TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan göçmen meselesini soL’a değerlendirdi

Türkiye sermaye sınıfının ve AKP’nin göçmen sorunundan önce göçmen silahının olduğunu söyleyen Okuyan ‘yabancılar dışarı’ sloganınınsa çözümsüzlük olduğunu söyledi.

Ali Ufuk Arikan

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan’la Türkiye gündeminden yerini düşürmeyen göç olgusunu konuştuk. AKP’nin emperyalist dünyanın bir gerçekliği olan göç olgusunu düpedüz sistematik bir iç ve dış politika aracı olarak kullandığına dikkat çeken Okuyan şu ifadeleri kullandı:

"Göçle saldıran bir iktidar varken bu saldırı “sınırları kapatın” diyerek değil, Türkiye’nin başka ülkelerin sınırlarına saygı göstermesi için mücadele ederek püskürtülebilir. Türkiye’nin ABD ve AB ile yapmış olduğu açık ve örtülü anlaşmalara karşı durarak püskürtülebilir. Bu saldırı ince ince “dilenciler ve hırsızlar kapı dışarı edilsin, sadık işçiler kalsın” propagandası yapan burjuvaziye karşı o işçilerin haklarının aramasına yardımcı olarak püskürtülebilir.”

'Göçmenlik sorunu, ona indirgenemese de bir sınıf sorunudur'

Türkiye orman yangınları ve sele odaklanmışken Ankara’nın Altındağ ilçesinde göçmenlerin karıştığı ölümle sonuçlanan bir kavganın ardından göçmenlerin ev ve işyerlerine dönük saldırılar gerçekleşti. Hükümet her zamanki gibi olayın iktidarı zor duruma düşürmek isteyenlerin provokasyonu olduğunu iddia ediyor. Öte yandan toplumun bir kesiminde “ırkçı değilim ama göçmenleri istemiyorum” düşüncesi hızla yaygınlaşıyor. Siz hükümetin göçmen politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hükümetin göçmen politikasına geçmeden önce sermaye sınıfının göçmen politikasına değinmek gerekiyor. Göçmenler tarih boyunca patronlar açısından birden fazla nedenle kullanışlı bir enstrüman olageldi. Ucuz işgücü kaynağı olmalarının yanı sıra, işçi haklarının kısıtlanmasında da göçmen işçiler tepe tepe kullanıldı. Üstüne işçi sınıfı hareketinin parçalanması için yeni bir zemin olarak görüldüler. Milliyetçi ön yargılar işsizlik baskısıyla birleştiğinde aynı sınıf tarafından sömürülen işçiler birbirlerini rakip ve giderek düşman olarak görmeye başladı. Öyle ki, göçmenler kendi aralarında bile gerilim yaşar hale geldi. Almanya’da da böyle, Türkiye’de de böyle.

Dolayısıyla göçmenlik sorunu, ona indirgenemese de bir sınıf sorunudur.

'Türkiye kapitalizmini hafife alan herkes süreci basit bir biçimde ABD taşeronluğuna indirgedi'

AKP’nin göçmen politikasının sadece sermaye sınıfına hizmetle açıklamayacaksak, burada nasıl bir strateji izleniyor. Kimilerinin iddia ettiği gibi Türkiye’nin demografik yapısını değiştirmek ya da radikal İslamcı bir vurucu güç yaratmak bu stratejinin temelini oluşturuyor diyebilir miyiz?

Bu var ama bunun ötesi de var. Türkiye, AKP iktidarının öncesinde geleneksel dış politikasını zorlayan denemeler yapmaya başladı. Fettullahçılığın bir devlet politikası haline gelmesi, cemaat okullarının dünyanın her tarafında ama özellikle sermaye sınıfının yayılma alanlarında açılması, TSK’nin birçok ülkenin silahlı kuvvetlerinin yeniden yapılandırılması ve eğitiminde rol üstlenmesi AKP’nin dış politikası için bir hazırlık olarak görülebilir.

