SÖYLEŞİ | Korkut Boratav ile sermayenin özelleştirme saldırısı üzerine

Özelleştirme yaftası altında son kırk yıla damgasını vuran hazin dönüşümlerin, tüm kalıntıları, mirası ile tasfiyesi, AKP sonrasında Türkiye emekçilerinin acil mücadele gündemlerinden biridir.

Dayanışma Forumu

Dayanışma Forumu'nun ilk sayısı “Laiklik” üzerineydi; ikinci sayısı ise "Özel Güzeldir'den Çökmeye: Sermaye ve Özelleştirmeler" başlığı altında yapılan değerlendirmeleri bir araya toplayacak. Bu başlık altında, “kamusal mülkiyetin talanı” merkezde olmak üzere "yağma ekonomisi" ve bunun son dönemlerde çeşitlenen araçları ve yöntemleri üzerinde durulmak isteniyor. Her ne kadar kamusal mülkiyetin talanı ve rant aktarma düzeneklerinin varlığı kapitalist sistemin doğasına içkin ise de, 1980'ler sonrasının neoliberal düzenleme rejiminin işleyiş mekanizmasıyla uyumlu değil mi? Nasıl gündeme geldi? 

Evet, özelleştirme “neoliberal düzenleme rejiminin” içinde yer aldı. Kısaca bu rejimin ve özelleştirmenin nasıl gündeme geldiğine değinerek başlayayım. İster istemez bilinen doğruları tekrar etmek pahasına…

Kapitalizmin kökeninde şiddet ve devlet gücüyle gerçekleştirilen mülksüzleştirme vardır. Emekçiler, üretim araçları üzerinde mülkiyet ve intifa (yararlanma) haklarını yitirmişlerdir; ama ekonomik anlamda özgürleşmişlerdir. Yani, işgüçleri üzerinde tasarruf etme (“satıp satmama”) özgürlüğüne sahiptirler. Buna karşılık siyaset alanında özgürlükleri yoktur.

Siyaset, mülk (üretim araçları) sahibi olan sınıfların tekelindedir. Bu nitelikleri taşıyan, “saf biçimi” ile kapitalizm  için özelleştirme gündemde olamaz; zira kamu (“devlet”) mülkiyeti söz konusu değildir.

Ne var ki kapitalizmin tarihi, aynı zamanda bu sisteme özgü sınıf mücadelesinin de tarihidir. Bu mücadeleyi, sistemin sömürülen temel sınıfı, işçi sınıfı üstlenmiştir. Adım adım karşılığını da almıştır: İşçiler, önce siyasete bireyler olarak, partileri ile katılım hakkını kazanmış; sonra da üretim ve mülkiyet ilişkileri üzerinde kapitalist sınıfı ödünlere zorlamıştır. Belirleyici bir etken, 20’nci yüzyılda insanlığın üçte birinde gerçekleşen, uygulanan sosyalist devrimler oldu. 

Kapitalizmin Altın Çağı diye adlandırılan ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasını 1980’li yıllara kadar kapsayan dönem, emekçilerle burjuvaziler arasında yukarıda değindiğim sınıflar-arası bir   uzlaşmayı yarattı. Bu uzlaşmanın ideolojik uzantıları da oldu. Batı (özellikle Avrupa) toplumlarında yaygınlaşan refah devleti; çevre ekonomilerinde yerleşen kalkınmacı ve sosyal devlet kavramları gibi… İşçi sınıfları ise bu kazanımlar karşılığında devrimci programlarını terk etmiş; kapitalizmin temel ilişkilerinin süregelmesini kabul etmiştir. 

“Özelleştirme” ideolojisinin arkasında kamu iktisadi girişimlerini ve kamunun ekonomiye doğrudan müdahalelerini kötüleme, özel sermayenin/ piyasanın kaynakları çok daha etkin kullandığına/kullanacağına ilişkin bir yığın   güzelleme aslında bir dizi ideolojik önkabul veya dayatmadan başka anlama gelmekte miydi? Son 40 yılın uygulama sonuçları bunun hiç de böyle olmadığına ilişkin çok sayıda örnekler vermedi mi? 

