'Aydınlık karanlığı doğuruyorsa, karanlık da aydınlığı doğurur. İran'da bir yangın var. Varsayalım faili belli değil. Bu işler yangın çıkmadan olmaz, belli olan bu.'

Mollaları da vururlar

"Nerde petrol orda dur
Mefailün Failün
Gâvura benzin gerek
Failatün Failün
Gâvura benzin gerek..."

İran tarihi ile Türkiye tarihini ayıran ender şeylerden biridir petrol. İran’da petrol vardır, modern tarihini bu şekillendirmiştir. Türkiye’de petrol yoktur, modern tarihini bu şekillendirdi. Gerisi ortak bir hikayedir. 

“Hürriyet” ile başlayalım. 1904’te başlayan olaylar 1905’te büyük bir ayaklanmaya dönüşmüş, isyan kısa zamanda başka kentlere yayılmıştı. Muzafereddin Şah, sokağın baskısına daha fazla dayanamayarak Kanun-i Esasinin ilanını kabul etti. “1906 hareketi” böyle ortaya çıktı; İnkılab-ı Meşrutiyet, Anayasa Devrimidir. 

İran üzerinde esen bu devrimci rüzgârda Osmanlı'da 1876’da Kanun-ı Esasi’nin ilan edilmesinin rolü büyüktür. Ortak görüşe göre Osmanlı aydınının başarısıdır anayasa. Bu uğurda verilen mücadeleler, Abdülhamit'in anayasayı önce kabul edip sonra rafa kaldırması İran’da fırtınalar estirmişti. Tuhaf, hürriyet bize, buna rağmen, İran’dan sonra gelmiştir. 

İnkılab-ı Meşrutiyet, Rusya ve İngiltere’nin İran’ı aralarında paylaşma planının da açığa çıkmasına neden olmuştu. Plan İran’ı iki nüfuz bölgesine ayırıyordu. Ülkenin güneydoğusu İngiltere'nin, kuzeyi ve Azerbaycan Rusya'nın nüfuzuna bırakılacaktı. İranlılara, ortada, tarafsız bir bölge uygun görülmüştü. Ne kadar tanıdık değil mi?

İran ve Türkiye’deki gelişmeleri dikkatle izleyen Lenin’in yazdıklarına göre, 1908 Devrimi, tıpkı İran’daki gibi koalisyonun Türkiye’yi paylaşma planlarını da akamete uğratmıştı. Demek, İran’ı ve Türkiye’yi emperyalist saldırılara karşı ayakta tutan devrimleridir. Biri yıkılabilseydi, belki öbürü de yıkılabilirdi ama iki halk devrimine tutunmuş ve yıkılmamayı başarmıştır. 

***

Sonrası da benzerdir. 1917’deki Bolşevik Devrimi’nin ardından Rusya sendeleyince fırsatı değerlendiren İngilizler İran’ın hemen hemen tamamını ele geçirdi. Büyük aydınımız Ferhan Şensoy’un dediği gibi, gavura benzin gerekiyordu ve İran’da benzin boldu. 1920’li yılların eşiğinde İran halkı, tıpkı Türk halkı gibi işgalcilerinin baskısı altında eziliyor ve kurtuluş yolları arıyordu. 

Yıkılmayan yolunu bulur. Genç asker Rıza Han, ordu içindeki ileri unsurları örgütleyerek 1921'de küçük bir kuvvetle Tahran'ı ele geçirdi. Bu zaferinin ardından önce ordunun başına, sonra savaş bakanlığı koltuğuna oturdu. 1923'te başbakan oldu. Ancak mecburiyetten İngilizlerin varlığına ses çıkarmamıştı. 1925'te İngilizlerin teşvik etmesiyle darbe yaparak Kaçar Hanedanlığı'na son verdi. İktidara yerleşen Rıza Han’ın, tıpkı Mustafa Kemal gibi cumhuriyet kurmak niyetinde olduğu söyleniyordu. İngilizler ve tabii onlarla dirsek teması içindeki mollalar cumhuriyete karşıydı. Bu yolun kapalı olduğunu anlayan Rıza Han, cumhuriyet kurmak yerine kendini şah ilan etti. Farklarımızdan biridir. 

