Şimdi biz buna “çözüm” mü diyeceğiz? Ada’nın ve bölgenin emekçi halklarının, o halkların “solcu” parti ve örgütlerinin bu konuda söyleyecekleri bir söz olmayacak mı?

Kıbrıs’ta puslu ufuklar

Herkes ABD’de Trump yönetiminin dünyanın başına ne gibi çoraplar öreceğine dair karanlık öngörülerle meşgulken Kıbrıs sorununda göreli bir hareketlilik yaşandığına dair işaretler artıyor.

Neden şimdi, neden Kıbrıs? Bunlar meşru sorular. Ortadoğu kan ve ateşle sınanır, her gün yüzlerce insan yaşamını yitirirken, her sene Ada’nın üzerinden geçme hatasını işleyen cikla1 sürülerinin maruz kaldığı dışında katliama sahne olmayan Kıbrıs’ta çözümün gündeme gelmesi, bunun için çok yönlü diplomatik girişimlerin başlatılmasının akla yakın bir sebebi olması gerekir. 

Tümüyle mantıksal bir bağ kurmaya çabalarsak Kıbrıs’ta bulunacak bir “çözüm”ün ya da çözüm girişiminin dünyanın ve bölgenin içinden geçtiği dönemde sadece Kıbrıs’la ilgili olma olasılığının ne kadar düşük olduğunu görürüz.

Sorunun çok uzun ve hiç kimsenin tam olarak öğrenmeye ve kavramaya zahmet etmediği bir geçmişi var. Burayı geçelim. Bildiğimiz son birkaç yıldır çözüm bağlamında dişe dokunur bir gelişme yaşanmadığı ve meselenin tipik bir donmuş çatışmaya (frozen conflict) dönüştüğü. 

Öyle anlaşılıyor ki şimdi birileri bu buzları çözmeye niyetlenmişler. Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanan “bahar havasının” bu girişimlerde bir payı olduğu kesin. Dünyada şiddetlenerek devam eden saflaşmanın tarafları keskinleştikçe aynıların aynı yere toplaşmaları da doğal karşılanabilir.

Son birkaç ayda neler olduğunu kısaca anımsattıktan sonra bu toplaşma üzerine fikir yürütmeye girişebiliriz. İzleyenlerin bildiği gibi Akepe ve onun Kuzey’deki temsilcileri bir süredir Ada’da varılacak çözümün ancak iki devletli bir temele oturabileceğini savunuyorlar. Bu fikrin Kıbrıs sorunun müktesebatı bağlamında taşıdığı ya da daha doğrusu taşımadığı anlam bir yana sadece Akepe’nin Kıbrıs Türk halkının iradesine göstermemekte direndiği saygı anlamında bile inandırıcılıktan uzak olduğuna kuşku yok. Gerçekten iki devletli bir çözümü savunuyorsanız o iki devletten birini tanıdığınızı somut olarak kanıtlamış olmanız gerekiyor. Bunun yöntemi de Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve parti kongrelerine açıkça müdahale etmek olmasa gerektir. Yalnızca bu sebep bile savunduğunuz tezde samimi olmadığınızı ortaya koyar. Bu yüzden “iki devletli çözüm” argümanı söyleyenin dahi inanmadığı bir sözcük israfından ibarettir ve diğer taraf da bunu bildiği için etki ve inandırıcılığı yoktur.

Türkiye’yi yönetenler bu sloganla harcadıkları zamanı yeterli görmüş olacaklar ki, yeniden masaya dönmeye karar vermiş gibi görünüyorlar. Bu süreçte bazı eşgüdüm sıkıntıları da yaşanıyor doğal olarak. Ada’daki temsilci –Kıbrıs’taki “saygın” sektör elemanlarıyla ticari ilişkilere sahip olan görevliden söz etmiyorum elbette– yakın zamana dek asarım keserim derken şimdi Ankara’nın tayin ettiği yönü izlemeye zorlanacak anlaşılan. Sorun değil, bunlar işin doğasında var. Güdüm ile eşgüdüm eş anlamlı sözcükler değiller sonuçta. 

