” bir kişinin de görüşleri yer alıyordu. Uzmanımız konuşmasının bir yerinde 20 yıldır aydınlatılamamış cinayetlerin olası katili için “şizofreni” deyiverdi. Kolayca.

Elinde bilgi var mı? Yok. Veri var mı? O da yok. Ama olaya “esrarengiz” bir hava vermek için elinden geleni yapan uzmanımıza göre suçun sebebi belliydi: kişilik ve şizofreni! Yani bunu aklı başında bir kişi işlemiş olamazdı; ancak bir “ruh hastası...”

Biliyorsunuz, genel bakış böyle gidiyor işte. Uzman diye konuşturulan kişilerin bakışı ile toplumun vasatının bakışı da aynı.

Bu ortalamanın içinde işaret edilen psikiyatrik sorunlar ise genellikle şizofreni ya da içsel ve dışsal gerçeğin değerlendirilmesinde aksaklıklarla malul durumlar. Prototipi belki şizofreni ama depresyondan bipolar bozukluğa, demanstan kişilik bozukluklarına kadar geniş bir yelpazede ortaya çıkabiliyor gerçeği değerlendirme sorunları. Hatta mutlaka bir psikiyatrik sorunun parçası olması da gerekmiyor: sanrı benzeri durumlar (örn. izlendiğini düşünme) genel toplumda da sık yaşanıyor. Hatta son pandemi sürecinde bunu görmedik mi? Pandemi çipiyle, elitlerin hükümdarlığına dayalı distopik senaryolarıyla toplumda genel bir paranoya halini kolayca ortaya çıkarmadı mı?

Öte yandan şizofreni ya da psikotik bozukluklarda saldırganlık daha mı fazla? Araştırmalar öyle olmadığını gösteriyor. Israrla. Ama toplum da ısrarla “sarsıcı” cinayetlerin başta şizofreni olmak üzere psikiyatrik sorunlarla ilişkili olduğunu düşünüyor, buna inanıyor. Demek ki ortada böylesi bir gözlem var. Bu gözlemin ise birkaç dayanağı var: rasyonel olan ve olmayan.

Bir tanesi yazılı ve görsel medya ile ilgili. Medya sansasyonel olaylarda psikiyatrik boyutu çok seviyor ve ısrarla altını çiziyor. Onlarca, binlerce cinayet, saldırı arasında psikozlar daha çok hatırlanıyor, daha çok dikkat çekiyor. İkincisi ise toplum öldürme eylemini hastalıklarla, bozukluklarla açıklayarak kendini, toplumsal işleyişi temize çıkarıyor. “Bizde, ‘sağlıklı’ bireylerde böyle şeyler olmaz” demiş oluyor. Yani bir anlamda “sağlıklı” toplum kutsanıyor, ruhu kurtarılıyor. Düzenimizde hiç sorun yok elhamdulillah denmiş oluyor aslında.

Psikozlarda saldırganlık değil ama tehlikelilik sözkonusu olabilir. Toplumdan yalıtılmış, tedavisiz kalmış, tedaviye ulaşamayan, kolektif bir sahip çıkmanın dışında kendi sorunlarıyla başbaşa kalmış bireyler “tehlikeli” olabilecek sorunlar yaşayabilir. Ama orada da sorun kişiden çok o kişiyi görmeyen, duymayan, o kişiye ulaşmak için yeterli çaba göstermeyen sistemdedir. Çünkü... Hem ilaç tedavileri hem de kolektif bir anlayışla yürütülen psikososyal müdaheleler çok etkilidir. Hastalık üzerinde dramatik yanıt alınır.

Ama peki ne oluyor?

Olan şu: toplum çözülüyor ve çözüldükçe de en hassas yerlerinden sinyaller veriyor. İnsanlar ruh sağlıklarını koruyamıyorlar, kuşaklar zihnini geliştiremiyor ve sonra da tüm yük bireyin, ailenin ve kör topal yürüyen kamu ruh sağlığı hizmetlerinin üstüne bindiriliyor.

Sonuç: zihinlerimiz talan ediliyor. Her boyutuyla! Geriye ise “bireysel” görünümlü acılar kalıyor. Ne yazık ki!

