Türkiye Yüzyılından iş ilanı: Türkiye'yi karşı devrim ile barıştıracak sanatçı aranıyor!

Cumhuriyet yıkıldı. Sanatçıya ise bugün düşen görev bu harabeyi kendine yuva etmek değil, yeni bir cumhuriyeti kurmak için kolları sıvamak.

Efe Ardıç

14 Mayıs itibari ile Erdoğan, ilgili odakları “Erdoğansız AKP” projesini de bu ülkede en güzel ben işletirime ikna etmiş gözüküyor. Neydi Erdoğansız AKP projesi? Erdoğan’ın cumhuriyetin tasfiyesine dair bütün kazanımlarını kalıcı hale getirecek, bu yeni; laiklik, bağımsızlık, amele hakları gibi “pranga” kavramların yükünden kurtulmuş Türkiye’yi toplumda büyük huzursuzluk ve istikrarsızlıklara sebep olmadan yönetebilecek yeni bir siyasi iktidar. Yani usulüne göre yapılmış görünümlü bir seçim, yani Türkiye Yüzyılı!

Anıl Çınar köşesinde, bu Türkiye toplumunu karşı-devrim ile barıştırma atılımının yegane meşruiyet kaynağının ve gücünün meclis olabileceğini yazmıştı. Ancak meclis, bir güç olarak, yalnızca bir başlangıç noktası olabilir. Benzer siyasi süreçlerde her zaman olduğu gibi, bu atılımın da başarı ölçütü toplumu öpüşüp barışmaya ne ölçüde ikna edebildiği olacaktır. Edemediği takdirde ortada, düzenin bütün siyasi kurumlarının çok ciddi bir meşruiyet krizi yaşama riski vardır. Bu da Erdoğan’a ve “ilgili odaklara” bu atılımı yaptıran temel endişelerin boyut atlayarak gerçeğe dönüşmesi anlamına gelecektir.

Dolayısıyla riske atılamaz. İktidar cephesinin hiç vakit kaybetmeden gazetecisiyle, yazarıyla, sivil toplumuyla ve (bu yazının konusu olan) sanatçısıyla, tüm muhalefet cenahına1 seslenmeye başlamasının sebebi budur. 

“Bak bizimkiler de seni severek izliyor/dinliyor!” diyor iktidar cephesi. 
“Burada da kendine yer bulursun!” 
“Hem zaten siyaset senin neyine? Anlamazsın sen böyle işlerden belli kafan karışmış.”
“Önemli değil, biz seni kabul ederiz yine de.”
“Hem seni siyasisin diye mi severler ki? Eski cenahından da eksilmez sevenin, bakma sosyal medyada çıkan seslere, orada anca provokasyon.”

Açmış iktidar kollarını bekliyor. Sanatçılar aydınlar, bu kucaklaşmaya koşacaklar, koşarken bir tuhaf kültürel kutuplaşmanın sisini dağıtacaklar. Sis dağılır mı? Dağılır. Neden dağılmasın? Gerçek bir karşıtlık değil ki, sis! Gerçek karşıtlık kültürel değil, politik. Otomatik olarak da sınıfsal. Gerçek karşıtlık cumhuriyet ile karşı-devrim arasında. Sanatçımızın karşı karşıya olduğu risk, sisten koştuğu yeri göremezken, kendini karşı devrim cephesinde bulmak. 

Sanatçımız Türkiye Yüzyılı’nda kendine yer bulamaz mı? Bulabilir pek tabi. Konu bulup bulamayacağı mı? Herhalde değil. Konu Türkiye sanatçısının ve aydınının üstüne yapışmış savruk damgasından kurtulabilmesi için gerçek bir taraf olma ihtiyacı.

Taraf olmaktan neyi anladığımızı göstermek için tarihten beslenecek küçük bir parantez açalım. 

Sendikaların sanatçıları

Sene tahmini 1973; Orhan Taylan, Gültekin Çizgen, Gülsün ve Sadık Karamustafa, Kuzgun Acar ve daha niceleri Devrimci Sanatçılar Birliği’ni kuruyor. Kuruyor derken resmi bir kuruluş değil, biraz da şakayla karışık, ilan ediyorlar. Halihazırda sanatsal becerilerini sol öğrenci hareketinin, sendikaların hizmetine sunuyorlardı. Birlikte çalışmanın adını koyuyorlar. 

O zamanlar her şeyin adı devrimciydi zaten diye de şakaya vuruyorlar. Birliğin adı da şakayla karışık yani. Bunu ilk duyduğunda insanın morali bozuluyor. Birlik ciddiyetini yitiriyor sanki. Devrim ciddi bir iş sonuçta. Ancak bir rüzgâra kapılıp konulmuş bir isim değil bu. Bu kuşağın bir talihidir belli değerlerin tek adresinin devrim olduğunun farkındadırlar. Eşitlikten, bağımsızlıktan yana olan devrimden, işçi sınıfından yanadır. Bu sadeliğe bugün de sahip olsaydık laiklik, cumhuriyet, aydınlanma gibi değerleri de devrimciliğin hanesine yazıyor olurduk herhalde. 

Saydığımız isimlerin bu yıllardaki sanatsal üretimleri “taraftır”. Devrim için üretilir. Kuzgun Acar’ın devrimci tiyatrolar için ürettiği mask’lar 1 Mayıs’larda takılır. Sendika broşür ve dergileri için desenler çizilir, salon etkinliklerine heykeller ve afişler hazırlanır: İlginç bir örneği ’74 senesinde Lastik-iş 20. yıl kutlama şenliği için hazırlanan 2 metrelik lateks lastik işçisi heykelidir. Bu ekibin en bilinen işi ise Orhan Taylan’ın ’76 1 Mayıs’ı için hazırladığı o simgeleşmiş afiştir.

