Dünyanın ve ülkemizin içinden geçmekte olduğu zorlu süreçte; "insanları korku ve sefaletten, yoksulluk ve yoksulluktan, iktidarların buna bağlı zorbalıklarından kurtaracak, toplumsal bir projenin bütüncül parçası ve kurucu unsuru” kabul edilen, liberal siyasal ve hukuk teorisinin temellendirdiği, tarihsel süreçte ortaya çıkan ve gelişen bir düşünce, bir kavramsal ve kurumsal yapı olan insan hakları, günümüzde hangi anlam ve işlevleri taşıyor?
“Yeni bir egemenlik savaşları çağı" olan yirmi birinci yüzyılda; küresel çapta artan savaşların, neoliberal politikaların yarattığı “iktisadi şoklar” ve sürekli kılınan ekonomik krizlerin, artan yoksulluğun, çöken sosyal güvenlik sistemlerinin, kamusal hizmetlerin piyasalaşmasının yarattığı baskıların, ulusal sistemlerde işlevsizleşen demokrasilerin, insanlar üzerinde korku ve baskıları arttıran keyfi iktidarların sarmalında, dünyanın her yerinde ırkçılık ve milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, popülizmin vb. olguların siyasal tercihleri belirlediği koşullarda, insan hakları “bir işaret fişeği “niteliği kazanabilir mi?
Dünyanın her yerinde toplumsal, siyasal ve ekonomik kategorilerin değiştiği ve hatta ortadan kalktığı bu koşulların tüm halk kesimlerinde "güvenlik kaygısını" arttırdığını, iktidarların bu güvenlik kaygısını kullanarak, toplumlar üzerinde, birey ve grup hakları olmak üzere, temel hak ve özgürlükleri, kişi hakları olan yurttaş haklarını daha çok sınırlama ve kısıtlama ve hatta ihlal yoluna gittiği, insanların güvenliklerinin korunması gerekçesiyle bu kısıtlama, yasaklama ve kontrollere sessiz kaldığı hatta savunur hale geldikleri bu gerilimli paradoks; insan hakları ve mücadelesi vasıtasıyla çözülebilir mi?
10 Aralık 1948 tarihinden bugüne değişen ne?
10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ilan edilen Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nin birinci maddesinde dile getirilen ve insan haklarının kaynağına işaret eden anlayış önemlidir. Madde içeriğinde "insanlar; özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdan ile donatılmışlardır ve birbirlerine kardeşçe davranmalıdırlar" şeklindeki anlayış, insanın diğer canlılarla ortak özellikleri yanında, tür olarak kendine özgü olanak ve özellikleri olan (akıl ve vicdan) ve bu olanakların değerinin bilgisinden oluşan onura sahip bir canlı olması nedeniyle, özel muamele görmesi ve birbirine karşı bu türden muamele (kardeşçe) göstermesi gerektiği düşüncesini özetler.
Bu düşünce insan hakları teorisinde o güne değin öne sürülen doğal haklar (klasik ya da rasyonel doğal haklar yaklaşımı) teorisi, hukuksal pozitivizm yaklaşımı ya da sosyolojik hukuk yaklaşımlarını ve ayrıca bu yaklaşımların bilgisel temeldeki eleştirisine dayalı olan, insan hakları normlarının insanın sahip olduğu özelliklerinin yani onu insan yapan olanaklarının değerinin bilgisinden türetilen dolayısıyla, hukuk değil, hukukun ötesinde hukukun türetileceği öncülleri oluşturan norm olduğunu vurgulayan felsefi antropolojilerin yaklaşımını da içerir.