Tüm bunların ortasında ise “ruh sağlığı yasası” tartışmaları duruyor. Bir kesim, biraz da haklı olarak, yukarıda gezindiğimiz tüm olayları, durumları Türkiye’de bir “ruh sağlığı yasası” olmamasına bağlıyor. Yani cinayetler için de, tedavisiz kalma için de, damgalanma ve dışlanma için de çözümün ruh sağlığı yasasının bir an önce çıkarılması olduğunu söylüyorlar.

Olabilir mi? Yasalarla kapitalizm düzelseydi inanın ilk bizler atılırdık o yasa süreçlerinin üstüne! Ama...

Aması şu: Önce kapitalizmin, sermaye sınıfının ihtiyaçları değişir, sonra da yasalar. Bu da kapitalizmin yasası!

E, peki o zaman “ruh sağlığı” yasası tartışmaları nereden geliyor?

Bilmeyenler şaşıracak ama orada da komünizmin, komünistlerin damgası var.

Damgası var çünkü bu tartışmaları 90’lardan bugünlere taşıyanlar hem Türkiye’nin solcu, sosyalist, ilerici psikologları, psikiyatristleri oldu hem de bu abilerimizin, ablalarımızın temel esin kaynakları Sovyetler Birliği, İtalyan komünizmi ve İskandinav sosyal demokrasisi oldu. Oralarda ise kendini toplum ve insan yararına adamış bizim insanlarımızın sesi, düşüncesi vardı. İşte 90’larda o deneyimler siyasal kimlikler üzerinden Türkiye’ye de taşındı.  

Tartışmalar toplum içinde genel olarak yabancılaşmanın azaltılmasından akıl hastalıklarına bakışın değiştirilmesine ve genel bir bilgi/davranış değişikliğine kadar uzanıyor. Toplum yararını gözeten meslektaşlarımız yıllarca Türkiye’de hastaların tüm haklarını (sosyal, tıbbi, hukuki, mesleki) garanti altına alacak, bunu gözetecek ve koruyacak bir ruh sağlığı yasasının peşinde oldular. Siyasi bakışlarını, biraz utangaçça olsa da önce mesleki ve sosyal pratiklerine, eşzamanlı olarak da hastaları lehine yasalara taşımaya çalıştılar.

Ama bu tartışmalar ve arayışlar ne yazık ki başlangıç noktasından çok uzaklaşmış durumda ve hatta çıkış noktasının tam zıttına, yani toplumsal düzeni olduğu gibi koruma ve onaylama noktasına varmak üzere.

Yani, ruh sağlığı yasası arayışları ruhunu kaybetmiş biçimde ilerliyor. Bugün olası bir ruh sağlığı yasası “sorunlar” yaşayanlar için değil giderek büyüyen ve karmaşık bir hâl alan zihin piyasasını ve bu piyasanın aktörlerini düzenlemek için çıkarılmak üzere. Sağlıkta dönüşümü, özelleştirmeleri ve sermaye iştahını görünmez kılan bir meslekçilik öne çıkmış durumda.

Bu durumda siyasi ve toplumsal dertleri olan ve hastalarını, kendi mesleki pratiğini de gözeten, düşünen bir psikiyatrist olarak sormadan edemiyorum? Piyasaya seslenen ve onun dayatmalarını sorgulamayan, tüm derdi neredeyse pastadan pay kapmaya dönüşen, böyle bir işaret veren bir ruh sağlığı yasasına ihtiyacımız var mı? Kime psikoterapist deneceği, kimin ilaç yazacağı, kimin şarlatan olduğu çok önemli. Ama tüm bunları ortaya çıkaran piyasa! Sonra dönüp oraya seslenmek ise havanda su dövmek değilse bilelim ki sadece ve sadece yer kapma savaşıdır. Ve yazıktır.

Keza ruh sağlığı sorunları yaşayanlar için medeni kanunda ve ceza kanununda şimdilik iş gören yeterince madde ve düzenleme var. Hastalar için bu yasaları işleten bir kurumsal ayağa kalkış, kamunun yeni bir ruhla donatılması yeter de artar bile. Gerisi ise toplumun acılarına ve ihtiyaçlarına yabancılaşmış bir kürekçi dövüşü olur.