Sade Cumhur değil, kokuşmuş Hizbul-Cumhur ittifakıdır karşınızdaki. Size Takarof kurşunundan ve domuz bağı işkencesinden başka vaat edeceği tek bir şeyleri yoktur.

Hizbul-Cumhur

“Komandolar” adını Türkiye 1960’lı yılların sonuna doğru duydu. 27 Mayıs müdahalesini yapan Albaylar cuntasının bir üyesi olan Alparslan Türkeş’in kurduğu MHP’nin gençlik örgütü olarak faaliyet gösteriyorlardı. Kamplarda eğitilip halkın üzerine salınan Komandolar, bu partinin vurucu gücüydü aynı zamanda. İşledikleri cinayetler arttıkça Komandolar önce “Bozkurtlar”a, sonra “Ülkücüler”e dönüştü. Komandolar, 31 Aralık 1968’de SBF Öğrenci Derneği’ni basmaları ilk şiddet hareketleriydi. Bir yıl sonra Beşiktaş’taki Işık Mimarlık ve Mühendislik Yüksek Okulu’nu basarak öğrencilere ateş açtılar. O saldırıda Mehmet Cantekin öldü, yedi öğrenci yaralandı. Bu tarihten sonra “Komandolar”ın adı sık sık duyulacaktı. Saldırıları onların yaptığı belliydi ama kim oldukları belirlenemiyordu. Katillerin toplu halde koruyucu bir şemsiye altına alındığı ilk defa o yıllarda ortaya çıktı. O şemsiyenin adı “Kontrgerilla”ydı.

Solun yükselişi saldırıların dozunun artmasını da beraberinde getirdi. 70’li yılların ikinci yarısı bu tür eylemlerde büyük bir sıçramaya tanıklık edecek, bireysel saldırılar ve cinayetler şeklinde gelişen olaylar Kahramanmaraş Katliamı gibi kitlesel saldırılara dönüşecekti. Ardından “ses getirici” suikastlar dönemi başladı. Gazeteci Abdi İpekçi, Prof. Ümit Yaşar Doğanay, Prof. Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Maden İş Genel Başkanı Kemal Türkler birbiri peşi sıra öldürüldü. Mamak, Balgat, Bahçelievler, Piyangotepe’de katliamlar yapıldı. 1978-80 arasındaki o üç yıl içinde ülke cinayetler, vahşi saldırılar ve gözü kara suikastlarla bir askeri darbenin eşiğine getirilmişti. 

Bütün bu olaylarda aynı isimlerin geçmesi bir örgüte ve onun tetikçilik için eğitilmiş hücresine işaret ediyordu. Ülkücü militan Ali Yurtarslan, itiraflarında, o hücrenin kuruluşunu şöyle anlatıyordu: "(MHP yöneticisi) Şevkat Çetin, teşkilat başkanlarının aradan çıkmasını ve hücreler kurulmasını önerdi. Böylece ETKO, TİT gibi örgütler ortaya çıktı. Şevkat Çetin şöyle diyordu: ‘Tek bir mermiyi boşa atmayalım. Artık bunların beyin takımını hedef alalım… Emir verenleri, yönlendirenleri vuralım. Sıradan devrimcileri vurunca onları militanlaştırıyoruz." Bu konuşmalardan sonra devrimcilerin önderleri hedef alınmaya başlandı. Artık cinayetlere yeni imzalar ortaya atılıyordu: Ülkü Ocakları, TİT (Türk İntikam Tugayı), ETKO (Esir Türkleri Kurtarma Ordusu), İslami Cihat yeni faili meçhul faillerdi. Tetiği çekenler bir avuç militan gurubuydu; Mehmet Ali Ağca, Oral Çelik, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Muhsin Yazıcıoğlu... Bunlar o dönemin en acımasız tetikçileri olarak ünlenmişlerdi. Özel Harp Dairesi veya yaygın adıyla Kontrgerilla’nın MHP içindeki uzantıları veya aynı anlama gelmek üzere bağlantılarıydı bunlar. 