İnsan haklarının tarih sahnesine çıkmasını sağlayan, koşulların bilgisidir ve ilk dönemlerden bugüne, feodal tarım toplumlarından, sanayi devrimi ve sonrası burjuva ulus devlet kurumsallaşması süreçlerinde bireyi , dönemin yönetim erkine, yönetim erkini kullanan iktidar gücüne (kral, kilise, senyör, parlamenter hükümetler vb.) karşı koruma, keyfiyet ve zorbalığa karşı güvence altına alma düşüncesidir. İnsanın insan olmasından kaynaklı, dokunulamaz ve yasa koyucunun iradesinin üstünde bir kaynağa dayalı haklara sahip olduğu düşüncesinin gelişimi ve dönüşümü ile ve özellikle iki dünya savaşının yarattığı yıkım ve yok oluşların ardından, bu acıların bir daha yaşanmaması arayışı, insan hakları alanında bugünkü geniş hukuksal mevzuatın oluşmasını sağladı.
Bölgesel (Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Amerikan Devletleri Örgütü, Afrika Birliği Örgütü vb.) ve evrensel (Birleşmiş Milletler Örgütü ve bağlı birimleri) insan hakları örgütlenmeleri gerçekleştirildi. Bu örgütlerin bünyesinde çok çeşitli konularda (ırk ayrımcılığından, her türlü ayrımcılığın önlenmesine, çatışmaların önlenmesi ve sorunların barışçıl yöntemlerle çözümlenmesi, dil ve din, etnik ulusal azınlıkların korunmasından, kişisel siyasal haklar sözleşmesi, ekonomik sosyal haklar sözleşmeleri, genel kapsamlı insan hakları sözleşmeleri, işkence ve her türlü kötü muamele ve cezaların önlenmesi sözleşmesi, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın ve kötü muamelenin önlenmesi sözleşmeleri, sosyal şartlar, seçimlerin demokratik yapılması ve gözlenmesi, hukuk üstünlüğü ilkeleri, yapay zeka kullanımı ve zararlarından korunması konuları vb.) bildirge, beyanname, sözleşmeler, temel hak içeren şartlar yapıldı. Bu hakların korunması için ve ihlal gerçekleştiren devletlerin cezalandırılması için farklı komite, komisyon ve mahkemelerden oluşan geniş bir koruma mekanizmalarının oluşumu sağlandı.
Çoğu devlet, bu sözleşmelerin tarafı oldu ve mekanizmaların yetkisini kabul etti. Ancak, bu taraf olma, uluslararası sistemde kabul görme ve ulusal çıkarların korunması için bir şekli işlemden ibaret olarak görüldü ve eylemlilikte etkisi çok sınırlı kaldı. Devletler (özelde iktidarlar) kendi ulusal çıkarlarını insan haklarının önünde tutmaya devam etti. Ve o günden bugüne geçen yetmiş altı yıllık süreç, insan haklarını düşünsel anlamda öne çıkarmış olsa da, Johan Galtung'un "insan hakları insanlığın acılarını azaltmakla ilgili barış projesinin bir parçasıdır" tanımında vurguladığı işlevselliği kazandıramadı.
Özellikle 1990'lı yıllardan başlayarak, küreselleşme paradigması ile uluslara dayatılan ekonomik ve kültürel hegemonya kapsamında dünya düzeyinde bir kontrol toplumu yaratmak için emperyal kapitalizm, ulusal egemenlikleri (devletleri) bu uluslararası kontrol topluma entegre etmek amacıyla (toprak bütünlüklerini parçalamak, egemen sistemlerini yok etmek, devletsiz bırakmak suretiyle) gerçekleştirdiği müdahalelere “insan hakları ve demokrasiyi iyileştirmeyi” birer gerekçe olarak kullanmaya başladı! Irak'tan, Afganistan'a, Libya'dan, birden çok ülkeyi kapsayan Arap Baharı, turuncu devrimlere kadar, insan haklarına dayalı müdahaleler ile yerle bir edildi. Kapitalizm, kendi küresel krizlerinden kendini korumak için, toplumlara yaşatılan savaş ve iktisadi şoklar ile yeni bir egemenlik savaşı çağı daha başlatmış oldu!
