Tarikatsız yönetemeyenlerin yolu: Karanlık Yol

Yazılama Yayınları’ndan çıkan Orhan Gökdemir’in Türkiye’deki Nakşi Halidi tarikat ağını mercek altına aldığı kitabı “Karanlık Yol” bir dizi başlıkta güncel tartışmalara ışık tutuyor.

Gamze Erbil

Türkiye kapitalizmi, Cumhuriyet yerine Osmanlı kurgusuyla uluslararası alanda kendine yer açarken siyasette tarikatların ağırlığı mutlak biçimde artıyor. Öyle ki, birinin ayarı bozulduğunda yerine hemen başka biri rol üstleniyor. Biri darbe yapmaya kalktığında, siyaset mekanizmalarından tasfiye ediliyor ama yerini hızla başkalarına bırakıyor. Tarikatların Türkiye siyasetini kararttığı bir dönemde, bu coğrafyada ana akım haline gelmiş olan Nakşi Halidi kökenli tarikatların tarihine ışık tutan bir kitap Orhan Gökdemir’in Karanlık Yol kitabı.

Osmanlı’dan itibaren tarikatların devlet içinde üstlendiği siyasal işlev, Cumhuriyet döneminde kısa bir aralıkta bu rolden uzaklaştırıldıklarında emperyalist manipülasyonlara nasıl alet oldukları, nasıl karanlık ve kirli bir ağı yeniden ve yeniden ürettikleri... Kendi içlerindeki kapışmaları, dinler tarihi içindeki yerleri... Bu coğrafyada nasıl roller üstlendikleri ve insanlığı nasıl bir karanlığa sürükledikleri... Tarikatlardan siyasi yarar sağlamayı umarak bu gerici konumlanışı hafife alan ittifakların durumu... 

Kısaca bugünkü temel siyasi konum alışlarda çok tartışmalı olan bir dizi başlıkta bir tarihsel/teorik arka plan sunuyor Karanlık Yol. Aydınlıktan yana taraf olma ve tarikatlerin yarı yolda bıraktığı Cumhuriyeti “tamamlama” iddiasıyla...

Orhan Gökdemir’le Karanlık Yol’u değerlendirdik.

Son on yılda Türkiye siyasetinde yaşananlar, kitabın temel tezlerinden “tarikatsız yönetemiyorlar” tezinin kanıtı niteliğinde. 2016’daki tarikatlar kapışmasında burjuva devlet bir tarikatın iktidarı ele geçirme girişimini bertaraf etmeyi, yine bir başkasını güçlendirerek “başardı”; hatta belki de “iyi olan kazansın” diyerek kapışmayı akışına bıraktı; sonra kazananı güçlendirme yoluna gitti. Konunun çok güncel olduğunun altını çizmek istiyorum aslında... Karanlık Yol bunun tarihini tasnif ediyor; biraz açalım mı?

Osmanlı ile cumhuriyet arasında bir kopma var. Tarikatla yönetme geleneğine cumhuriyet son verdi. Ama tabii, kısa sürdü. 1950’li yıllarda, bu aynı zamanda Türkiye için bir eksen değişikliği anlamına geliyordu, cumhuriyetin kovaladığı tarikatlar devlete geri döndü. Türkiye ABD’ye yanaşınca ve NATO’ya girince tarikatlara ihtiyaç doğdu. Burjuvazi cumhuriyetin yarattığı yeni insanı tekinsiz buluyordu. Daha dindar, aynı anlama gelmek üzere daha itaatkâr insanlara ihtiyacı vardı. Tarikatları geri çağırdılar. Menderes Said-i Nursi ve Necip Fazıl ile bu açığı kapatmaya çalıştı. Zira Halidilik hâlâ lanetli bir tarikat olarak görünüyordu. Menemen ayaklanmasının anısı tazeydi. Dümeni CHP’den DP’ye kırmış Necip Fazıl ve Osmanlı'dan bu yana bir meczup gözüyle bakılan Sait, Halidi gelenekten uzaklaşmış kabul ediliyordu. 

Tabii NATO misyonu gereği antikomünizm geri dönüşü kolaylaştırdı. Bütün gericiler antikomünistti. Komünizmle Mücadele Derneği’nin Fethullah Gülen türü imamlarla işe koyulmasını da rastlantı sayamayız. NATO’ya giriş ve tarikatlara dönüş Türkiye’nin gericilik döneminin başlangıcıdır. Cumhuriyetin çok ileri gittiğine inandılar ve geri çekmeye çalıştılar. Geri çekmeyi tarikatsız hayal edemeyiz. Uyanmış insanları uyutacak bir uyuşturucuya ihtiyaçları vardı, en ucuz yolu tarikattır. 