1980’lere gelindiğinde, özelleştirme gündemini tetikleyen nesnel tabloyu hatırlayalım: Batı kapitalizminde üretim araçları mülkiyeti üzerinde kapitalist sınıfın tekeli son bulmuş; devlet işletmeleri yaygınlaşmıştır. Devlet, ayrıca, eğitim, sağlık, emeklilik gibi kamu hizmetlerini   yurttaşlara parasız olarak sunmaya başlamış; finansmanını büyük ölçüde kapitalistleri vergileyerek karşılamıştır. 

Sonunda egemen sınıflar saflarında, bu dönüşümleri mümkün kılan sınıflar-arası uzlaşmanın kapitalizmin bekasını tehdit etiği (“bu iş böyle gidemez…”) teşhisi yaygınlaştı. Sermayenin sınırsız tahakkümünü dünya çapında yeniden yerleştirmeyi hedefleyen karşı saldırı (neoliberalizm) bu teşhisin sonucudur. Neoliberalizm, Britanya ve ABD’de iktidara gelen Muhafazakâr ve Cumhuriyetçi partiler tarafından başlatıldı; Batı’nın sağcı iktidarları ve uluslararası kuruluşlar tarafından diğer ülkelere, Güney coğrafyasına da taşındı.

Egemen sınıflar neoliberal tasarımı inşa ederken, yönetme iddiasında oldukları kapitalizmin doğasında var olan “vahşi” özellikleri, “yağmacı” nitelikleri, genleri yeniden keşfettiler; onları hayata taşıma mücadelesini başlattılar. Sözünü ettiğiniz özelleştirme, bu tasarımın bir parçasıdır.  

Neoliberalizmin arka planında, merkez kapitalizminin dinamizmini yitirmesi; yaratıcı, yenilikçi, derinliğine sermaye birikimi ivmesinin durgunlaşması yer alır.  Kapitalizm, bu tıkanmayı aşmak için tarihsel kökenlerinde yer alan ilkel sermaye birikimini yeniden keşfetti; modern biçimi, özelleştirme olarak adlandırıldı.

Özelleştirme, ilkel birikim gibi, yutarak, mülksüzleştirerek, geçmiş birikimlerin sonucu olan servetlere, varlıklara el koymak anlamına gelir. Kapitalizmin dinamik, yaratıcı aşamalarını belirlemiş olan üretken sabit sermaye stokunu artırmaz.  İlkel birikimin daha da parazitleşmiş bir “hortlağı” söz konusudur. Neoliberal programlar uluslararası sermaye hareketlerini serbestleştirir; bu sayede özelleştirme Üçüncü Dünya’ya da taşınır. Kalkınmacı devletin birikimlerine cılız yerli burjuvaziler yerine, uluslararası sermayenin el koyması böylece mümkün olur. 

Kamu hizmetlerinin burjuvaziler tarafından vergilenerek finansmanına son vermek (veya sınırlamak) neoliberal programların bir diğer öğesidir. Eğitimin, sağlığın, emekliliğin finansmanı yararlananlar tarafından özel sigortalar yoluyla veya doğrudan doğruya bedeli (fiyatı) ödenerek karşılanacaktır.  Dünya Bankası tarafından kamu hizmetlerinin özel sektör tarafından sağlanması (“private provision of public services”) diye adlandırılan bu düzenlemeler Batı özelleştirmesinin ikinci boyutunu oluşturdu. 

Bu sınıfsal saldırının düşünsel arka planı, neklasik iktisat kuramında vardı. Hayek ve Chicago okulları, Altın Çağ’ın “refah devleti sapması”na karşı kuramsal boşlukları doldurdu. Neoklasik iktisat kuramı ile Hayek’in piyasa mekanizmasını yücelten öğretisi bütünleşti. 

