Söz konusu anlaşmalar, ABD ve Avrupa resmi çevreleri tarafından “normalleşme” süreci olarak sunulsa da bu anlaşmalar iyi niyete dayalı iyi komşuluk, dostluk anlaşmaları kategorisinde değil.
Zoraki normalleşme adımı olduğunu söyleyebiliriz.
Trump yönetiminin himayesinde 15 Eylül günü İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn’in imzaladığı anlaşmalar nasıl okunabilir?
Söz konusu anlaşmalara “İbrahim Anlaşmaları” adı verilmesi, anlaşıldığı kadarıyla, İslam ile Musevi inanç sistemlerinin akrabalık ilişkisi ile iltisak kurulmasına dayanıyor. İbrahim peygamber iki dinin de kabul ettiği, kan bağı olan bir figür. İnanç sistemi üzerinden tanımlanması ve Hıristiyanlığından şüphe edilemez Trump’ın bunları bir araya getiriyor olması da hayli ilginç…
Söz konusu anlaşmalar, ABD ve Avrupa resmi çevreleri tarafından “normalleşme” süreci olarak sunulsa da bu anlaşmalar iyi niyete dayalı iyi komşuluk, dostluk anlaşmaları kategorisinde değil.
Zoraki normalleşme adımı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu anlaşmaları Trump’ın Ocak ayında ilan ettiği güya “Yüzyılın Barış Planı”nın açıklayıcı ekleri olarak görmek de mümkündür.
Trump’ın “Yüzyılın Barış Planı” Filistin yönetimleri tarafından reddedilmemiş, yok hükmünde sayılmıştı, çünkü reddetmek onu ciddiye almak anlamına gelebilirdi.
Trump yönetimi asıl muhatabı Filistin halkını “Yüzyılın Barış Planı”nı kabul ettirmek maksadıyla çevredeki Arap-Müslüman yönetimleri İsrail ile resmi ilişki kurdurarak Filistin halkını zaman içinde çaresiz bırakmak için bu hamleyi yaptığını söylemek mümkündür.
BAE yönetiminin İsrail ile böylesi bir ilişkiye koşar adım gitmesinin bir nedeni, BAE’nin İsrail ile bu anlaşmayı imzalamasının karşılığı olarak İsrail’in F35 savaş uçağının BAE’ye satışını engellemeyeceği sözü vermiş olmasıdır. İsrail yönetiminin Batı Şeria’da uzun süredir yürüttüğü yeni yerleşim alanları açma politikasını geçici olarak, ötelediğini duyurması, İsrail’in Araplara verdiği bir iyi niyet göstergesi, hatta ciddi bir ödün olarak sunulması gerçeği yansıtmıyor, çünkü İsrail’in yeni yerleşim yerleri açması zaten uluslararası hukuka ve daha önce alınan BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı ve İsrail her an bu karardan vazgeçebilir.
Bu daha çok BAE, Bahreyn ve başka Arap yönetimlerine sunulan, laftan öteye değeri bulunmayan, basit bir söylemdir.
Elbette, Trump yönetiminin 15 Eylül “İbrahim Anlaşmaları” hamlesinin gerisinde başka hesapları var. Kısaca bunları sıralayalım:
İran’a karşı Körfez Ülkelerinin İsrail ile birlikte duruş sergiliyor görüntüsü vermek, İran karşıtı güçler arasında iş birliği zemini oluşturmak, yapılan hesaplardan bir tanesidir.
Böylesi anlaşmaların Suudi Arabistan yönetiminin İsrail ile gireceği olası resmi anlaşmaya hazırlık olması ikinci önemli hesap olabilir.
Üçüncü hesap; Mısır’ın İsrail ile zaten resmi anlaşmaları bulunduğu için yeni bir durum olmasa da Mısır-İsrail ilişkisinin güçlendirilmesine katkı sağlayabilir.
Trump yönetiminin dördüncü hesabı, belki de en önemlisi, Orta Doğu’da Rusya’nın daha fazla güçlenmesini sınırlamak ve Çin’e karşı kullanabileceği güç dayanaklarını Körfez ülkelerinden Kuzey Afrika’ya kadar genişletmek ve aralarındaki ilişkileri yeniden canlandırma isteğidir.