***

O hücrenin tetikçilerinden Muhsin Yazıcıoğlu, 12 Eylül’den sonra içeride yatarken, milliyetçiliğini dinle takviye etmeye karar verdi. Çıkar çıkmaz Büyük Birlik Partisini, “Ülkü Ocakları”nın muadili olarak da “Alperen Ocakları”nı kurdu. Alperen Ocakları BBP’nin militan gençlik teşkilatıydı. Yazıcıoğlu, MHP çizgisinin temsil ettiği “Türk-İslam Sentezi”ni bir adım daha ileriye taşımış, “İslam Türk Sentezi”ne dönüştürmüştü. Çizgisinde İslamcılık Türkçülüğün önüne geçmişti haliyle. Tarikatlara MHP’den daha fazla yaklaşmıştı bunun sonucu olarak. İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu ile arasında bir baba-oğul ilişkisi vardı. Şimdi dillendirilmiyor ama Fethullahçılarla da pek yakındı. Fethullahçılar Alperenleri birer manivela olarak kullanıyordu. Tarikat, Emniyet’teki adamları vesilesiyle bu ocağa yakın pek çok ismi devşirmiş, devşirdiği bu tiplerle alan düzlemeye girişmişti. Hrant Dink başta, o dönemin bütün önemli siyasi cinayetlerinde Alperenlerin dahli vardı. Rahip Santoro Cinayeti, Danıştay Saldırısı, Zirve Katliamı gibi ülkeyi sarsan cinayetlerin failleri ya BBP ya Alperen Ocakları üyesiydi. 

Ama neden sonra işler birden bozuldu, Cemaatle Yazıcıoğlu’nun arası açıldı. Hatta ölümünde Cemaatin dahli olduğu iddia edildi. Yazıcıoğlu ölüp sahneden çekilince koltuğuna Mustafa Destici oturdu. Destici’nin ilk işi de halefi gibi cemaatlere koşup el etek öpmek oldu. İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nu ziyaret edip, olurunu aldı. Fethullahçılarla ilişkileri hepsinden iyiydi. Parti içi muhaliflerin iddiasına göre gelir gelmez parti yönetimini Fethullahçılarla doldurmuş, partiyi FETÖ’ye angaje etmişti. Alperen Ocakları Genel Başkanı Serkan Tüzün, Destici'ye, “Cemaatini de alıp gideceksin” diyordu. Fethullahçılar devletten önce onlara nüfuz etmiş, bu yolla onları cemaattin ülkücü koluna dönüştürmüştü. Kontrgerillanın alacakaranlığında büyümüşler, ele ele verip karanlığı büyütmüşlerdi.

***

Kontrgerillanın kullandığı guruplar sadece bu “ülkücü tilkici” tayfa değildi. Dinci gericiler de aynı kapıdan girmeye pek hevesliydi. 18 Kasım 1967’de üç imamla bir ilahiyatçı tarafından kurulan Mücadele Birliği’nin “ideoloğu, teorisyeni, taktisyeni, perde arkasındaki fikir babası” Aykut Edibali’ydi. 12 Eylül darbesinden sonra Islahatçı Demokrasi Partisi’ni kurdu. Edibali ve partisi 1990’lı yıllarda islamcıların iktidarı almasının yolu açmada çok etkili oldu.  Mücadele Birliği, 1969 Şubat’ında “Huzur ve Asayiş Komitesi” adı altında bir vurucu güç oluşturmuştu, Komünizme karşı mücadele edeceklerdi. Hevesli başka dinci gericiler de vardı. Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, Türkiye Kuran Kursları Kurma Koruma ve İdame Ettirme Dernekleri, Milliyetçi Kültür Birlikleri, Türkiye Yüksek Öğretim Huzur ve Dayanışma Cemiyeti, Anadolu Milliyetçiler Derneği, Genç Kuvayı Milliye Derneği, Aydınlar Kulübü, Türkiye Din Adamları Yardımlaşma Dernekleri Federasyonu, Konya Mücadele Birliği ve Sancakları, sonradan adını Türkiye Milliyetçiler Birliği olarak değiştiren Türkçüler Birliği ve Vatansever Türk Teşkilatı bu hevesin getirisiydi. Anlayacağınız, tarikatlar Kontrgerillanın doğal müttefiki, doğal militanı, doğal uzantısıydı.

***

Hizbullah birliğe oyunun sonunda dahil oldu. Oysa Batman çıkışlı bu kanlı örgüt 30 yıl önce hepsinden kararlı görünüyordu. Örgütün cinayet işlerken sergilediği vahşet bütün ülkeyi sarsmıştı. Cinayetlerine Batman’da “PKK destekçisi” olarak tanımladığı isimleri kaçırarak başladı. Kentte saldığı korku nedeniyle güneş batınca herkes evine çekiliyor, korku içinde akıbetini bekliyordu. Kaçırılan kişiler işkenceli sorgulardan geçiriliyor, sorgu kayda alınıyor, kayıt örgüt yöneticilerine iletiliyor, onların kararına göre kurbanın akıbeti belli oluyordu. Sorgulananlardan çoğu işkencede can veriyordu, “domuz bağı”na uzun süre dayanmak imkansızdı. Ölenler evin bodrumuna veya bahçesini gömülü veriyordu. Tarikatlar, inancını yetersiz bulduğu dinciler, PKK’ya yakın olduğuna inandıkları herkes, doğal olarak gazeteciler, hedeflerindeydi.