AKP’nin yeni-Osmanlıcı hamleleri bu hazırlıkların sağladığı imkanları kullandı. Emperyal bir vizyon için başka ülkelerin politik karar mekanizmalarında etkili olmak, devlet kurumlarına yerleşmek ve elbette bunun için yeterli ekonomik güce sahip olmayı gerektirir. Türkiye kapitalizmini hafife alan, sermaye sınıfının göreli gelişkinliğini küçümseyen herkes bu süreci basit bir biçimde ABD taşeronluğuna indirgedi. ABD yeşil ışık yakmasaydı, Türkiye’nin bölgesel hamlelerinin hiçbir karşılığı olmazdı, bu doğru. Ancak Türkiye burjuvazisinin kendi ajandası vardı ve bu ajanda ile AKP’nin ideolojik-siyasi hedefleri örtüştü. Emperyal bir vizyon, iddialı olduğu bölgede bir cazibe merkezi haline gelmeden hayata geçirilemez. Yıllarca ve hâlâ göç veren Türkiye’nin aynı zamanda ciddi ölçeklerde göç alması bu açıdan da değerlendirilmelidir. ”Göç edenlerin hiçbiri Türkiye’de kalmak istemiyor” ifadesi bu açıdan oldukça eksik ve yanlış bir akıl yürütmenin ürünüdür.

'Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği önemsizleştirilmiştir'

AKP’nin göç olgusunu, bölgesel etkisini artırmak için kullandığını mı söylüyorsunuz?

Kuşkusuz böyle. Başından beri AKP’nin Sünni ekseni yaratmak istediğini biliyoruz. Demografik yapıyla oynamak, İslamcı bir militan güç yaratmak ile göç olgusu sayesinde göç veren ülkeler üzerindeki ağırlığı artırmak, bir çekim merkezi haline gelmek ve en önemlisi sınırları kendi lehine belirsizleştirmek bir ve aynı politikanın parçası. Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği önemsizleştirilmiştir. Her tarafta üssü olan, Afrika’da toprak kiralayan bir ülkeden söz ediyoruz. Son dalgaya kadar göç olgusunun ana kaynağının Suriye olması bizi bir yanlışa götürmemeli. Evet, Suriye’deki iç savaşa müdahale eden ülkelerden biri olarak Türkiye bu müdahale ile birlikte göç gerçeği ile karşılaştı ama AKP bunu bir sorun değil olanak olarak gördüğü gibi örneğin Afrika’dan Türkiye’ye geçişler de hiç hız kesmedi.

'Ukrayna’da ve Karadeniz’de görev aldı, Suriye’de itaat etmeyi kabulleniyor, Afganistan’da da hizmete koşuyor'

Afganistan’dan Türkiye’ye geçişler Suriye’deki iç savaşın çok öncesinde başladı. Birçok ilçemizde Afgan köylerinin oluşturulduğunu biliyoruz. Şimdi ise yeni bir göç dalgası söz konusu. Burada nasıl bir hesap var?

Afganistan, AKP’nin ABD ile ilişkileri düzeltmek için üstlendiği görevlerden bir tanesi. Ukrayna’da ve Karadeniz’de görev aldı, Suriye’de itaat etmeyi kabulleniyor, Afganistan’da da hizmete koşuyor. ABD Afganistan’da yenilgi alıp çekilmiyor, ABD Afganistan’da başarısız olan bir stratejiyi yeniliyor ve ülkeyi Taliban’a teslim ediyor. Afganistan’ın son modernleşme hamlesi Demokratik Halk Cumhuriyeti döneminde Sovyet yardımıyla gerçekleşmişti. Yetersiz kaynaklarla yapılan bu deneme emperyalist-gerici komplo ile boşa düştükten sonra Afganistan’ın karanlık çağı başlamış oldu. Çok daha kolay coğrafyalarda kontrol zorluğu yaşayan ABD’nin bu ülkeyi elinde tutması imkansızdı, bunun yerine kendileri için daha faydalı bir stratejiye geçtiler. Afganistan’ı, bölgenin gerici güçleriyle birlikte yarattıkları karşı devrimci çetelerin ardılı Taliban’a teslim etmeye karar verdiler.