'Dincinin dinciye darbesi Osmanlı’dan beri var'

2016’daki dincinin dinciye darbeye kalkışmasına gelirsek, benzerleri Osmanlı’da da çok. Kuleli Vakası’ndan bu yana pek çok saray darbesi girişimi var ve hepsinde Halidi şeyhlerinin dahli var. 31 Mart gerici kalkışması bir Halidi kalkışmasıdır. Başlangıcında 1826’da, Vakayı Hayriye var. Saray artık bir fren haline gelmiş olan yozlaşmış Yeniçeri Ocağı’ndan kurtulmak istiyordu. Ancak ocağın arkasında Bektaşi tarikatı vardı. Ocağı dağıttıktan sonra Bektaşileri kovaladılar. Haklarında hafif meşrep oldukları yönünde dedikodular çıkardılar ve yaydılar. Mallarına mülklerine el koydular, sürgüne yolladılar.

Ancak Saray tarikatsız yönetmeyi hayal edemiyordu. Bektaşilerden doğan boşluğu Mevlevilerle doldurmaya çalıştılar. Bektaşilerle Mevleviler yakındı; Bektaşiler Mevlevi kılığında devlete geriye dönmeye başlayınca vazgeçtiler. Daha kullanışlı, daha tutucu, daha itaatkâr, daha devletçi Nakşibendileri buldular. Nakşiliğin Osmanlı devletinde örgütlenmesinin başlangıcı budur.

Halidilik de, o Saray operasyonunun ürünüdür. Kürtler arasında Kadirilik yaygın tarikattı. Devlet Nakşilerden yana ağırlık koyunca Kürt bölgesinde de Nakşilik öne çıkmaya başladı. Süleymaniye’de Molla Halid bu şansı iyi kullananlar arasındadır. Küçük Barzan aşireti de onunla birlikte saf değiştirdi ve Halidilikle Barzani ailesi, Osmanlı'ya dayanarak, birlikte büyümüşlerdir. Halidilik çok kısa zamanda Osmanlı başkentinde yaygın bir tarikat haline geldi. Osmanlı el koyduğu Bektaşi tekkelirini Halidilere verdi çünkü. Şimdi bizdeki devletle özdeşleşmiş bütün tarikatlar Molla Halid’in paltosundan çıkmıştır.

İslamcılar bilmez, Said-i Nursi ve Necip Fazıl da birer Halididir. Bu durumda, 2016 darbe girişimini de bir Halidi darbesi sayabiliriz. Gelenek sürüyor. Devlet Halidiliğin Nurcu kolunu kovaladı ve yerine Halidiliğin diğer kollarını oturttu. Çünkü Tayyiban rejimi de tarikatsız yönetemeyeceğine inanıyor. 

Süleymancılar İmamoğlu'nu bekliyor

Diğer tarafında da aynı inanç var. Süleymancılar Halidi kolundan değil doğrudan Nakşilikten gelen bir tarikattı. Bu işlere biraz mesafeli durdular. Sonra Ekrem İmamoğlu’na destek açıkladılar. Çünkü İmamoğlu Süleymancıların yurtlarında yetişmiştir, aralarında akrabalık ilişkisi vardır. Yani İmamoğlu planlarını gerçekleştirebilirse onunla birlikte Süleymancılar da kazanmış olacak. Halidiler inecek, Süleymancılar çıkacak. Tarikatla yönetme düzenidir. 

Soruna dönecek olursak, ne fark eder? Eğer Fethullahçılar başarsaydı, Türkiye bundan daha fazla kararmış olmazdı. Fethullahçılar kaybetti ve öteki Halidiler kazandı. Şu anda Tayyiban rejiminin attığı bütün gerici adımlar Halidiliğin inançlarının gereğidir. Halidilik devletin ve sermayenin has tarikatıdır. 

Süleymancılar, seçimlerde AKP'ye destek çağrısı yapmamasıyla yeniden gündeme gelmişti.

Karanlık Yol’u yazmaya nasıl karar verdin?