Geldiğimiz koşullarda durum
İçinde bulunduğumuz süreçte:
- Küresel kapitalizmin devletlere müdahale için insan hakları ve demokrasi gerekçesine ihtiyacı kalmadı, hatta, ulusal ve uluslararası düzeyde demokrasi ve insan hakları bağlamlarından hızla kurtulma sürecine girdi, doğrudan müdahale ve her an her yerde herkesin içinde bulunduğu “topyekün savaş” konseptine geçilmiş bulunuyor.
- Demokrasiler hızla işlevsiz hale geliyor. Temsili demokrasi sorunları çözme kapasitesini yitirmekte. Artık temsili demokrasi yerine ya da onunla birlikte doğrudan demokrasi, kitle demokrasilerini tartışmalı, siyasal ve toplumsal katılım süreçlerinde halkı doğrudan katacak, farklı modeller ve mikro halk meclisleri sistemi oluşturulmalı.
- Tüm dünya halkları sürekli korkuya dayalı bir güvenlik kaygısı içinde tutuluyor. Bu korku içinde bireyler ve geniş halk kesimleri, iktidarların "güvenlik mi haklar mı" iklimi yaratarak (sanki bunlar karşılıklı çatışan olgu ve yapılarmış gibi) yarattıkları keyfiyet içinde, güvenlik kaygısını gidermek söylemiyle aldıkları önlemleri ve yasakları, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran uygulamaları, sorunsuz kabullenir hale getirildi! Önlemler yasakları, yasaklar kontrolleri, kontroller denetim toplumlarını yarattı ve birey, kendisi hakları ile birlikte bunların kurbanı haline getirildi.
- Bu koşullar içerisinde iktidarlar, yönetim yetkilerini kötüye kullanmaya, erklerin kontrolsüz merkeziyetleri sağlayan sistem biçimleri oluşturmaya, halkın içinde olmadığı belli ekonomik çıkar gruplarına dayalı bu çıkarların koordinasyonundan ibaret olan, ulusal ve uluslararası hukuk kurallarını tanımayan "kanunsuz yönetimler" oluşturmaya başladı.
Bütün bu durumlar; insanın onurundan türetilen, onu insan yapan değerlerinin korunmasını, insanın etnik, din, dil, ırk, yaş, cinsiyet, sosyal sınıf, felsefi ideolojik anlayış ayrımı olmaksızın eşit şekilde olanaklarını gerçekleştirmesi koşullarına sahip olmasını talep eden ve bunları oluşturmayı ve sürdürmeyi devlete ödev olarak yükleyen, devletin yetkilerine bir sınır getirmeyi, keyfiyetini engellemeyi amaçlayan insan hakları alanında; devletin bu hakları hem yasal güvenceye kavuşturan, koruyan, hem de kendine bu anlamda sınırlar koymaya zorlayan ve dolayısıyla bu hakların ihlalcisi tek özne olma konumu ile insan ve haklarının korunması alanındaki gerilimi arttırıyor.
İçinde tutulduğumuz disiplin (hatta kontrol) toplumunun insan haklarının her birey için garantilerini ortadan kaldırdığı gerçeğinden hareketle, insan hakları ile hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve demokrasi arasında yapısal ve işlevsel zorunlu bağlantı üzerinde yeniden durmak ve bu bağlantıyı kavramak bir zorunluluk oluşturuyor. Zira günümüzde bu zorunlu bağlantının kopmuş olduğu, parçalandığını ve dolayısıyla, dünyanın her yerinde ve ülkemizde insan haklarının yoğun şekilde ihlal edilmekte olduğu gerçeği ortadadır.
İnsan hakları, hukuk devleti ve demokrasi bağlantısını kavramak ve mücadele
İnsan haklarının; hukuk devleti, hukuk üstünlüğü ilkesinin, iktidara meşruiyet sağlayan mekanizmanın, bu iktidarın her türlü karar ve icra yetkisinin hukuk temelinde ve hukukla sınırlı olduğu, hesap verme ve hesap sorma denge ve fren mekanizmalarının işlediği, siyasal katılım süreçlerine halkın en geniş şekilde katılım ve denetim olanaklarının sağlandığı ve güvenceye alındığı, şeffaf bir siyasal sistemin yapısal ve işlevsel kurucu unsuru olduğunu kavramak, yapılacak mücadelenin de ilkelerini belirlemek açısından önemli hale geliyor.