Trump’ın beşinci hesabı Avrupalı güçleri, özellikle Almanya’yı, ABD’nin Orta Doğu politikası için daha fazla maddi destek sağlamaları doğrultusunda dolaylı mesajlar vermek üzere eskiden uyguladığı bir yönteme başvurmasıdır. Trump yönetiminin (Obama’dan beri devam ediyor) Avrupa’da bulunan asker sayısını kısmen azaltırken aynı zamanda “esnek mukabele” stratejisinden söz etmesi (1966’da Fransa’yı hatırlayalım) bugün Almanya’ya verilen bir mesajdır. ABD askeri varlığının Avrupa’nın bütününden çekileceği anlamına gelmez. Buna ABD’nin “esnek mukabele” stratejisinin Avrupa bütününde çeşitlendirilmesi diyebiliriz.
Polonya, Romanya ve Bulgaristan yönetimleri buna çoktan teşneler. Bush ve Obama dönemlerinde Doğu Avrupa’da inşa edilen yeni askeri üsler bugün Trump’ın savunma bakanı Mark Esper’in uygulamaya koymak istediği esnek mukabele gücü için çok elverişli zemin oluşturmaktadır. Bu strateji ile ABD gerekli gördüğünde asker sayısını azaltabilecek, gerektiğinde artıracak ve daha önemlisi artırırken Avrupalı güçlerle müzakere edebilecek. Yükü paylaşalım, pamuk eller cebe diyecek…
Trump’ın Ağustos 2020’de Polonya ile yaptığı yeni savunma iş birliği anlaşması tam da böyle bir anlaşmadır.
Trump yönetiminin altıncı hesabı NATO’nun yeniden yapılandırılması ile ilgilidir. Trump yönetimi, NATO’nun Kasım 2010’da yapılan Lizbon zirvesinde alınan, alan dışı rol üstlenme kararını, bundan böyle Rusya’yı dışlayarak ve Çin’e karşı bir cephe oluşturmak için kullanılır hale getirmek istiyor. Bunu Orta Doğu’da da yapmak istiyor.
Trump yönetiminin yeniden seçilmesi durumunda bu konuyu öne çıkaracağını tahmin etmek ve NATO’yu esnek mukabele gücü olarak Orta Doğu’da Çin ve Rusya’ya karşı kullanmaya yöneleceğini tahmin etmek yanıltıcı olmaz.
Peki, Türkiye bu denklem içinde nerede diye sorulabilir. Türkiye yönetimi İbrahim Anlaşmaları karşısında, eskiden söylediklerini tekrar etmenin ötesinde, nasıl bir politika izleyeceğini ortaya koyamadı.
Obama döneminde olduğu gibi Trump yönetiminin de Türkiye yönetimine Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de sınırlı alanlar açtığı biliniyor. Ancak, söz konusu alanların sınırları üzerine iki taraf arasında bir uzlaşı olmadığı, aralarında ciddi görüş farklılıkları bulunduğu biliniyor. Tuhaf olan, Obama’nın gidişinden umutlu olanlar Trump’tan beklediklerini bulamadılar. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Doğu Akdeniz’de hep buradan öteye gidemezsiniz mesajı aldılar. Biden’e umut bağlayanların da aynı hayal kırıklığına uğrayacaklarından emin olabilirsiniz.
Emperyalizm kendi tekellerinin çıkarını önceler. Emperyalizmin tekelleri çevre ülkelerde bulunan ulusal ve bölgesel sermaye gruplarına sınırlı alan tanırlar; asla kendileri ile rekabet edebilecek konuma gelmelerine izin vermezler. En iyi ihtimalle eski teknolojiyi ortaklarına kakalarlar. Kurdukları ortaklıklarla onları hem besler hem dizginlerler, bu nedenle ulusal sermayeler ulusal yönetimlerini o belirlenen sınırlar içinde destekler. Bunun ötesi karakolda biter… Örnek isteyenler çok fena olanı için Irak’a, daha az fena olan için Yunanistan’a bakabilir. Irak’ta halk kendilerine ait olan yeraltı kaynaklarını emperyalizmin insafı kadar kullanabiliyor, Yunanistan borç batağında debeleniyor, çıkışını elde edemeyeceği maksimalist taleplerde arıyor.
“İbrahim Anlaşmaları” zoraki bir normalleşme adımıdır, hamisi baskıyı gevşetince anormalleşme hızlanır.
Peki, alternatif yok mu?
Hatırlatalım, alternatifsizlik söylemi Thatcher ile birlikte gitti…
ABD ve/veya İsrail gibi olalım hevesine kapılmak yerine, halkların maddi varlıkları dostça pay edebileceği alternatif bir sistemin bulunduğunu bilerek, bunu kurmanın gerekliliği kabul edilerek işe başlanabilir.