Türkiye’de sadece tarikat karanlığı yok, bir de Aydınlanma hareketi var. Bu tarikat düzenine karşı direniş var. Laik cumhuriyete sahiplenme var. Uzun zamandır tartışıyor, yazıyorduk. Haliyle tarikatlar tarihi konusunda bir bilgi açlığı vardı. Kaynak yoktu ve olanların büyük çoğunluğu içeriden yazılmıştı. 

Malum, tarikatları birer “sivil toplum örgütü” olarak vaaz eden kaynaklarımız, “aydın”larımız var. Bu öylesine bir yoksulluk ki, yarım akıllı Said-i Nursi’yi parlatarak nam salan bilim insanları türedi. Haliyle dışarıdan yazılmış bir tarikat tarihi artık ihtiyaçtı. 

Akademinin ışığı tarikat gölgesinde

Doğal olan, akademinin buna el atmasıdır. Ne yazık, oranın ışığı da tarikatlara yaslanmış devletle birlikte azalmıştır. Akademi artık sadece tarikat övgüsüyle iştigal ediyor. Karanlık Yol, bu karanlık tablonun ürünüdür. Mecburduk; durumdan vazife çıkardık. 

Güncellikten devam edelim. Geçen sezon başlayan bir dizi var: Kızıl Goncalar. Son on yıllarda burjuva devletin yeni ideolojik aygıtları arasında eğlence sektörünün ve dizilerin önemli yer tuttuğu malum. Bu dizi, “erdemli tarikat” referansıyla bir tarikat eleştirisi illüzyonu yaratıyor ama bir hayli zehirli. Belli ki, ihtiyaç halinde eleştiri dozu belli bir tarikatı hedef alarak artacak ama o “erdemli tarikat” dokunulmazlığı korunacak.

Dizi izlemiyorum, izlemeyi de tavsiye etmem. Dizi işini artık devletten ayrı ele alamayız. Yeni rejimin, Tayyiban düzeninin ihtiyaçlarına göre belirleniyor konuları. Yeni Osmanlıcılık moda, tarikatlar utangaçça giriş yaptı sahneye. Ama bunun ötesinde derin bir çürüme var tamamında. 

Herkesin herkese bağırdığı, itip kaktığı, silah gösterdiği bir dünya bu. 40 hikayeleri var 40’ı da birbirlerini aldatmak üzerine. Bütün erkekler yontulmamış odun, bütün kadınlar potansiyel fahişe. E buna özetle tarikatlar düzeni diyoruz. Ayrıntısının hiçbir önemi yok. Tarikatlar düzeninde kadın yoktur, çocuk yoktur. Kadınlar ve çocuklar alınıp satılabilen birer maldır. Örtünmeleri, görünmez kılınmaları, insanlığından arındırılmaları gerekir. Haliyle kadın ve çocuklar insanlıktan çıkarılınca erkekler de insan kalamaz. Tarikat düzeni, insansız bir düzendir. 

İnsansız düzen ise, kapitalist bir ütopyadır. Aydınlanma ile Cumhuriyet ile laiklik ile elde ettiğimiz kazanımları silerseniz ortada ümmi bir mürit kalır. İdeal piyasa toplumu insanıdır bu. 

Ama bu insanın yaşayabileceğine değin kuşkularımız var. İntihara meyilli, saldırgan, cani, akılsız, ahlâksız, itaatkâr, tabii inançlı bir canlının varlığını uzun süre koruyamayacağını biliyoruz. Artık biliyoruz, din çoğaldıkça ahlâk azalır. Ahlâk azalınca insanın içinden vahşi bir hayvan çıkar. Dizide gördüklerimizin özetidir. 

Erdem ve tarikat yan yana gelebilir mi?

Karanlık Yol, böyle bir zamanda tarikatların T’sinin bile nasıl bir toplumsal maliyeti olabileceğini, tarihi-teorik ve moral olarak gözler önüne seriyor. Yine de soru: “erdemli bir tarikat” mümkün mü? Somut olarak anti-kapitalist müslümanlar gibi oluşumlarla burada bir alan kapatılmaya çalışıldığına tanık oluyoruz.

Erdem ve tarikat hiçbir zaman yan yana gelmez. Çünkü ahlâksız erdem düşünemeyiz. Ahlâk ise laik bir aklın ürünü olabilir ancak. Dinde ahlâk yoktur. 