Karşılıklı olarak aynı zamanda; insan haklarından türetilen hukuka ve anayasaya dayalı hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve bunların güvenceye bağladığı hukuki güvenlik ilkesinin ve laiklik ilkesinin (hukuksal bir insan kurumu olan devletin kurum, kuruluş, örgütlenme ve işleyişinin ve bu işleyişi belirleyen hukukun oluşturulması ve işletilmesinde, herhangi bir din anlayışı ve normlarının, dini görüşlerin belirleyici ya da etkili olmaması, göz önüne alınmaması talebini dile getiren ilkedir) ve bunlara dayalı anayasal demokrasinin insan haklarının garantisini oluşturduğunu kavramak ve bu bağlantıyı açıkça göstermek de, mücadelenin amaçlarını belirlemek bakımından zorunluluk oluşturuyor.
Türkiye’de durum
Türkiye öznelinde; (Osmanlı dönemi özel koşullara sahip olduğundan ve oturum başlığının dışında tutulduğundan, başka bir yazı konusu oluşturmaktadır) Türk anayasal gelişim tezlerine bakarak, insan hakları sorunsalını siyasal, sosyal gelişmeler ve toplumsal dönüşüm paralelinde, koşulların bilgisinden hareketle şu dönemler çerçevesinde ele almak doğru olur:
- 1920-1950,
- 1950-1960,
- 1960-1980,
- 1980-2000,
- 2000'den bugüne gelişen dönem ve süreçler.
Tüm bu dönemlerin toplumsal hafızamızda, bellek ve algılarımızda; yasaklar, muhtıralar, tahkikat komisyonları, giderek tekrarlanacak darbe dönemleri ve askıya alınan temel hak ve özgürlükler, olağanüstü hal dönemleri, haksız hukuksuz yargılamalar, sistematik işkence ve kötü muamele uygulamaları, zorla yerinden etmeler, gözaltında kayıplar, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, Malatya kitlesel katliamları, art arda gerçekleşen sayısız faili meçhuller, Gazi, Madımak, Başbağlar Roboski, Reyhanlı, Suruç Ankara Gar katliamları, İstanbul, Diyarbakır'da gerçekleştirilen patlamalar ile yer alan izlekleri var!
İçinden geçtiğimiz dönemi ise siyasal islamcı yönetsel anlayışın neoliberal politikalara eklemlenmesi süreçlerine ve yapısal koşullara göre; 2002-2010, 2010 -2017 ve 2017 sonrası dönem diye ayırmak doğru olur!
2002 tarihinde başlayan süreç, siyasal islamcı muhafazakar, otoriter, eril, cinsiyetçi bir yönetim anlayışının ve onun siyasal, sosyal, ekonomik politik iktidar hegemonyasının dönüşerek, kendi rejimini inşa süreci olarak, farklı özelliklere sahiptir.
Bu dönemler üç özellik altında özetlenebilir:
- Bu süreçte AKP, neoliberal politikaları eklemleyerek, siyasetini popülist, pragmatik, kısa vadeli reformlar, tavizlerden ibaret bir çerçeveye oturttu. Temsili demokrasiyi yapısal ve işlevsel olarak, seçimlerden ibaret olan bir sandık demokrasisine dönüştürdü. Halkın siyasal süreçlere katılımını sağlayan hak, olanak ve yapılanmaları teker teker ortadan kaldırdı. Yasama yargı ve yürütme erklerini tek iradede toplayan, benzeri olmayan, denetim ve denge mekanizmalarının ve hukukun temel işlevinin bağımlı hale geldiği bir sistem kurdu. Seçimlerin şeffaf özellikleri, siyasal partilerin seçim ve propaganda ortamları, halkın haber alma ve bilgilenme hakkı, ifade özgürlüğü, gösteri ve yürüyüş hakları, örgütlenme ve sendikal özgürlükleri, akademik ve bilimsel özgürlükler ortadan kaldırıldı. Yargı araçsallaştırıldı. Meşru olmayan ve fakat “toplumsal rızayı kendi araçlarıyla yeniden üreten" bir sistem oluşturuldu.
