“Tarikatlar tarihi” hep içeriden yazılmıştır ve haliyle bir “yol olduğu” iddia edilmiştir. Yoldur amma karanlık bir yoldur. Ve aydınlık bir ülke için bu yolu yeniden kapatmak gerekir. 

Karanlık Yol’a reddiye

Osmanlının Sünnileşmesinin ve İran’ın Şiileşmesinin dramatik bir tarihi var. Safevi tarikatı şeyhi İsmail, Akkoyunlu Emiri Mirza'yı Nahçıvan yakınlarında yendikten sonra, Tebriz'de, kendisini Şah ilan etti. Böylece Safevi tarikatı bir devlete dönüşmüş oldu. Tarikatın şeyhi İsmail bir hanedan kurmayı başarmış ve İran’da şah olmuştu. Yalnız Osmanlıdan korkuyordu, Şiiliği devletinin mezhebi ilan ederek Osmanlıya karşı bir duvar ördü. Mezhepler ve tarikatlar, birer inanç olmaktan çok birer duvardır. 

Yalnız Şiilik de Osmanlının altını oymak anlamına geliyordu. Safevi devleti kurulunca Anadolu’da konar göçer Türkmenler “şaha gitmek için” yola düştü. Osmanlı gitmelerini istemiyordu, engel olmaya çalıştı. Haliyle ona da Safevi devletine karşı bir duvar gerekiyordu. İlk iş, sınıra Sünni Kürtleri yerleştirmek oldu, sonra Sünni tarikatları destekledi ve konar göçerlere, haliyle Alevilere, düşman oldu. 

Şah İsmail’in ve Yavuz Selim’in o korkuları İran’da ve Türkiye’de büyük iki halkın hayatını etkilemeyi sürdürüyor. İran’da Şiilikten esinlenen şeriatçı bir rejim var ve Türkiye Sünniliği tahkim etmeyi, Aleviliği itip kakmayı sürdürüyor. 

***

Aleviler konar göçer köylülerdi ve Bektaşilik onun şehirli versiyonuydu. Osmanlı Aleviliği itip kakarken Bektaşiliği destekledi, devşirme ordusunun manevi eğitimini onlara bıraktı. Osmanlının Alevileri ezmeye gönderdiği ordu Bektaşilerin yetiştirdikleriydi. Bektaşi senkretizmi, Osmanlı İmparatorluğunun içine çektiği her türlü inancı içine olmaya uygundu. Oysa Alevilikte aynı soydan olmak önemliydi, dışarıdan girilemiyordu. Bambaşka yollarda ilerlediler. Sonra nasıl birleştikleri, Alevi-Bektaşi inancı, bir sorudur. 

Ama sonunda devletlu Bektaşilik de devletle yüzleşmek zorunda kaldı. 

***

Öyle veya böyle, “Türklerin Tarihi”nde tarikatların yeri var. Bizim devlet geleneğimiz tarikatların kucağında doğdu. Osman, Orhan, Murad Ahiydi. Gerçi bugünkü manada bir tarikat sayılmazdı Ahilik. Dinle bağının derecesini tam olarak bilemiyoruz. Adı geçen bu sultanlar Müslüman mıydı, bu noktada da kesin bir bilgiye sahip değiliz. Önde gelen tarihçiler, “Osman” adının “Müslüman Osmanlı” kurgusundan bir sapma olduğunu, bu ismin ilk sultana sonradan yakıştırılmış olabileceğini iddia ediyor. Aslı “Odman” veya “Otman” olmalıdır. Henüz devletin devlet ve tarikatın tarikat olmadığı bir zaman aralığıdır. Açık olan tek şey Osmanlıda İslamizasyonun bu üç sultandan sonra gerçekleştiğidir.

II. Murat Bayramiydi. Bu tarikatın kurucusu “Hâce” Bayramı Veli, “Hâce” Bektaşi Veli ile birlikte, Osmanlının ilk döneminin en önemli iki tarikatıdır. Hâce, hacılığa değil hocalığa bir göndermeydi. Her ikisi de Anadolu’ya göçerken geçtiği bütün coğrafyaların rengini almış, karşılaştığı bütün inançların kokusuna bulanmıştı. Bu halleriyle hem İslam’dı hem İslam dışıydı.

Yavuz Selim Sümbüli, Kanuni Süleyman Gülşeniydi. Sünbülilik biraz tuhaf bir tarikattı. Gülşenilik Mevleviliğin bir versiyonuydu. I. Abdülhamit Nakşibendi, II. Abdülhamit Şazeliydi. III. Selim Mevlevilikte, Abdülmecid Cerrahilikte karar kılmıştı. Abdülaziz Bektaşi, Mehmet Reşat Mevleviydi. V. Murad modern bir yol tutturmuş Mason olmuştu; 112. İslam halifesidir. Ama her halükârda Bektaşi kızılının solduğu Sünni yeşilinin baskın hale geldiği bir tablodur bu. Sünni yeşili Osmanlı sarayının rengidir nihayetinde ve tarihini Yavuz Selim ile başlatabiliyoruz.