'Rusya Federasyonu açısından Afganistan’daki son ABD hamlesi ciddi bir baş ağrısı anlamına geliyor'

Bu ABD’ye nasıl bir fayda sağlayacak?

Rusya’nın üçüncü hassas noktasına yükleniyorlar. Baltık Denizi ve Karadeniz NATO’nun Rusya’yı sıkıştırdığı iki bölge. Şimdi buraya Rusya’ya komşu eski Sovyet Cumhuriyetlerini ekliyorlar. Afganistan’da Taliban iktidarı Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’da radikal İslamın yükselişi demek. Zamanında Sovyetler Birliği, ilerici Afgan hükümetinin yardım talebini biraz da bu nedenle, kendi sınırlarını koruyabilmek için kabul etmişti. Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan şu anda “bağımsız” ülkeler ama Rusya bunları kendi etki alanının bir parçası olarak görüyor. Her üç ülkede radikal İslam’ın yükselişi, Rusya’nın Müslüman nüfusunu mutlaka etkileyecek. Çeçenistan sorununu büyük zorlukla kontrol altına alan Rusya Federasyonu açısından Afganistan’daki son ABD hamlesi ciddi bir baş ağrısı anlamına geliyor. Ayrıca zamanında Sovyetler Birliği’nin seküler yapısının dinci fanatizme karşı yarattığı bağışıklık bugünkü Rusya’da ciddi ölçülerde zayıflamış durumda. Özellikle Tacikistan hızlı bir İslamcılaşma için uygun bir zemin sunarken Ortodoksluğu “devlet dini”ne dönüştüren Rusya’nın bu tür bir süreci engellemek için elinde laisist bir kart da bulunmuyor.

'Türkiye Afrika’dan Afganistan’a, geniş bir bölgede cihadcı oluşumları kendisine bağlamış durumdadır'

Peki bu süreçte Türkiye’nin rolü ne? Mesele sadece Kabil Havaalanı mı?

Havaalanını zaten Türkiye işletiyor. Bir de Havaalanı’nın güvenliği derken ne kastediliyor? Taliban güçleri hızla ilerliyor. Başkentin birkaç ay sonra kimin elinde olacağı belli değil. Belki de Kabil’e özel bir statü kazandırma hedefleniyor. Ancak her durumda Türkiye’ye Taliban yönetimindeki Afganistan’da bir rol biçildiğini düşünmekte yarar var. “Ilımlı İslam” projesiyle başlandı, geniş bir coğrafyada daha önce “radikal” diye kodlanan güçlerin açık hamiliğine ulaşıldı. En yetkili ağızlardan “Taliban bizim düşmanımız değil” sözünü bolca duyduk, görüşmek, işbirliği yapmak istiyorlar. Dolayısıyla Türkiye’nin üstlenmek istediği görevi askeri boyutun ötesinde ele almakta yarar var. Şu an itibariyle Türkiye Afrika’dan Afganistan’a, geniş bir bölgede “ılımlı İslam” projesinin ikiyüzlülüğü ve temelsizliği ile alay edercesine cihadcı oluşumları kendisine bağlamış durumdadır.

'Altındağ’da yaşananlar ilk değil'

Gelelim mülteciler konusuna… Son akışla birlikte toplumda göçmenlere karşı tepki, hatta öfkede artış söz konusu. Daha önce “hoşgörü” ile yaklaşanların önemli bir bölümü “bu kadarı fazla” demeye başladı. Bunu neye bağlamak gerek?