Sürece dönelim. Taraflar Eylül ayında BM Genel Sekreteri Guterres’in ev sahipliğinde New York’ta bir araya geldiler. Tatar ve Hristodules’in yedikleri yemek sonrasında Guterres “ortak zemin yok" açıklaması yaptı. Kıbrıs sorununu yakından izleyenler bilir. Bu “ortak zemin” pek önemlidir esasında. 70 yılı aşan müzakere sürecinde en çok sarf edilen kavramlardan biridir. Genellikle bir taraf ipe un sermeye niyetlendiğinde bu kavramı ortaya atar. Hele bu sözcükleri telaffuz eden BM Genel Sekreteri ise durum daha da vahim demektir.

Gelin görün ki bu kez öyle olmadı. Liderler yemeğinin ardından bir “dörtlü toplantı” düzenleneceği haberi duyuruldu. Açık söylersek, Kıbrıs’taki iki taraf ile Türkiye ve Yunanistan bir araya geleceklerdi. O süreçte “dörtlü mü, beşli mi” tartışması da yaşandı. Gelen bilgilere bakılırsa Türk tarafı “dengeyi bozacağı gerekçesiyle" İngiltere’nin de o masaya oturtulmasına itiraz etmişti.

Bu noktada bir parantez açmak gerekir. Kıbrıs sorununun çözümü bir düğünse, İngiltere “kamber”dir. Kıbrıs’ta sanılanın aksine arazide iki değil, üç taraf vardır. “Anavatan” tabir edilen Türkiye ve Yunanistan’ı eklediğinizde beş sayısına ulaşılır. Kıbrıs adasında egemen üs bölgelerine sahip olan İngiltere’nin katılmadığı bir sürecin mesafe alması pek de olası değildir. Kambersiz düğün olmaz. Olsa olsa düğüm olur. Yoksa süreç “kamber”e ihtiyaç duymayacak ölçüde belirgin, daha açık bir ifadeyle önceden belirlenmiş bir sonuca mı bağlanacaktır?

Her ne ise, o sayısal tartışma şimdilik kapanmış görünüyor. Türkiye’nin başındaki Akepe’nin masaya oturma niyeti ciddi olmalı ki, bu ayın yedisinde Akepe Genel Başkanı Erdoğan’ın Kıbrıs Rum lideri Hristodules’le Budapeşte’de bir “kahve sohbeti” gerçekleştirdiğini, “sarsılmaz irade” bakanı Fidan’ın da o sohbette hazır bulunduğunu öğrendik. Aynı Fidan önceki gün “iki halkın neden ayrı ayrı yaşaması gerektiğini” yandaş bir kanalda uzun uzun anlattı. Burada çelişki aramayalım zira bu “tavşana kaç tazıya tut” deyimiyle açıklanabilecek bir yönetim şekli haline geldi çok uzun zamandır. TRT’de her hafta Kudüs’ü fethederken, limanlardan İsrail’e her türlü can suyu sevkiyatına devam etmek gibi.

Kıbrıs’a dönersek, bu kadar dumanın ateş olmayan yerden gelmesi akla yakın bulunamayacağına göre, yeni bir müzakere sürecinin yaklaştığı sonucunu çıkartabiliriz. Çıkartabileceğimiz bir başka sonuç ise muhtemelen Akepe’nin Kıbrıs çerçevesini ziyadesiyle aşan beklentilerle hareket ettiği.

AB ile ilişkileri “düzeltmek”, bu kapsamda uzun zamandır hedeflenen “Gümrük Birliği”nin derinleştirilmesi/genişletilmesi önündeki “Kıbrıs” engelini kaldırmak bu beklentilerden biri olabilir. Düzenin paraya ihtiyacı var, paranın Batı’ya. Tamam da, bu çerçeve de biraz eksik kalıyor sanki. Bir üst seviyeye çıkmakta yarar var.

