7.4 yetti: İslamcı yükseliş ve deprem

17 Ağustos depreminden birkaç ay sonra bir 'türban eylemi' sırasında bir kadının elinde tuttuğu kartonda bu yazıyordu: 7.4 yetmedi mi? Pankart büyük tepki gördü ama depremin ve bıraktığı izlerin ilerleyen yıllarda nasıl istismar edileceğinin de habercisiydi.

Mehmet Kuzulugil

17 Ağustos depreminden birkaç ay sonra 7 Ekim günü yapılan bir “türban eylemi” sırasında bir kadının elinde tuttuğu kartonda bu yazıyordu: 7.4 yetmedi mi?

7 Ekim günü, yani depremin üzerinden henüz 2 ay bile geçmemişken açılan bu pankart, Gölcük depreminin metafizik bir açıklamasını yapmakla kalmıyor, depremin yıktığı bölgenin ve bu bölgede yaşayan insanların günahları nedeniyle tanrının gazabına uğradığını ima ediyordu.

‘DEPREM 28 ŞUBATÇI BAHRİYELİLERİ CEZALANDIRDI’

Gölcük depreminin merkez üssüne çok yakın bir noktada donanma üssünün bulunması, deprem sırasında yıkılan evlerin ve buna bağlı can kayıplarının en yoğun olarak bulunduğu yerlerde “modern” yaşam sürdüren günahkarların yaşadığı gözlemi zaten depremden günler sonra muhafazakar tabanda bu görüşlerin yayılmaya başlamasına yetmişti.

“7.4 yetmedi mi?” pankartınaysa büyük tepki gösterildi. Binlerce değil onbinlerce kayıp verilmiş, yüzbinlerce değil, milyonlarca insanın büyük sıkıntılar yaşadığı, çok travmatik bir olayın bu şekilde istismar edilmesi, kaybedilenlere yönelik böyle bir saygısızlığın yapılabilmesi kolay kabul edilebilir gibi değildi.

Dönemin henüz marjinal sayılabilen islamcı yayınları dışında hemen tüm gazeteler ve televizyon kanalları, pankartı lanetledi.

Gani Müjde’den Ertuğrul Özkök’e köşe yazarları bu çok sivri çıkışı malzeme yaptı, yerden yere vurdu, ağzının payını verdi.

Öte yandan tepkilerin yaygınlığı aslında yanıltıcıydı.

17 Ağustos depreminin toplumsal hafıza ve kolektif vicdanda bir kalıcı etkisi olduysa, bunun metafiziğe yönelme, çoğu noktada açıkça dinselleşmenin ağırlık kazanması olduğunu bugün çok daha iyi görüyoruz.

“7,4 yetmedi mi?” pankartına büyük tepki gösteren geniş kalabalıklar, depremin yarattığı toplumsal sarsıntı içinde aslında biraz daha inançlarına yaklaştı, biraz daha bilimden uzaklaştı.

Hem Gölcük depremi, hem de izleyen aylarda yaşanan Bolu-Düzce depremi sırasında bölgede yardım çalışmalarına katılmış ve haber röportajlar yapmış olan bir gazeteci, görüştüğü kişilerin, özellikle depremin üzerinden aylar geçtikten sonra, o geceyi anlatırken oldukça soğukkanlı olabildiklerini söylüyor. Zamanın da soğuttuğu dehşeti üzerlerinden atmış olarak, sarsıntıdaki uyanışlarını, kendilerini dışarı atışlarını, yıkıntıların arasından çıkışlarını ya da yıkıntıların arasından çıkanları seyredişlerini anlatıyorlar. Fakat bir noktada bir tür trans haline geçerek, yaşadıkları ya da gördükleri şeyleri metafizik simgelere taşıdıklarını söylüyor. “Duvardaki saat bana düşman olmuştu, bana saldırıyordu” gibi cümleler kurduklarını ya da balkondan izledikleri yıkılmış bir binadan çıkanları doğaüstü bir olay gibi anlattıklarını belirtiyor.

Gerçekten de, Gölcük Depremi, zaten bilimle, gerçekçilikle arası epeydir açılmış olan toplumumuzun dinselleşme bataklığına gömülmesinde pay sahibi oldu.

Peki nasıl oldu bu?

Depremin, bir “olağanüstü” olay olarak insanları “başka manevi arayışlara” yönlendirdiğini mi söylemeliyiz?

Ancak 17 Ağustos 1999’da Türkiye’deki durumu gözardı ederek bunu yapabiliriz...

İslamcı yükselişe bir nefes de depremden geldi çünkü böyle istendi, ülkenin siyasal gerçekleri böylesini zorluyordu.

ÇARESİZLİK: SERMAYENİN TERCİHİ

17 Ağustos felaketiyle ilgili inkar edilemeyecek olan gerçek, öncesiyle, sonrasıyla böyle bir felakete, bu türden bir “olağanüstü” duruma hiç hazır olmayan bir devlet-toplum yapılanmasının üzerine geldiği olmalı.

Depremden aylar sonra daha iyi görülen ve tartışılan ihmalleri, denetlenmemiş yapıları, müteahhit alçaklıklarını ve devlet politikalarının felakete zemin yaratmış olmasını ayrıca değerlendirebiliriz.

