Toprağın hafızası, sınıfın romanı: Kırmızı Buğday

Kırmızı Buğday yalnızca geçmişimizi anlatmıyor; geleceğimize dair büyük bir hikâyeyi de bugünden kuruyor.

Kaya Tokmakçıoğlu

Ahmet Büke’nin Nisan ayında yayınlanan ikinci romanı Kırmızı Buğday, yağmuru bilen, kurdun niyetini sezebilen, buğdayın başaklaştığı zamanı ve harmanın yasını tanıyan, kısacası toprağın dilinden konuşan bir roman. 

Edebiyatımızda çoktan unutulmaya yüz tutmuş bir damar olan “toprak insanının tarihi”ni yeniden canlandıran ve onu sınıfsal bir bilinçle donatan anlatı, Manisa’nın Gördes coğrafyasında yüzyılın başına –bir yandan imparatorluğun çöküşüne, diğer yandan Cumhuriyet’in doğumuna– odaklanırken ne soyut bir tarihçiliğe ne de nostaljik bir efsane anlatısına düşüyor. Büke “bağımsızlık” ve “toprak” sözcüklerini yan yana getiren o özgün momenti, sınıfsal bir gözle yeniden düşünmemizi sağlıyor. 

Geleneksel-feodal ve yarı-sömürgeleşmiş düzenin kapitalist üretim ilişkileri karşısında aşınmaya başlamasını ustalıkla çözümleyen roman, tarihsel çözülmeyi sadece yüzyılın başına odaklanarak değil, Osmanlı içinde yüzyıllardır süregelen reaya eşraf arasındaki ilişkileri de sahneye çıkararak veriyor. Gördes özelinde şekillenen sınıfsal yapı, köylü ile mütegallibe, tüccar ile büyük toprak sahibi ve reaya ile eşraf arasındaki gerilimler düzeyinde inşa edilirken, yereldeki sınıfsal çatışmaların izi büyük savaşların ve kurucu siyasal süreçlerin (Çanakkale Cephesi, Kurtuluş Savaşı vb.) gölgesinde ortaya konuyor. Bu bağlamda, Kırmızı Buğday, yalnızca kişisel hafızanın değil, kolektif-tarihsel belleğin de mekânı hâline geliyor.

Kuvvacılığın sınıfsal yüzü: Dağdakiler ve ovadakiler

Romanın omurgasını oluşturan Kuvvacı mücadele, klasik anlamıyla "millici" bir anlatıdan farklı olarak, açık bir sınıfsal gerilim içinde veriliyor. Büke, Ege’nin coğrafi ve sınıfsal ayrımını keskin bir şekilde çiziyor: Dağdakilerle, yani Gördes’in yoksul, toprağa bağlı, yağmurla konuşan insanlarıyla; ovadakiler, yani Akhisar’ın zenginleri, mütegallibesi, ticaretin ve siyaset cambazlığının insanları arasındaki ayrım, roman boyunca her sahnede hissediliyor. Ovadakiler işgalcilerle iş tutarken, dağdakiler ellerinde ne varsa onunla direniyor. Yunan’ın tüfeğiyle, İngiliz’in istihbaratıyla beslenen “ağa-bey” takımı hem maddi hem kültürel açıdan yozlaşmış bir Osmanlı mirasını taşırken, dağda örgütlenenler, sahici bir halkçı direnişin taşıyıcıları oluyor. Ahmet Büke’nin yer yer isim vermekten kaçınarak, kimi zaman da alegorik bir anlatımla yaklaştığı karakterler –örneğin Köstenli İbrahim’in Kuvvacı’dan Deli İbram’a dönüşümünü düşünelim– tam da bu anlatının merkezine yerleşiyor. Kırmızı Buğday, bu haliyle sadece tarihsel bir roman değil; aynı zamanda sınıf atlamanın, ihanetin, dönüşümün ve dayanışmanın da romanı.

Roman, mekânı salt bir arka plan olmaktan çıkarıp, tarihsel dönüşümün ve sınıfsal mücadelenin merkezi dinamiği haline getiriyor. Gördes ve çevresini, sadece coğrafi bir referans değil, aynı zamanda farklı toplumsal katmanların ve sınıfsal çelişkilerin somutlaştığı bir sahneye dönüştüren Büke, Ege’nin bu topraklarını feodal düzenin son kaleleri olarak öne çıkarıyor. Öte yandan İzmir, modern kapitalist dinamiklerin yükseldiği, burjuvazinin palazlandığı, mütegallibenin ve emperyal güçlerin etkisinin yoğunlaştığı bir mekân olarak belirginleşiyor. Liman kenti olmasıyla emperyalizmin Anadolu topraklarındaki en önemli kapılarından biri olan İzmir, romanın feodal olmayan ama henüz tam anlamıyla kapitalistleşmemiş, sancılı ve çok katmanlı ekonomik ve toplumsal yapısını simgeler. Kentte ortaya çıkan sınıfsal çatışmalar, emek-sermaye ilişkileri ve siyasal mücadeleler, romanda daha geniş bir tarihsel panoramanın parçası olarak sunulur. Bu edebi panoramada yalnızda bir şehir değil, sınıfsal çelişkilerin kesişim noktası resmedilir: 