Akepe’nin ve temsil ettiği sermayenin Ortadoğu’da oyun yeniden kurulurken eteğindeki kimi taşlardan kurtulup maçın “as” oyuncularından biri olma niyeti taşıdığı bir gerçek. Kürt sorunu bu taşlardan irice bir tanesi ise, birleşik Kıbrıs ve oradan sıçrayarak Avrupa Güvenlik Mimarisi’yle her türlü yakınlaşmak da bir diğeri olamaz mı?

Diplomaside hesap yapılması kadar olağan bir şey yoktur. Dolayısıyla Akepe’nin hesabı bu olabilir de o hesabı tutturmak salt hesabı yapanın olanak ve yeteneklerine bağlı değildir.

Kıbrıs’ta yeniden kurulacak masaya oturup ne tartışılacak? BM Kıbrıs müktesebatına bakarsak Federasyon. Federasyon fil gibi bir şey. Neresinden tuttuğunuza bağlı olarak tanımları farklılık gösterebilir. İki ayrı devlet bir federasyon içinde de var olabilir. En azından var oldukları ileri sürülebilir. Mesele federasyonu oluşturacak birimlerin yetkilerinin tanımlanmasında düğümlenir. Kıbrıs’taki alışılmış denklemde Türk tarafı bakımından yetki ve toprak ters orantılıdır. Ne kadar yetki isterseniz, o kadar topraktan vazgeçersiniz.

Müzakerenin içeriği kadar yöntemi de belirleyicidir. Üçlü, dörtlü, beşli derken Kıbrıs Türk tarafını yok sayıp, Kıbrıs Rum yönetimiyle doğrudan temas edilebileceği işaretleri vermenin getireceği kazanım ne olabilir? Yolda birtakım beklenmedik engeller çıkmaz, Akepe iktidarının da ömrü yeterse görürüz.

Bu sürecin yukarıda özetlenen çerçeve içerisinde kalacak bir dizi müzakere sonucunda  “çözümle” sonuçlandığını varsayalım. İki bölgeli, iki toplumlu federatif bir çözüm. Ambargolar kalkmış, Kıbrıslı Türkler AB vatandaşı olmuşlar.  Emperyalizmin bölge çıkarlarının mutemedi Türkiye sermayesine de ekonomik ayrıcalıklar sağlanmış, kimi güvenlik garantileri verilmiş. Refah artmakta ve özellikle de gayrimenkul sektörü koşar adım büyümekte. Her şey şahane. 

Şahane mi? ABD tarafından etkin bir şekilde kullanılan İngiliz egemen üsleri orada duruyor. Ortadoğu’da sömürgeciliğin koçbaşı İsrail’in saldırganlığı bu üsler vasıtasıyla alabildiğine destekleniyor. Tümüyle İsrail’in ‘hınk deyiciliğini” yapan AB’nin ve muhtemelen kısa süre içerisinde NATO’nun mülkü haline gelmiş Kıbrıs adası bütünüyle ve birleşik halde emperyalist saldırganlığın dev bir uçak gemisi olarak kullanılıyor. Bütün bunlar Türkiye ve Yunanistan’daki yurtseverler kendi ülkelerini NATO boyunduruğundan kurtarmak için on yıllardır savaşırken yaşanıyor.

Şimdi biz buna “çözüm” mü diyeceğiz? Ada’nın ve bölgenin emekçi halklarının, o halkların “solcu” parti ve örgütlerinin bu konuda söyleyecekleri bir söz olmayacak mı?

Sahi Kavazoğlu ve Mişaulis bu “çözüm”  için mi mücadele etmiş ve bunun için mi canlarını vermişlerdi? 

  • 1. Ardıç kuşuna Kıbrıs’ta verilen ad. Göç mevsiminde üzerinden geçtikleri Kıbrıs’ın her iki yakasında da acımasızca avlanır ve tüketilirler. Ada halkı bu küçücük kuşların turşusunu dahi kurar.