Oldukça karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız. Bir kere Altındağ’da yaşananlar ilk değil. Tepki ve öfkenin de yeni olduğunu söyleyemeyiz. Türkiye’de yoksulların öfkesini istendiğinde başka yoksullara yöneltmesini sağlayacak etkili toplumsal kanallar zaten mevcut. Yıllar boyu Kürt düşmanlığının canlı tutulması, bu düşmanlığın karşılıklı hale getirilmesi aynı kanallarla sağlandı. Sonuçta bu düşmanlık yoksulları vuruyor ama bunun yaygınlaşmasını ve meşrulaşmasını sağlayan kanallarda orta sınıflar da zaman zaman rol üstleniyor. Son orman yangınlarında ısrarlı ve neredeyse ikna edici bir biçimde “yabancılar”ı suçlayan toplumsal iletişim ağında bu tür bir sınıfsal renk olduğunu bilmekte yarar var. Orman yangınlarının ağırlıklı olarak rantı yüksek tatil beldelerinde çıkması, AKP karşıtı olmakla birlikte kendine yaşam alanları açmakta sıkıntı çekmeyen bir kesimi de rahatsız etti ve bilinçli biçimde fısıldanan “yakıyorlar” efsanesi derhal alıcı buldu. Türkiye’nin batısında seküler karakter taşıyan nüfus bölmesinde CHP ile MHP tabanı (İYİP’i de kattığımı hatırlatayım) arasındaki geçişkenlikle ilk kez karşılaşmıyoruz. Geçişkenliği sağlayan kuşkusuz milliyetçiliktir.

Az önce bu efsanelerin fısıldandığını söylediniz. Toplumdaki bu öfkenin kendiliğinden gelişmediğini mi söylüyorsunuz?

Bu zemin var. Ancak Türkiye’de etnik kökenler üzerinden bir gerilimin canlı tutulmasını isteyen, bu gerilimin bir stratejik değer taşıdığını düşünen bir değil çok sayıda odak olduğunu bilmemiz gerekiyor. Aynısı Altındağ’daki olaylar için de geçerli.

'Göçmen işçiler, her durumda o ülkenin işçi sınıfının ayrılmaz bir parçası olarak görülmeli'

Sanıyorum şu soruyu artık sorabiliriz: Türkiye’de mülteci sorununu sadece “halkların kardeşliği” ve “emekçilerin birliği” açısından ele almak yeterli mi?

Göçmen işçiler, her durumda o ülkenin işçi sınıfının ayrılmaz bir parçası olarak görülmelidir. Bu ilkeden en küçük bir taviz verilemez. Bu sadece hoşgörü ve kardeşlikle ilgili değil. Aynı mekanizmalarla sömürülen işçilerin birliğinin ortaya çıkaracağı devrimci enerjiye odaklanmak gerekiyor. Taviz verilemeyecek bir başka olgu ise herhangi bir biçimde bir halka karşı düşmanlığı meşrulaştırmamak, ırkçılığa mazeret üretmemektir. “Alman ırkçıları haklı, Türkler adamlarda huzur bırakmadı” önermesi için yüzlerce destekleyici kanıt bulunabilir ama bu kanıtlar önermedeki mutlak gayrı meşruluğu ortadan kaldırmaz. İçinde alevlenen milliyetçiliği “Suriyeliler hırsızlık yapıyor”la açıklamakla ABD’de polis şiddetini “siyahlar suç makinesi” diyerek aklamaya kalkmak arasında hiçbir fark yok.

'Ortada göçle saldıran bir iktidar var'

Ancak şu anda ülkemizin karşı karşıya kaldığı göç olgusunu sadece ırkçılık karşıtı bir duruşla değerlendirmemiz mümkün değil.

Her şeyden önce AKP emperyalist dünyanın bir gerçekliği olan göç olgusunu bayağı sistematik bir iç ve dış politika aracı olarak kullandığı için bu böyle. Yani ortada göçle saldıran bir iktidar var. Bu saldırı “sınırları kapatın” diyerek değil, Türkiye’nin başka ülkelerin sınırlarına saygı göstermesi için mücadele ederek püskürtülebilir. Bu saldırı Türkiye’nin ABD ve AB ile yapmış olduğu açık ve örtülü anlaşmalara karşı durarak püskürtülebilir. Bu saldırı ince ince “dilenciler ve hırsızlar kapı dışarı edilsin, sadık işçiler kalsın” propagandası yapan burjuvaziye karşı o işçilerin haklarının aramasına yardımcı olarak püskürtülebilir.