“Dökümhaneler, makine atölyeleri, boy boy marangozhaneler, hatta Prokopp Bira Fabrikası'na vardiyaya koşan işçiler ve çıraklar öğleden sonraları İzmir güneşinden kaçarak Bella Vista'daki denize bakan zenginlik içindeki evlerinde şekerleme yapacak olan cici beyler ve hanımlara sürtünerek geçerlerdi. İşte İzmir lüks ve düşük otellerin, kafe, sinema, tiyatro ve tavernanın, okulların, hastanelerin, boyahane, tabakhane, fabrika ve imalathanenin, sayısı belirsiz çarşı, han ve arastanın, kilise, cami ve havranın, her milletten zengin, yoksul, düşkün, hırlı hırsızın doldurduğu, kimi zaman herkesin kendinden olmayana öfke duyduğu, kimi zaman da kimsenin yanından geçe ne dönüp bakmadığı tuhaf ve güzel bir şehir olarak o günlerde de hayatını her şeye rağmen sürdürüyordu.” (s. 238).

Bu çok katmanlı anlatım, İzmir’i adeta toplumsal bir roman karakteri haline getirir. Büke’nin anlatısının bu noktasında Tanpınar’ın estetik duyarlılığı, Orhan Kemal’in sokak işçiliği ve Halikarnas Balıkçısı’nın kıyı lirizmi aynı anda yankılanır.

kb
Roman, Can Yayınları'ndan çıktı.

Üç Kemaller ve Nâzım’ın izinde

Ahmet Büke’nin edebiyatı, yalnızca konusuyla değil, dili ve üslubuyla da sınıfsaldır. Kırmızı Buğday, yalın ama ritmik bir anlatımla ilerler. Büke, dili süslemekten çok, ona sahici bir müzikalite kazandırır. Toprak konuşur, kadınların elleri konuşur, yaşlıların çehresindeki kıvrımlar, yeni doğanların ağlayışı konuşur. Bu yazarlık biçimi, Yaşar Kemal’in doğa ve insan arasındaki ilişkiyi destansı bir biçimde işleyişini, Kemal Tahir’in feodal çözülüşü tarihsel bağlam içinde kavrayışını ve Orhan Kemal’in gündelik hayatın sınıf mücadelesi içindeki yerini hatırlatır. Öte yandan Büke bir takipçi değil, söz konusu çizginin çağdaş bir eşdeğeridir. Ege’nin dağlarında Toroslar’ın yankısı, Gördes’in tütün tarlalarında Çukurova’nın teri vardır. “Bereketli Topraklar”dan “kızıl buğdaylara” uzanan bu hat, bugün yeniden ayağa kalkmakta olan toplumcu edebiyatımızın izlerini taşır. Üstelik bunu nostaljik bir muhafazakârlığa saplanmadan, bugünün dili ve ihtiyaçlarıyla yapar.

Kırmızı Buğday, yalnızca bir tarihsel kurmaca değil, aynı zamanda Anadolu halkının belleğine kazınmış bir sınıf hikâyesidir. Osmanlı’nın çözülüşü, emperyalist savaşlar, İzmir’in işgali ve ardından gelen kurtuluş, bu anlatıda yalnızca tarihsel birer arka plan değil, doğrudan doğruya sınıf mücadelelerinin sahnesidir ve 20. yüzyıl başlarındaki bu sarsıcı dönüşüm yılları toprakla kaderi kesişen emekçilerden okunur. Büke, yaşananları yalnızca belli başlı kahramanların hikâyesi olarak değil, toprağı sürenlerin, alın teriyle yaşayanların ve bedenini savaşa sürenlerin gözünden anlatır. Bu anlamda roman, Yaşar Kemal’in destansı anlatısını, Nâzım Hikmet’in Kuvayi Milliye’sini ve Memleketimden İnsan Manzaraları’ndaki karakterleri hatırlatır.