***

Yavuz Selim’in hayatı neredeyse İran Safevi devleti ile didişerek geçti. Bu, sınırlar ötesindeki tehditten kaynaklanan olağan gerilimlerden biri değildi. Mülkü olan topraklarda yaşayan konar-göçer Türkmen-Kızılbaş nüfus kendisini Osmanlıdan çok Safevi devletine yakın hissediyordu. Selim bu nedenle ayaklarının altındaki toprağı hep kaygan hissetti. Öyleydi. Kızılbaş isyanları iktidarını zorluyordu. Bu isyanları Celali isyanları takip etti. Selim, her hareketinde arkasından emin olmaya çalıştı, her dış seferi bir iç sefere dönüştü. Sınıf savaşının din ve mezhep savaşı gibi göründüğü bir zaman aralığıdır. Ezilenler Türkmen Kızılbaşlardı, bu nedenle, iktidarına karşı bütün hareketler Sultana ayrımsız bir Kızılbaş ayaklanması olarak görünüyordu.

Selim, Safevi Şah İsmail’i durdurmayı ve Kızılbaş isyanlarını bastırmayı başardı. Fakat nihai zafer henüz çok uzaklardaydı. Celali isyanları sürüyor, Kızılbaşlar her yerde ayaklanmaya hazır bekliyordu. Sorunun nihai çözümü için İran ile Anadolu toprakları arasına bir “duvar” örmekten başka yol yoktu. Duvar Sünnilikti. Mısır Seferi sonucunda “kutsal topraklar” Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Orada ele geçirdiği kutsal emanetleri toplayıp İstanbul’a taşıdı. Mısır’da “keşfedilen” sözde son Memluk Halifesi III. Mütevekkil İstanbul’a gelip halifeliği sultana devretti. Böylece Hilafet Abbasi soyundan Osmanlı soyuna geçmiş sayıldı. Bütün bunları ilk “ılımlı İslam” projesi sayabiliriz. Şiiliği kuşatma ve Kızılbaşlığı bastırma ihtiyacından üretilmiştir.  

Osmanlı sarayı Kızılbaşlardan ürktüğü için Sünni oldu ve devlet içinde Sünni tarikatların örgütlenmesinin yolunu açtı. Hayat inançtan önce geliyordu ve hayat devletin tarikat tercihlerini de belirliyordu. Başlangıçta Kızılbaşlığın panzehri olarak onun şehirli ve ılımlı bir versiyonu olan Bektaşilik desteklendi, kollandı. Yeniçerilik sarayın önünde bir engel olarak dikilince bu ocakla birlikte onunla özdeşleşmiş olan Bektaşiliği de kaldırıp attı. Yerine önce Mevleviliği, o da olmayınca Nakşibendiliği koydu. Nakşibendilik Sünni bir tarikattı. Sarayın isteklerine çok uygundu ve böylece devletlû bir tarikat haline geldi. Hala öyledir.

***

Kaderin cilvesi, Kızılbaşların İran’a meyletmesini önlemek için tercih edilen Nakşibendilik İran çıkışlı bir tarikat. Görünüşte şeriata, Kurana ve hadislere sıkı sıkıya bağlıydı ama gerçekte tarikat içinde pragmatizm hükmünü sürdürüyordu. Kaynaklar eski İran inançlarının tarikatın oluşumunda etkili olduğunu haber veriyor. Bu senkretik yapısına karşın tutucu, padişahçı, hilafetçi, şeriatçı bir tarikat Nakşibendilik.

1826’da, Vakayı Hayriye vesilesiyle, Osmanlı Nakşilikte karar kılınca bunun İmparatorluğun başka topraklarında da etkisi oldu. Süleymaniye’de Halidilik o devlet desteği vesilesiyle ortaya çıktı. Süleymaniyeli Molla Halid, geleceğin başka bir yolu işaret ettiğini hissetmişti. Eski inançlarını bir yana bıraktı, Nakşi oldu. Süleymaniye’den İstanbul’a sıçradı. Saray da kullanışlı bir aparat bulduğunu fark etmişti. Molla Halid’in tarikatı o yoldan ilerledi. Halidilik devletlu bir tarikattır. Ama bununla birlikte Nakşibendiliğin en gerici, en yobaz, en şeriatçı halidir. 