- AKP, toplumla siyaset aracılığı ile kurması gereken ilişkiyi ekonomi üzerinden kurdu; çıkarların koordinasyonundan ibaret bir iktidar sergiledi, en alt tabanda sosyal yardımlardan yararlanarak yaşamını sürdüren geniş bir kitle tabanı, ortada cemaat ve tarikatların oluşturduğu, hukuksal olarak özerk ve öznel alana sahip siyasal, sosyokültürel bir ekonomik üretim/ paylaşım örgütlülüğü ve üstte ihale, teşvik ve doğrudan yatırım olanaklarıyla kendine bağımlı bir sermaye çıkar sınıfından oluşan bir güç piramidi inşa etti! Sosyal ve ekonomik eşitsizliği büyüten, emekçi ve üretim gücünü baskılayan, doğal kaynakların talanına dayalı neoliberal islamcı bir ekonomipolitik inşa etti. Grev ve sendikal hakların yasaklandığı, iş güvencesi ve güvenliğinin kalktığı, ücretlerin giderek azaldığı, sosyal güvenlik siteminin çöktüğü, TBMM'nin bütçe yapma ve denetleme hakkının şekli hale geldiği, yoksulluk ve yoksunluk üretirken, milyarder sayısını arttıran bir ekonomik sistem kurdu.
- Bu yapı üzerine, siyasal islam temelli bir yaşam ve mekan anlayışına dayalı, toplumsal cinsiyet eşitliğini reddeden, günah /sevap, caiz olan olmayan ayrımını yaygınlaştıran, yalnızca kamusal alanı değil bireyin özel alanını da kapsayan bir kültürel hegemonyayı, topluma dayattı. Dinsel bilgi üretimi ve paylaşımını kendi elinde tutan bir enformasyon merkezi ve algı oluşturdu. Bu algı üzerinden siyaseten hasım olması gerekenleri, “iyi olan biz, kötü olan onlar” şeklinde tanımlama üzerinden düşmanlaştırdı, toplumu böldü ve kutuplaştırdı. Her seçim döneminde bu ayrım üzerinden kendi tabanını konsolide ve mobilize etti.
Buradan bir çıkış yolu oluşturmak durumundayız! Bu ülke bizim. Payımıza düşeni alamadığımız bu gayrisafi hasılayı, emeği ile üreten bizler, buradayız! Nasıl bir yönetim ve toplumsal anlayış içinde yaşamak istediğimizi, biliyoruz! İnsan hakları, bize kendi onurumuza sahip çıkma bilincini ve duyarlılığını hatırlatır! Bunun için mücadele sorumluluğu yükler. Mücadelenin biçimini de, içinde bulunduğumuz koşullar belirler. Hepimize çok iş düşüyor. Her zamankinden çok daha cesur olmakla başlamalıyız.
Hatay’da depremi yaşayan bir depremzede olarak hatırlatmak isterim ki; Hatay, özelde Antakya, Defne, Samandağ, Kırıkhan, İskenderun, insan kaynaklarını, alt ve üst yapısını ekonomik olanak ve birikimini bütünüyle kaybetmiş durumda. Bu koşullar, orada yaşayan her birey için tıpkı deprem yaşayan diğer kentlerde olduğu gibi, “topyekün bir insan hakları ihlali” niteliği taşımaktadır. Orada insanlar sevdiklerini, birikimlerini, yaşam olanaklarını, geçmişlerini, anılarını, umutlarını ve ütopyalarını kaybettiler! Şimdi Hatay, cihatçıların Suriye’ de attığı naraların tedirginliği içinde! Tüm yetkili ve sorumluları derhal ve öncelikle çözüm bulmaya davet ediyorum. Geç kalınmış durumda, daha da geç olmasın!
*Hukukçu/Akademisyen