Tıpkı Nâzım’ın Kartallı Kâzım’ı gibi, Kırmızı Buğday’ın Arap Ali’si, Anadolu köylüsünün bastırılmış öfkesinin, adalet talebinin ve direnme iradesinin simgesidir. “Zira biz çift süreriz, sen mülk sürersin! Biz toprağı şenlendiririz, sen kule dikersin! Biz cephede kan dökeriz, sen bedel ödersin! Yani sen bir taraf, biz bir taraf!” (s. 489) diyen Arap Ali, yalnızca sınıfsal bir ayrımın değil, geleceğe dair iki farklı tahayyülün de sözcüsüdür. Bu sözler, roman boyunca örülen, emekle mülk, bereketle rant, halkla mütegallibe gibi ikili karşıtlıkların da en keskin ifadesidir. Romanın son sayfalarında tekrar karşımıza çıkan Arap Ali’nin Reji gelirlerinden halk için fayda üretme iradesi, sosyalizmin ahlaki çekirdeğini hatırlatır: 

“Yüzbaşım dediğin lafları başkası etse daha bitiremeden ağzına tokadımla geri sokardım. Ama senin yerin başka. Ortadaki paralar kimindir? Reji’den kaldırdık, öyle mi? Reji’nin parası kime aittir? Sırtında kolcu dipçiği kırdıkları tütüncünün, köylünün hakkıdır hepsi. Ben bu parayı alıp gideceğim. Bize katılıp şehit olan, evi ocağı yakılan, tarlası tabanı harap edilen insanlar var. İşte çifti ölene öküz alacağım, evi göçene yeni çatı çatacağım, hastasını alıp doktora götüreceğim, öksüzü ve yetimi donatacağım. Onlara borçluyuz. Belli ki harp bitince yine darlık çökecek. Böyle yapamazsak aç açıkta kalanların yarısı dağa çıkıp şaki olacak, gerisini de jandarma gelip izci ya da kolcu tutacak. Yani yine gariban garibanı dişleyecek. Fakirlik en fena şeydir. Milleti buna mahkûm edenlerle İngilizler kadar, onların el uşakları kadar cenk etmeyeceksek, biz bu sanatı niye öğrendik?” (s. 492).

Sınıfsal çürümeye karşı halkçı bir etikle konuşan Arap Ali, gerçek adaletin temsilidir. Ve büyük finali şu cümleyle noktalar: “Eğer zaferden sonra sofrasından biz kalkacaksak ve Adnan Beyler oturacaksa, belinden silahını hiç ayırmasın.” (s. 494). Büke böylelikle, devrimin yalnızca düşmana karşı değil, kendi içindeki çürümeye karşı da sürdürülmesi gerektiğini hatırlatırken, yalnızca bir dönemi anlatmakla kalmaz, aynı zamanda günümüz Türkiyesi’ne de seslenen tarihsel bir bilinç inşa eder.

buke
Ahmet Büke.

Geçmişten yarına: İhanetin uykusu, direnişin rüyası

Roman boyunca zamanın ağırlığını “Ehtiyar kün öldü, bala kün doğamadı. İmdi börülerin vaktidir.” (s. 95) gibi ifadelerle hissettiren Büke, geçmişle bugünün iç içeliğini, yalnızca tarihi olayların aktarımıyla değil, sınıf mücadelelerinin döngüselliğiyle kurar. Roman, “bugünü anlamak için geçmişe bakma” çağrısı yapmaz. Aksine, geçmişin geleceği nasıl mayaladığını gösterir. Bu bağlamda, Kırmızı Buğday yalnızca bir yüzyılın değil, bir sınıfın, bir halkın ve nihayet toplumcu bir edebiyatın da izini sürmektedir. Bugün, yeniden o rüzgârlı dağların, çakıllı yolların, kavruk suratlı köylülerin hikâyesini yazanlara ihtiyaç duyduğumuz bir çağda, Ahmet Büke’nin romanı nefes aldıran bir dağ havası gibidir. O buğdaylar, bugün yattıysa da yarın kalkmasını bileceklerdir. Zira roman, toprağın derinlerinden gelen direnenlerin sesini duyurmaktadır.

Ahmet Büke, bu romanıyla edebiyatta sıkça rastlanmayan bir şeyi başarıyor: Sınıfsal bakış açısını bozmadan, bireyin kaderini kolektif tarihle örüyor. Roman, bu yönüyle yalnızca edebiyatımızda değil, dünya edebiyatında akan büyük bir nehrin kolu olduğunu da kanıtlıyor. Kırmızı Buğday, Giuseppe Tomasi di Lampedusa’nın Leopar’ı, E.M. Forster’ın Howards End’i, Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ı, Joseph Roth’un Radetzky Marşı ve Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi ile aynı suyu paylaşıyor. Anadolu’nun yakın tarihine yalnızca nostaljik bir bakış değil, sınıfsal bir bilinçle yaklaşan, ezilen halkın tarafını tutan, geleneğin izinden geleceğin kavgasını kuran Ahmet Büke, Lampedusa’yla akraba, Nâzım’la yoldaş, Yaşar Kemal’le aynı sofrada bir romancı. Kırmızı Buğday yalnızca geçmişimizi anlatmıyor; geleceğimize dair büyük bir hikâyeyi de bugünden kuruyor.

Ahmet Büke'yle yeni romanı Kırmızı Buğday üzerine...
ab