'AKP asıl karşı devrimci gücü ÖSO ya da Suriye Milli Ordusu ile yarattı zaten'

Son günlerde göçmenlerin yarattığı derin kültürel yıkımdan ve Türkiye’nin karakterindeki değişme tehlikesinden söz ediliyor. Yani bu sayıda göçmenin Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkaracağı kaygısı dillendiriliyor…

Türkiye’nin karakteri nedir? Gezi ruhu mudur, yoksa çocuk ve kadınlara dönük tecavüzler, cinayetler midir? Türkiye’nin karakteri ülkenin yaratıcı aydınları ve üretken emekçileri midir, çalıp çırpan, yağmalayan soyguncular mıdır? Türkiye bütün diğer ülkeler gibi ve belki epeycesinden daha fazla bir çelişkiler ülkesidir. Bir mücadele sürüyor bu ülkede. “Afganistan’dan geliyorlar, hapı yuttuk” demeden önce Türkiye’nin “öz” kaynaklarındaki gerici ve karanlık birikim karşısında aktif mücadele etmek gerekir. Göçmenlere gelince… Suriye’den gelenlerin önemli bölümünün Türkiye’ye çok hızlı uyum sağlayabildiği genel kabul görüyor. Gelenlerin sınırlı bölümü varlıklıydı, iş kurdular, kendi yurttaşlarını ve TC vatandaşlarını sömürmeye başladılar bile. “Geldiler krallar gibi yaşıyorlar” diyenler arasında Türkiye’de krallar gibi yaşayan bir mutlu azınlığın egemenliğinden rahatsız olana pek rastlamadım. Ama gelenlerin asıl büyük çoğunluğu göçmen emek gücünün bir parçası oldu ve patronlar onlardan çok memnun! Suriye’den gelenler arasında eğitilmiş işçi sayısı oldukça fazlaydı, ülkelerinden uzakta tutunabilmek için zor koşullarda çalışmak durumundaydılar. Veriler büyük bölümünün Türkçe’yi hızlı bir biçimde öğrendiğini de gösteriyor. Bunu şu nedenle anlatıyorum, Suriyeli göçmenlerin Türkiye’nin kültürel ve ideolojik dokusunu değiştirdiğini söylemek çok gerçekçi değil. Patron sınıfımıza eklenen Suriye kökenliler var, orta sınıfımıza eklenen Suriye kökenliler var ve çoğunluk emekçilerimize eklendi. Aralarında gericisi var, muhafazakarı var ama laik duyarlılığı oldukça gelişkin olanlar da var. Sunniler, Arap Alevileri…

AKP ise asıl karşı devrimci gücü ÖSO ya da Suriye Milli Ordusu ile yarattı zaten. Ondan sonrasıysa sınıf mücadelesidir, gericiliğe karşı mücadeledir. Bu göçmenler olmasaydı da bir zorunluluktu, göçmenlerle de bir zorunluluk!

'Bu CIA parasıyla beslenen gericiliğin başarısıdır'

Afganistan’dan gelenlerle ilgili daha farklı bir duyarlılık var…

Daha önce de söyledim, Afganistan’da son modernleşme girişimi, Garbaçov alçağının göz yummasıyla yıkılan Afganistan Demokratik Halk Cumhuriyeti ile birlikte karanlığa gömüldü. Bu ülkede şu anda kadınların yaşadıklarını, çocuklara dönük suçları “kültürel farklılık” diye meşru göstermek ahmaklıktır. Evet, Afganistan’da çocuklara dönük cinsel suçlar doğallaşmış durumda. Lakin bu CIA parasıyla beslenen gericiliğin başarısıdır. Afganistan’dan başka ülkelere göçenler Pakistan dışında her yerde sorun oldu. Burada yabancı düşmanlığına, ırkçılığa karşı mücadele aynı zamanda gericiliğe karşı kapsamlı bir mücadeleyle birlikte yürütülmelidir. Bu yapılmazsa ırkçılığa karşı mücadele ediyorum diye kadın düşmanlığına alan açarsınız. Şunu bileceğiz: Türkiye’de göçmenler olmaksızın da gerici bir yığınak vardı, göçmenler olduğunda da… Ayrıca unutmayalım, Afganistan’dan gelenler arasında kadın ve çocuk düşmanı yobazlardan kaçanlar çoğunlukta. Mücadele sürecek. Dediğim gibi sınıf mücadelesidir bu, ideolojik mücadeledir.