Türkiye tarihi tarafını doğru seçmiş sanatçılar ile doludur. Yalnızca siyasi öznelere verdikleri teknik destekler ile değil, sanatlarının kökünden taraflılığı ile Nazım Hikmet’ler, Abidin Dino’lar, Aziz Nesin’ler geçmiştir bu dünyadan. Haklarında çok yazılıp çizildi, ben burada açmayacağım. 

Nereye taraf?

Yazının bir yerinde “gerçek bir taraflaşma” ifadesini kullandım. 14 Mayıs’a referansla taraf oldum da bertaraf oldum diyecek sanatçıyı, yazının başını yeniden okumaya davet ederim. Bahsi geçen öpüşme barışmanın nerede başladığını görmek önemli. Bu atılımın temel gücü meclis olacak dedik de meclisin yalnızca Cumhur İttifakına tekabül edecek kadarını mı kastettik? Uzlaşı çok uzun zaman önce muhalefet kanadı ile başladı zaten. Yine bunu görmek için Anıl Çınar’ın bahsi geçen köşe yazısına bakılabilir. Zaten uzlaştığı ölçüde muhalefet kanadı, bahsettiğimiz cumhuriyet değerlerini temsil etme yetisini de kaybetti. Böyle bir temsile niyetleri de kalmamıştı zaten. Taraf olunacaksa tarihsel bir taraflaşma, değer ve ilkelerle doğrudan kurulacak bir bağ gerekmektedir.

Bir insan neden taraf olur?

Biri icra ettiği sanatı ve yaşayış tarzını cumhuriyete borçlu olduğunu göremiyorsa, biraz da görmek istemiyordur. Ahlak, onur ve sorumluluk hisleri, biraz da “kitle baskısı” ile oluşur. Burayı geçelim. Korku önemli bir motivasyon olabilir belki de. Fiziksel bir tehlikenin korkusu değil elbette bahsettiğim. Tarihin yanlış tarafında kalma korkusu. Türkiye’nin ilerici damarının galip gelmesinden yana bir korku. Hatta böyle bir ihtimale umutla değil de korkuyla bakacak bir duruma düşmenin korkusu. Tarihin yargısı güncel popülerlikten daha acımasızdır. 

 Türkiye’de karşı-devrimin adı Siyasal İslam, sanata ve sanatçıya düşmandır. İktidarın tadına ilk bakışları, kısa süreli ve kısıtlı da olsa, 1974 Ocak ayında kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti. İlk icraatları ise müstehcen olduğu bahanesi ile Karaköy’deki Güzel İstanbul heykelinin kaldırılmasıdır. İslamcıların o günden beri sanata ve sanatçıya saldırıları bitmedi. Zaman zaman boyut ve şekil değiştirdi, ihtiyaç duyduğunda fiziksel şiddet biçimini aldı. 

Sene 1985, Ferhan Şensoy Siyasal İslam eleştirilerini de bulunduran Muzır Müzikal adlı oyununu sahnelediği için hep tehdit alıyordu. Önce mektup gelmişti: “Eğer bu oyunu sahnelemeyi sürdürürseniz, kendinizi yok bilin.” Sonra telefon: “Eğer bu akşam da perdeyi açarsanız sonucuna katlanırsınız.” Gece sahneden alevler yükseldi. Ateş kulisi sardı, koltuklara sıçradı. Şan Sineması, gece bekçisi Niyazi Özlü ile birlikte kül oldu. “İlginçtir, daha alevler söndürülmeden yetkililer bir açıklama yaptı: Yangın elektrik kontağından çıktı." diye anlatır Şensoy. Yangından sonra karşı-devrimin adaleti çalıştı. Şensoy adı geçen oyunu yazıp oynamaktan 21 gün hapis cezası aldı.

Sene 2009, İdil Biret Topkapı Sarayı avlusunda  Whitehall Orkestrası ile konser verecek. Dışarıda Alperen Ocakları üyeleri toplanmış. Namaz kılıyorlar. Slogan ve tekbirlerle içeri girmeye çalışıyorlar. Giremeyince konser afişlerini yakıyorlar. Kutsal emanetlerinin olduğu sarayda içki içilmesine dertlenmişler. İzleyicilerin bir kısmı arka kapıdan çıkarılıyor, sanatçılar polis nezaretinde otellerine götürülüyor. Sivas katliamının üzerinden 16 sene geçmiş. Biret’in eşi bir benzerinin yaşanmasından korkuyor.

Bu örnekler çoğaltılır.

Böyle bir tarihin üstüne bir kucak açma gösterisi karşı-devrimin bükemediği eli öpmesi değil midir? Bir manada öyledir tabi. Bu da bu ülkenin ilerici birikiminin hanesine yazılsın. Onlar da dilerlerdi İbrahim Kalın’ın sazıyla ile bu işi bitirebilmeyi. Ama bundan Türkiye’nin bir pat halinde olduğu yanılsaması çıkmasın. Bizim bükemediğimiz eller daha fazla. İnisiyatifi çok uzun süre önce kaybettik. Cumhuriyet yıkıldı. Sanatçıya ise bugün düşen görev bu harabeyi kendine yuva etmek değil, yeni bir cumhuriyeti kurmak için kolları sıvamak.