Taç giyen ve Şah olan Rıza Han, Rıza Şah Pehlevi, başbakanlığı sırasında başlattığı reformları sürdürdü. 1928'de yabancı devletlerle imzalanmış tek yanlı anlaşma ve sözleşmeleri yürürlükten kaldırdı. Trans İran demiryolunu inşa ederek büyük kentlerin birbirine bağlanmasını sağladı. Bankaları ve ulaşım sistemini millileştirdi. Okullar, yollar, hastaneler yaptırdı, üniversite kurdu. İran yolunu bulmuştu.

Yeni şah, 1934’te, fırsat bulup Türkiye’nin yolunu tutu. Bu ziyareti aynı zamanda iki rejim arasındaki benzerliği simgelemekteydi. Milliyetçilik, modernleşme, laiklik ve tabii Batılılaşma iki ülkenin ortak özellikleriydi. Şah, İranlıların modern görünmesini istiyordu. Kılık kıyafet reformu yapmış, şapka giymeyi şart koşmuştu. Dil reformuna girişmişti. O da Mustafa Kemal gibi kadınları ayağa kaldırmak istiyordu. Peçeyi yasaklamış, kız okullarını yaygınlaştırmıştı. Türkiye ziyaretinden bir yıl sonra ülkenin adını da değiştirdi; ülke artık “Persia” değil İran olarak anılacaktı. 

Tabii bütün bunlar gerici kuvvetlerin, “ulemanın”, kabul edebileceği şeyler değildi. İran modernleşmesi, İran karşı devrim tarihinin de fitilini ateşlemişti. Aydınlık karanlığı doğuruyordu.

***

“Şah Rıza kılmaz namaz
Mefailün failün
Kafiyesi zor biraz 
Failatün Failün
Kafiyesi zor biraz
Pilâv üstü kuru az
Şah Rıza kılmaz namaz
Fuhuştan vakti kalmaz
Failatün tenasül Failatün tenasül”

Rıza Şah büyük bir reformistti ama aynı zamanda acımasız bir tirandı. Halk nezdindeki popülaritesini hızla tüketiyordu. İngiltere ve SSCB'yi birbirine karşı kullanmaya dayanan dış politikası II. Dünya Savaşı nedeniyle çökünce yolun sonu göründü. Müttefikler ülkedeki Alman etkisini kırma bahanesiyle İran'ı işgal etti. Kaldı ki İran petrolleri savaşın seyri açısından büyük önem taşıyordu. İşgalin ardından Rıza Şah iktidardan çekilmek zorunda kaldı. 1941’de oğlu Muhammed Rıza Şah tahta oturdu, kendisi de sürgüne gönderildi. 

Fakat Muhammed Rıza babasına hiç benzemiyor, olup bitenleri izlemekle yetiniyordu. Başbakan Muhammed Musaddık’ın temsil ettiği ve büyük savaşın neden olduğu nev-zuhur demokrasiden nefret ediyordu fakat onu ezmek için bile bir şey yapmadı. 

Musaddık, 1951’de, Ulusal Cephe’nin desteğiyle başbakan oldu. Ulusal Cephe bağımsız bir İran hedefliyordu. Bunun yolu da petrolü ulusallaştırmaktan geçiyordu. Musaddık bu yönde adımlar attı, İran petrollerini ulusallaştırdı, yabancı şirketlerin imtiyaz haklarını içeren anlaşmaları iptal etti. Çok uluslu petrol şirketleri teyakkuzdaydı. İngilizler İran petrolüne ambargo koydu, Suudiler ambargoyu destekledi. ABD, Musaddık’ı destekleyen Komünist Tudeh Partisi vesilesiyle Sovyetlerin bölgedeki nüfuzunun artmasından endişeliydi. Sonuçta CIA ve MI6 1953’te gavurun benzinini tehlikeye atan Musaddık’ı devirdi. Bu darbe Muhammed Rıza Şah’ın mutlak iktidarı için yolu açmıştı. Bu İran’da ikinci Rıza Şah dönemidir.