Tarikatlar zaten İslam’ın ilk döneminde ortaya çıkmış tasavvufi hareketlerin yozlaşmış bir şeklidir. Emevi ve Abbasi devletleri fetihlerle yayılmış ve ortaya muazzam bir artık değer çıkmıştı. Düşüncenin gelişmesinin şartlarından biridir. Tabii yayıldıkça İslam’ın içine başka inançlar ve başka düşünceler giriyordu. Bir yorumlama çabası ve hali vardı. O bitince tarikatlar ortaya çıktı. Tarikatların düşünce ve inançla ilgisi yoktu, giyim kuşam İslamcısıdır onlar. Tarikatlar gardırop İslamcılarıdır. 

Tarikatlar, ülkemizde siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamda bir ur gibi yayıldı. AKP döneminde örgütlülükleri ve belirleyicilikleri hızla yükselen tarikatların devlette ve ekonomide ağırlıkları giderek artıyor.

Antikapitalist müslümanlar çaresiz durumda

Antikapitalist müslümanların durumuysa bir çaresizliğe denk düşüyor. İnanca ahlâk ve fikir yüklemeye çalışıyorlar. Bunlar inancın fıtratına aykırı. Eşitlik ise, hiç olmayacak bir şey. İslam’da kölecilik var. Kaldırmaya hiç yeltenmedi, daha kurallı hale getirdi ve böylece ömrünü uzatmış oldu. Unutulmasın Cumhuriyet kurulduğunda köle pazarları hâlâ ayaktaydı ve o pazarların kaynağı dindi. Suudi Arabistan’da 1960’lı yıllara kadar uygulamadaydı. Artık modern kölelik var ve eskisine ihtiyaç kalmamıştır. Dinde eşitlik bulamazsınız. Eşitlik, büyük insanlık ailesinin kutsal fikirlerinden biridir. Bir inançtan kaynaklanmaz; bir ihtiyaçtan kaynaklanır. 

Emperyalist müdahalenin aracı olarak tarikatlar

Tarikat bahsinin Osmanlı’dan itibaren siyasete “dinle müdahale” konusunda nasıl iş gördüğünü ayrıntılarıyla ele almış Karanlık Yol. Bir de emperyalist güçlerin Osmanlı ya da Cumhuriyet döneminde Türkiye siyasetine müdahalesinde üstlendiği roller var bu yapıların. Batıcılığı (emperyalizm yandaşlığını) düstur edinmiş Türk liberallerinin tarikatlarla arasının iyi olmasının nedeni de bu herhalde. Kısaca açalım mı? Bu Türkiye solunun siyasetini de belirliyor. 

Yine Kürt hareketi için de benzer mekanizmalar üzerinde duruluyor. Kitap, bu konuda oldukça “ağır” bir netlik içeriyor. Onu da kısaca açalım...

Osmanlı'nın Sünnileşmesinin ve İran’ın Şiileşmesinin dramatik bir tarihi var. Safevi tarikatı şeyhi İsmail, Akkoyunlu Emiri Mirza'yı Nahçıvan yakınlarında yendikten sonra, Tebriz'de, kendisini Şah ilan etti. Böylece Safevi tarikatı bir devlete dönüşmüş oldu. Tarikatın şeyhi İsmail bir hanedan kurmayı başarmış ve İran’da şah olmuştu. Yalnız Osmanlı’dan korkuyordu, Şiiliği devletinin mezhebi ilan ederek Osmanlıya karşı bir duvar ördü. Mezhepler ve tarikatlar, birer inanç olmaktan çok birer duvardır. 

Yalnız Şiilik de, Osmanlı’nın altını oymak anlamına geliyordu. Safevi devleti kurulunca Anadolu’da konar göçer Türkmenler, “şaha gitmek için” yola düştü. Osmanlı gitmelerini istemiyordu, engel olmaya çalıştı. Haliyle ona da Safevi devletine karşı bir duvar gerekiyordu. İlk iş, sınıra Sünni Kürtleri yerleştirmek oldu, sonra Sünni tarikatları destekledi ve konar göçerlere, haliyle Alevilere, düşman oldu. 

Şah İsmail’in ve Yavuz Selim’in o korkuları İran’da ve Türkiye’de büyük iki halkın hayatını etkilemeyi sürdürüyor. İran’da Şiilikten esinlenen şeriatçı bir rejim var ve Türkiye Sünniliği tahkim etmeyi, Aleviliği itip kakmayı sürdürüyor. 