Molla Halid talebelerinin yakın tarihin bütün karşı devrimlerinde bir şekilde dahli var haliyle. 31 Mart gerici ayaklanması bu tarikatın önderliğinde gerçekleşti, Kurtuluş Savaşında direnişin düşmanı. Şeyh Said ayaklanması, Menemen isyanı bu tarikatın marifeti.

Karanlık yol: Nakşi-Halidi Tarikatı Tarihi kitabı, bu ay Yazılama Yayınevi'nden çıktı.

***

Halidilik Nakşiliğin tek zehirli meyvesi değil. Tarikat doğuşundan bu yana 20 yakın filiz vermiş. Çoğu silinip gitmiş. Bugüne kalan kollardan ikisi Said-i Nursi’nin kurduğu Nurculuk ve Süleyman Hilmi Tunahan’ın adına yazılı Süleymancılık. Said, Bitlis doğumlu bir Kürt. Süleyman Hilmi, Romanya’nın Silistre kentinden. Bu kadar farklı kültürlerden gelen iki adamın aynı tutuculukta birleşmesi ilginç ve üzerinde düşünülmesi gereken bir vaka.

Said’in ilk faaliyetleri Osmanlı döneminde. Abdülhamit’in emriyle gözaltına alındı, akıl hastası olduğuna karar verildi ve bir akıl hastanesine kapatıldı. Cumhuriyet döneminde de pek çok kez kovuşturulup, tutuklandı. 1925’te Şeyh Said isyanına katıldığı gerekçesiyle sürgüne gönderildi. Buna karşılık tıpkı Necip Fazıl gibi Demokrat Parti döneminin muteber adamıydı. Yaşadığı dönemde bir tarikat olmaktan-kurmaktan çok uzaktı. Nurculuğu bir tarikata dönüştürenler, onun yazdıklarını propaganda etmeyi bir “hizmet” olarak kabul eden Fethullahçılardı. Tarikat benzeri bir yapıydı Fethullahçılar, gizli örgütle tarikatın tuhaf bir karışımıydı. Tabloyu tamamlamak için son parçayı, Nakşibendilikten gelen Necip Fazıl’ın kurucusu olduğu “Büyük Doğu” fikriyatını da ilave etmek gerekir. Cumhuriyet dönemi tarikatlar tablosudur bu.

***

Nakşibendilik ve tabii Halidilik neredeyse iki yüzyıldır devletin bir uzantısı olarak faaliyet gösteriyor. Cumhuriyetin yol açtığı kısa aranın dışında ülke sathında hep etkili. İnişli çıkışlı bir ilişkileri olmuş devletle ama hep devletin eteğinden tutunarak iş görmüş. Nakşibendiliğin Said-i Nursi’ye hizmet kolu yaz ortasında geride kalan Halidilere darbe yapmaya kalkışınca herkes Fethullahçıların tarikatın bir “ahtapot gibi” her yanı sardıklarını fark etti. Her yerde örgütlenmişler, bütün mevkileri ele geçirmişler, devleti bir tarikata dönüştürmüşlerdi.

Halbuki yeni Türkiye’nin normalidir bu. Çünkü artık devlet devlet değil, irice bir tarikattır, cumhuriyet de Nakşibendi-Halidi cumhuriyetidir. Nakşibendiliğin Nurcuları kovuşturulurken, Süleymancıları, İsmailağacıları, İskenderpaşalıları kollanır. Bir tarikat gider bir tarikat gelir, bir tarikat iner bir tarikat biner. Ve artık biliyoruz, tarikatlar, arkasında devlet durmayınca müzeliktir.

Tarikat, Karanlık Yol, haliyle Halidi tarikatı demektir. Bizim, Bektaşilikle veya Mevlevilikle ilgilenmemiz için bir neden yoktur. Kemalistler de tarikatlar kapatırken Mevleviliği müze ilan ederek açık tutmuştur. Çünkü kapatmak istedikleri tarikat Nakşi-Halidi tarikatıdır. Osmanlıda iktidarda pay sahibi olanlar onlardır, günlük hayat onların kontrolündedir ve laik bir cumhuriyet için Nakşi-Halidiliği kapatmak şart olmuştur. Bizim için de tarikat Halidiliktir. Çünkü, dün olduğu gibi bugün de bu tarikatın arkasında devlet var. 

“Tarikatlar tarihi” hep içeriden yazılmıştır ve haliyle bir “yol olduğu” iddia edilmiştir. Yoldur amma karanlık bir yoldur. Ve aydınlık bir ülke için bu yolu yeniden kapatmak gerekir. 

Bir reddiyeye ihtiyacımız vardı, inşasına başlamış olduk. Sarayların, sultanların, şahların, şeyhlerin ve mollaların yaptığı o duvar yıkılacak, sözümüz budur.