38 yıl hüküm süren II. Rıza’nın dönemi de pek huzurlu sayılmazdı. Türkiye 27 Mayıs hareketiyle sarsılırken o da halka bir kurtuluş programı açıkladı. İnkilap-ı Sefid, ak devrim, toprak, seçim ve eğitim reformu vaat ediyordu. Fakat bunların büyük toprak sahibi din adamlarını ve dini vakıfları rahatsız etmeden yapılması imkansızdı. Eşitsizlik büyümüştü, sokaklar hareketliydi. İran’daki çalkantılar yakıt fiyatlarında artışa yol açmış, dünya yeni bir petrol krizine sürüklenmişti. Sokak eylemlerinin etkili ismi Ayetullah Humeyni 1964’te Şah Rıza tarafından sürgüne gönderdi. Fakat bu yıkılışına engel olamadı. Aleyhindeki gösterilerin iç savaşa dönüşmesi üzerine 16 Ocak 1979’da ülkeden kaçtı. İran’da 50 yıllık Pehlevi Hanedanı sona ermişti. Humeyni bir ay sonra Tahran’a döndü, kontrolü ele aldı, İslam Cumhuriyeti kapıyı çalmıştı. İran modernleşmesi böylece sona erdi.

İran karşı devriminden bir yıl sonra Türkiye’de generaller darbe yaptı. Cuntanın başı bir imamın oğlu olmakla övünüyor ve Kuran’dan ayetler okumayı pek seviyordu. Darbeyle birlikte din yeniden bir düzenleyici olarak kamu yaşamına geri döndü. İran’daki dinci karşı devrimle paralel olarak Türkiye’de de dinci bir program yürürlüğe konulmuştu. İran ve Türkiye aynı anda yeni bir yol tutturmuştu. Kadına açılan kapılar sesiz sedasız kapanıyordu. İran’a peçe, Türkiye’ye baş örtüsü geri dönmüştü.  

***

Bir yüzyıl önce Persya idi, Rıza Şah eliyle İran oldu; Aryan köklere bir göndermedir. Mustafa Kemal’in Türklere “Eti”li bir kök imal etmesi türündendir, esası ulus inşasıdır. Fakat ne var ki bu derme çatma ulus inşası girişimleri İslam karşısında bocalamış, tutunmakta zorlanmıştır. İran’ın bir kısmı Persyalı veya Aryan olmayı, Türkiye’nin bir kısmı Türk olmayı reddetmektedir. Rıza Han da Mustafa Kemal de yenilmiştir haliyle. Zaten girişimlerini bir son değil bir başlangıç saymak gerekir. Biliyoruz, devrimler yıkılsa bile yolunu bulur. 

***

“İran'da bir yangın var 
İtfaiye Failün 
Faili belli değil 
Failatün Failün 
Faili belli değil 
Herkes tutuklanıyor
Mefailün Failün 
Sebebi belli değil 
Failatün faşizma…”

Ferhan Şensoy İran için yazmıştı bu satırları, şimdi Türkiye’yi de içine katabiliriz. Karşı devrim bir yangına yol açtı. İran halkı, önde kadınlar, ayakta. İran ayaklanmışsa mutlaka Türkiye’de de karşılık bulur, tartışmasızdır.  

Yangın başlayınca, “İran karışsa kimler sevinir” diye sordu “milliyetçi” gazetecilerimizden biri. Aklınca baş örtüsü dayatmasına karşı isyanı bir emperyalist oyun sayıyordu. Ama biliyoruz, karışmadan devrim olmaz. Arkasında Amerika varsa önünde molla rejimi var. İran halkı ikisinden de kurtulmalıdır. Yani karışıklık şarttır!

Yangına bakıyoruz. Şimdilik bir öfke patlamasıdır. Öfke ezilenlerin refleksidir, eksiği akıl ve örgütlülüktür. Öfke akıl ve örgütlülükle birleştiğinde karışıklık devrime dönüşecektir...

Aydınlık karanlığı doğuruyorsa, karanlık da aydınlığı doğurur. İran'da bir yangın var. Varsayalım faili belli değil. Bu işler yangın çıkmadan olmaz, belli olan bu.