Aleviler konar göçer köylülerdi ve Bektaşilik onun şehirli versiyonuydu. Osmanlı Aleviliği itip kakarken Bektaşiliği destekledi, devşirme ordusunun manevi eğitimini onlara bıraktı. Osmanlının Alevileri ezmeye gönderdiği ordu Bektaşilerin yetiştirdikleriydi. Bektaşi senkretizmi, Osmanlı İmparatorluğu’nun içine çektiği her türlü inancı içine almaya uygundu. Oysa Alevilikte aynı soydan olmak önemliydi, dışarıdan girilemiyordu. Bambaşka yollarda ilerlediler. Sonra nasıl birleştikleri, Alevi-Bektaşi inancı, bir sorudur. 

Ama sonunda devletlu Bektaşilik de devletle yüzleşmek zorunda kaldı. 

Öyle veya böyle, “Türklerin Tarihi”nde tarikatların yeri var. Bizim devlet geleneğimiz tarikatların kucağında doğdu. Sünni yeşili Osmanlı sarayının rengidir nihayetinde ve tarihini Yavuz Selim ile başlatabiliyoruz.

Yavuz Selim’in hayatı neredeyse İran Safevi devleti ile didişerek geçti. Bu, sınırlar ötesindeki tehditten kaynaklanan olağan gerilimlerden biri değildi. Mülkü olan topraklarda yaşayan konar-göçer Türkmen-Kızılbaş nüfus kendisini Osmanlı’dan çok Safevi devletine yakın hissediyordu. Selim bu nedenle ayaklarının altındaki toprağı hep kaygan hissetti. Öyleydi. Kızılbaş isyanları iktidarını zorluyordu. Bu isyanları Celali isyanları takip etti. Selim, her hareketinde arkasından emin olmaya çalıştı, her dış seferi bir iç sefere dönüştü. Sınıf savaşının din ve mezhep savaşı gibi göründüğü bir zaman aralığıdır. Ezilenler Türkmen Kızılbaşlardı, bu nedenle, iktidarına karşı bütün hareketler Sultana ayrımsız bir Kızılbaş ayaklanması olarak görünüyordu.

Selim, Safevi Şah İsmail’i durdurmayı ve Kızılbaş isyanlarını bastırmayı başardı. Fakat nihai zafer henüz çok uzaklardaydı. Celali isyanları sürüyor, Kızılbaşlar her yerde ayaklanmaya hazır bekliyordu. Sorunun nihai çözümü için İran ile Anadolu toprakları arasına bir “duvar” örmekten başka yol yoktu. Duvar Sünnilikti. Şiiliği kuşatma ve Kızılbaşlığı bastırma ihtiyacından üretilmiştir. Osmanlı sarayı Kızılbaşlardan ürktüğü için Sünni oldu ve devlet içinde Sünni tarikatların örgütlenmesinin yolunu açtı. 

Şeyh Sait’i Halidiliği dışında tutamazsın

Tabii Halidilik Kürt kökenli bir tarikat. Kürt Siyasal hareketi bu tarihten kahramanlar devşirmeye kalkınca Halidileri buldu. Örneğin Şeyh Sait bir Halididir. Şeyh Sait’i ululayınca Halidiliği dışında tutamazsın. Halidiliği kutsarsan ülkenin aydınlanma tarihinin karşı tarafına geçersin. Murat Karayılan, 90’lı yılların sonunda, Süleymaniye’de Halidiliğin merkezine gitti, Nakşileri PKK’nin mücadelesini desteklemeye çağırdı. Tabii bu aynı zamanda Halidiliği tanıma anlamına geliyordu.

Soldaki Şeyh Saitciliğin ise, buraya eklenti olmak dışında bir açıklaması yok. Şeyh Sait ve Halidilik aydınlanma mücadelemizin, tabii halkımızın düşmanıdır. Bu kadar net. 

"Şeyh Sait ve Halidilik aydınlanma mücadelemizin, tabii halkımızın düşmanıdır. Bu kadar net."

Direniş hareketleri ve dinsel belirlenimi

Dinler hep egemenler tarafından kullanılıyor fakat geldiğimiz noktada Batı emperyalizmine karşı kimi direniş odakları egemenlere karşı konumlarda duruyor. Burayı sınıfsal olarak nasıl okuyacağız? Dinsel belirleyenleri önemsizleşiyor mu direniş hareketlerinin? 