2000’e Doğru dergisi Diyarbakır Temsilcisi Halit Güngen, Yeni Ülke muhabiri Cengiz Altun, Özgür Gündem muhabirleri Hafız Akdemir, Yahya Orhan ve Çetin Ababay, Gerçek Dergisi Diyarbakır Temsilcisi mesai arkadaşım Namık Tarancı bu örgüt tarafından öldürüldü.

Zamanla Hizbullah için cinayetle siyaset arasındaki fark ortadan kalktı. “İmanlı feminist” Konca Kuriş’i kaçırıp işkence ederek öldürdüler. İmanını yeterli bulmamışlardı. Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın İslam’a tehdit olduğuna inanıyorlardı, bir suikastla ortadan kaldırdılar. Nakşi Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım’ı kaçırdılar. Nakşibendilerin kendilerinden rol çalmasını istemiyorlardı. Hüda-Par işte bu kan banyosunda filizlendi, yıkandı, temizlendi. Cinayeti öteledi, siyaseti ilerlemek için daha uygun bulmuşlardı. 

***

Cinayet, “insan öldürme” anlamında Arapça bir sözcük. Cani oradan türemiştir. “Katl”i de bu anlamda kullanıyoruz fakat “birden fazla cinayet” anlamını da yükleyebiliyoruz. Katl’in, İslam hukukunda, bir de “ölüm cezası” anlamı var. Kılıç ile idam demektir, tanımlanmış bir suçun karşılığı olarak, “meşru” bir öldürme biçimi anlamına geliyor. 

Faili meçhul cinayet, bundan farklı olarak, öldürme eyleminin kim tarafından yapıldığının bilinmemesi demek. Cari şeklinde, “siyasal bir amaçla” “faili belli olmayacak şekilde öldürme” karşılığı olarak kullanılıyor. Siyasal bir amaç söz konusu olduğunda ise, fail olarak, basit bir sivil suçlu değil, bir “şebeke”, cinayet işlemek üzere oluşturulmuş bir teşekküle atıf yapılmış oluyor. Bu tür cinayetler, cinayetten çok siyasettir. 

Nitekim, Osmanlı’da, bu tür siyasal cinayetler için “siyaseten katl” sözcüğü kullanılmış. Siyasetle cinayet hep iç içedir, anlamındadır. Cinayet siyasal amaçlarla işlendiğinden failleri de siyasal kimlikleriyle karşımıza çıkıyor haliyle. Bazen bu “siyaset”ten arınıyorlar, temizlenip seçim yarışına giriyorlar.

Bunlar, anlattıklarımızın hepsi, ellerindeki kanı yıkayıp siyasete girdiler. Kontrgerilla ile akrabalıkları silindi gitti o sayede. Hepsi “saygın” birer siyasal parti artık. İktidardaki AKP ile ittifak kurdular, müttefik oldular. 14 Mayıs’taki seçime birlikte girecek, birlikte yarışacaklar. Halbuki tarihleri, hepsinin, “derin devletin” dehlizlerinde filizlendiğine işaret ediyor. O devleti tasfiye edecek, vesayeti kaldıracak diye desteklenen parti, AKP, iddia edilenin tam tersine “derin devleti” iktidara getirmek üzere. 

Hep olduğu gibi fethedenler fethedildi yine. Fethullahçılar, ülkücü tilkiciler, gündüz nizamcı gece alemciler, Ağarlar, Eymürler, yeşil kuşak çöplüğünde boy veren her boydan tarikatlar, yolu AKP’ye düşmeyen derin devlet unsuru kalmadı. Arada metastaz yaptılar, Millet İttifakı’na da yayıldılar. İyi MHP, aksak AKP, gazı kaçık DP, burada anlattıklarımızın yakın siyasal akrabasıdır. Sade Cumhur değil, kokuşmuş Hizbul-Cumhur ittifakıdır karşınızdaki. Size Takarof kurşunundan ve domuz bağı işkencesinden başka vaat edeceği tek bir şeyleri yoktur.

Çözüm ne diyorsanız söyleyeyim, sol varsa yol da vardır. Oy mu verirsiniz yol mu verirsiniz bilemem; Solu büyütmekle başlayacak her şey…