Olayın hemen ardından yaşananlara bakalım öncelikle: Devletin böylesi bir olağanüstü durumda organize bir şekilde harekete geçerek hızlıca müdahale edebilecek yegane örgütü belki de orduydu. İzleyen günlerde soL haftalık dergisinde yazılmış bir gözlem notunda, ordunun pek çok yerde sahneye daha geç çıktığı, belki ilk günler kaybedilmemiş olsaydı, pek çok insanın kurtarılmış olabileceği anlatılıyor.

Ordu ne yaptı, ne yapabilirdi tartışmasının bir verimi yok.

Kesin olan şu: Deprem sonrasında topluca hissedilen “devletin yokluğu” oldu.

Sivil toplum karşısında geri basması, küçülmesi, özelleştirilmesi istenen devlet şimdi yoktu ve milyonlarca insanın yıkıntıların altında, üstünde ya da çevresinde olduğu bir anda bu büyük bir sorundu.

Solda da karşılıklarını yaratmış olan liberalizmin en büyük günahlarından birisi o sıralarda işlendi. Öyle ki, depremin gerçek sivil örgütlenmelerin ortaya çıkışı için bir fırsat olduğu yazıldı. Devletin yetersiz kaldığı yerde insanların gönüllü grupları halinde örgütlenerek seferber olmaları harika bir şeydi.
 

BENİM OĞLUM SİVİL TOPLUM OKUR, DÖNER DÖNER YİNE OKUR Eylül – Ekim 1999 Birikim Dergisi’nden
Gerçekten öyle mi?
(Rıfat N. Bali)
Hasan Bülent Kahraman’ın yerinde tespitiyle tümüyle bir “kentli girişimi” olarak deprem sonrası ortaya çıkmış olan bu sivil inisiyatif, gücünü halktan aldığını söylemesine ve geçici bir süre için esas itibariyle muhafazakâr bir yapıya sahip kesimi ve taşrayı temsil eden İslâmî sivil toplum örgütleriyle ortak bir noktada buluşmuş olmasına rağmen, çok kısa bir süre sonra, daha önce olduğu gibi kendi içinde bir “kentli laikler - taşralı İslâmcılar” ayrışmasını yaşayacağı kuşkusuzdur. Bu ayrışma noktasına gelinceye kadar veya bu ayrışmanın sonrasında sivil inisiyatifin gelişip gelişemeyeceği, gelişecekse hangi mecrada gelişeceği ise bir soru işaretidir.

Öyleydi! Fakat bunun “lanet olası devletten kurtulmak” için değil devleti gerçek bir toplumsal örgütlenme olarak kurmanın yollarını düşünmek için bir fırsat olduğu kabul edildiği sürece.

Depremi izleyen günlerde, akıl, bilim, örgütlenme, deneyim ve birikim ürünü olan yapıların harekete geçmesi gerekirken, “iyi insanlar” harekete geçiyordu.

“Bütün derdimiz bu olacak” değil elbette ama konumuz açısından, bunun belirleyici önemi var.

1999 depreminde (ve izleyen Bolu - Düzce depreminde) devletin yokluğu çaresizlik duygusunu, onun yerini iyi insanların doldurmaya çalışması ise yarı dinsel bir romantizmi pompaladı.

ÖRGÜTLER, ÖRGÜTLER, ÖRGÜTLER

1999 depremini izleyen günlerde devlet katında gündemin birinci değilse ikinci sırasında bu konu vardı: Örgütlerin depremi istismar etmesi, arama kurtarma çalışmalarının örgütlerin faaliyet alanı haline gelmesi.

Öyle ki, ÖDP ve Emek Partisi gibi yasal oluşumların yardım çalışmalarını örgütleme girişimleri engellemelerle karşılaştı. Az sayıda yerel inisiyatifte yine sıkı gözetim altında sol görüşlerin etkin olduğu kolektifler oluştu.

Bu dönemde islamcı örgütlenmelere karşı da bir devlet hassasiyetinin güdüldüğü söylenebilir. Öte yandan bu hassasiyet daha çok kontrol altında tutma çabasıyla sınırlı kalmıştır. Depremi izleyen dönemde yardım çalışmalarında da normale dönüş süreçlerinde de islamcıların yeni bir hareket alanı buldukları biliniyor.

Özel olarak anılması gereken bir noktaysa din görevlileri. 17 Ağustos depreminden hemen sonra değil ama deprem sonrası geçiş döneminde yapılan bir uygulama bu oldu: Olay bölgesine din görevlilerinin atanması. Gölcük depreminden 3 ay sonra sarsılan Düzce’deyse ilk günlerde bu adım atıldı.

SONUÇ: GERÇEKTEN YETTİ ARTIK!

17 Ağustos depreminin Türkiye’de bir islamcı dalga yarattığını, giderek AKP’nin iktidara taşınmasında bunun etkili olduğunu söylemek abartılı bulunabilir. Öte yandan, deprem ve sonrasında yaşananlarda islamcı yapıların kendilerine özel bir hareket alanı buldukları, en azından etkileri altında tuttukları toplumsal kesimlerin kemikleştirilmesinde felaketin istismarına dayanan çalışmalardan fayda sağladıkları açık bir gerçektir.