E tarihte de dinden esinlenen direniş hareketleri var. Emevi yöneticilerinin çoğunun mevali ile Araplar arasında ayırım yaptığı, mevaliye dinde yeri olmayan bazı vergiler yüklediği ve fetihlere katıldıkları halde bazı bölgelerde onları askeri maaş divanına kaydetmediği not ediliyor. Demek, müminler arasındaki ayrım çok acımasızdır. Hatta dininden dönüp Müslüman olma hareketleri, ihtida, hızlanınca cizye ve haraç gelirinin azaldığını gören Emevi Valisi Haccac, İslam’a girenlerden kaldırılması gereken cizye vergisini mevaliden almaya devam etmiş. 

Haccac tarımı güçlendirmek için mevalinin şehirlere göçünü yasaklamış, önceden şehirlere gelmiş olanları da zor kullanarak köylerine geri göndermiş. Zalimdir. Mevali, o nedenle “Haccac-ı Zalim” olarak kaydetmiştir adını tarihe. Emevi valilerinin adaletsiz uygulamaları, Kuzey Afrika’da da Berberi isyanları ile karşılandı; II. Yezid’in valilerinden biri isyancılar tarafından öldürüldü. Bu isyanın etkisiyle eşitlikçi Haricilik bölgede hızla yaygınlaştı.

Hal bu olunca, mevali İslamiyet’in ilk döneminden bu yana pek çok isyanın başını çekti, yönetimi ele geçirmek isteyen grupları destekledi. Abbasilerin desteğinde, Emeviler’in yıkılışında önemli roller üstlendi. Bazı tarihçilere göre, Abbasi iktidarı, Acem mevalinin Araplara karşı ilk zaferiydi.

Zulüm varsa direniş olur

Zulüm varsa direniş olur, ayrımcılık varsa eşitlik fikri filizlenir. Arap ayrımcılığı eninde sonunda kendi karşıtını, Arap düşmanlığını doğurur. Mevali başlangıçta Arap ayrımcılığına karşı “müslümanların eşit olduğunu” fikriyle direnmeye çalıştı. Olmayınca, bu çaba Arap olmayanların Araplara üstünlüğünü iddia eden “Şuubiyye” hareketine dönüştü. Acemi mevali arasında görülen bu Arap karşıtlığı, Abbasiler devrinde güçlendi, giderek keskin bir Arap düşmanlığına dönüştü.

“Topluluk, cemaat, millet” anlamına gelen “şa‘b”ın çoğulu “şuub”dan türeyen “şuubiyye”, İslam’ı zorla veya gönüllüce kabul eden Fars, Türk ve Berberi gibi milletlerin Araplardan üstün olduğunu savunan milliyetçilik akımının adı. Bu düşünceyi benimseyenlere “şuubi” deniyor. İslam tarihindeki bir alt sınıf hareketidir.

İslam coğrafyası Şuubiye hareketinin isyanıyla çalkalanıyordu, Irak, Horasan ve Endülüs onların kontrolüne geçmişti. Acemi şairler, Rum-Türk-Süryani, Nebati, Kıpti, Berberi, İspanyol, Slav kökenli edip ve alimler Arapları aşağılamak için kol kola girmişti. Farslar ve Rumlar gibi milletlerin köklü medeniyetlere sahip oldukları zamanlarda Araplar aç ve sefil durumdaydı, derin bir vahşet içinde yaşayan kabilelerden ibaretti. Onların övünecek tek şeyi şiirdi. Felsefe, astronomi, ipek işçiliği gibi bilim ve sanatlar, çeşitli oyunlar ve birçok icat insanlığa Arap olmayanlar tarafından kazandırılmıştı. Bunlar da İslam’da bir alt sınıf kültürünün ilk halleridir.

“İslam medeniyeti”nde, kullar-köleler dışındaki sınıfların hali böyledir. Kulları da hesaba katınca geniş bir “proletarya” çıkar ortaya. Bütün tarihin olduğu gibi “islam tarihi”nin de gerçek anahtarıdır bu.

Demem o ki, direnen müslümanlar her zaman olur. Cephede, barikatta eşitlik vardır. Tarikat ise, o eşitliği silmek için filizlenir. Haliyle tarikata bir barikat kurmak gerekir. Karanlık Yol o barikatı tarif etme girişimidir.