'AKP’nin Suriye politikasına son verilmesi gerekiyor'

Göçmenler ülkelerine geri dönmeli mi? Kısa ve net bir soru…

Suriye’de bugün iç savaşın yoğunluğu azaldı ama ülkenin bir bölümünde işgal var. Buna karşı mücadele etmeliyiz. NATO’ya, ABD’ye, Avrupalı emperyalistlerin varlığına, AKP’nin Suriye politikasına son verilmesi gerekiyor. Bu gerçekleşirse, büyük bir bölüm gönüllü gider, dönmek istemeyenleri zorla göndermeye kalkmaksa düpedüz ırkçılıktır.

Afganistan konusu ise yeni başlıyor ve nereye evrilebileceğini ancak tahmin edebiliyoruz. Bugün Afganistan’da Taliban barbarlığından kaçmakta olanlara “gidin ülkenizde ölün” denebilir mi? “Afganlılar geldi, bu ülkede artık durulmaz” demek meşru da “Taliban iktidarında Afganistan’da yaşanmaz” demek meşru değil mi?

'Erdoğan’ın bayağı sistematik bir biçimde yalnızlaştırıldığını düşünüyorum'

Sedat Peker konuştu, çok önemli iddialar ortaya attı. Kimileri Erdoğan bu sefer bitti diye düşündü, bir şey olmadı. Sonra orman yangınları ve şimdi sel ve tamamen çaresiz bir iktidar. Ne oluyor?

Ben Erdoğan’ın bayağı sistematik bir biçimde yalnızlaştırıldığını düşünüyorum. Sermaye sınıfı ve NATO bu dönem Türkiye’de keskin bir hesaplaşmanın kontrol edilemeyeceğini düşünerek bir yumuşak geçiş istiyorlar. Sedat Peker konuştu aslında çok şey oldu. MHP zayıfladı, AKP içi dengeler değişti. Orman yangınları ve sel sırasında Erdoğan’ın çevresinin daraldığı ortaya çıktı. Erdoğan hâlâ direnebilir ancak ben 2023’e kalmadan yeni dengelerin ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bugün iktidarın bütün stratejik hamlelerinin arkasında Erdoğan’dan çok İbrahim Kalın ve Hulusi Akar var. Muhalefetin de iktidar içindeki güç dengelerine gözünü diktiğini görüyoruz. İş kaldı Erdoğan’ı bazı şeylere ikna etmeye… Direnebilir evet ama bazen direnmenin bütün kanalları kapatılabilir.

'Herkesi örgütlü mücadeleye çağırıyoruz'

Ne yapmalı bu koşullarda. TKP ne öneriyor?

Bu aşamada yeni bir şey söylemeyeceğim. Kısa süre sonra bir Konferans toplayacağız. TKP hızla güçleniyor ve etkisini artırıyor. Sürdürülebilir olmaktan çıkan ve her gün yeni bir felaket üreten bu düzenden bir an önce kurtulmak için “bu memleket bizim” diyen herkesi örgütlü mücadeleye çağırıyoruz. Düzen içi çözümlerle oyalanıp hayal kırıklığına uğramak yerine yeni bir Türkiye kurulmalıdır. Haftaya gerçekleşecek olan Konferansımız bu yolda partimizi daha da güçlü kılacak siyasal ve örgütsel başlıklara yoğunlaşacak.