Zamanı gelince Dünya Bankası (DB) ve IMF devreye girdi. Teorik savlar politika öğeleri biçiminde basitleştirildi. Neoliberal iktisat doktrini bu eklemlenmenin ürünüdür. En basit biçimi 1989’da “Washington Mutabakatı” diye adlandırıldı. 

Özelleştirme programları uygulanma aşamalarında bu kuramsal çerçeveden hareket edilerek savunuldu. Özel (kapitalist) işletmelerin üstünlüğünü, kaynak tahsisinde etkinlik ölçütü ile doğrulayan çalışmalar bu amacı izledi. Ne var ki, “etkinlik”, üstünlük iddiasını kanıtlayabilecek bir kavram değildir.  Neoklasik öğretiye göre kamusal / özel işletmeler arasındaki etkinlik farkı mülkiyetten değil, söz konusu piyasalarda tam rekabetin var olup olmaması ile ilgilidir.  Gerçek hayatta esasen var olmayan tam rekabete özelleştirme sonunda yaklaşıldığını belirlemek beyhude bir çabadır. 

Bizatihi ideolojik bir yük taşıyan “etkinlik” yerine, “emek verimliliğindeki artış eğilimi” gibi daha somut bir ölçüt kullanıldığında kamu işletmelerinin benzer alanlardaki özel işletmelerden geride kaldığı belirlenemedi. Türkiye’deki araştırmalar da benzer sonuçlar verdi.

Bir örnek vereyim: 1989’da World Development dergisi özelleştirme temalı bir özel sayı yayımladı (Cilt 17, No.5).  O tarihe kadar gerçekleşen araştırmaların dökümü yapıldı. Katkı yapanların büyük çoğunluğu (ki bunlara Dünya Bankası uzmanları da dahildir) özelleştirmenin esas olarak ideolojik-siyasi bir tercih olduğunu; ardında çok güçlü ekonomik nedenler olmadığı hususunda hemfikir olmaktaydı. 

Ne var ki, on yıllık uygulamalarının sonrasında yapılan bu “itiraf”, özelleştirme lehindeki ideolojik-siyasi tercihin, sınıfsal arka planını gizlemektedir.   Egemen sınıfların, burjuvazinin farklı katmanlarının özelleştirmeden umduğu ve gerçekleştirdiği çıkarlar nelerdir? Bu soruyu yanıtlamak gerekir. 

Temel amaç “sistemsel bir onarım” olarak nitelendirilebilir: Kapitalist üretim biçiminin özüne yabancı olan mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin tasfiyesi…   Üretken sektörlerde devlet işletmeciliğine son verilmesi; kamu hizmetlerinin ise piyasalaştırılması (“metalaştırılması”), mümkün mertebe özelleştirilmesi… 

Bu genel hedefin yanı-sıra özelleştirme programlarını üç ayrı ülke grubu bakımından (-gelişkin kapitalist sanayi ülkeleri, -çevre ülkeleri, -Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla peydahlanan ve bir bölümü AB üyesi yapılan eskinin sosyalist ülkeleri) ayrı ayrı ele almak daha doğru değil midir?  Bu ülkeler bakımından özelleştirmeyle bütünleşen talan/yağma süreçleri farklı kapsam ve hızlarda olmamış mıdır?

Devrimler ve karşı-devrimler iktidar ele geçirilmeden gerçekleşemez. 1989 sonrası SSCB ve Doğu Avrupa’da gözlendiği gibi… Komünist partilerin kapitalizm-yanlısı güçler tarafından “içten fethi” ile başlayan karşı-devrimler çok partili rejime geçişlerle tamamlandı. Sistemin nitelik değiştirmesinin temel aracı, “şok tedavisi” diye adlandırılan fevkalade hızlı, kapsamlı özelleştirmeler oldu. Eski SSCB’de kapitalizm, devlet işletmelerinin “oligarklar” diye anılacak fırsatçılara intikali biçimini alacaktır. 

Batı Avrupa’da süreç yeknesak olmadı. Thatcher ve Reagan ülkelerine neoliberalizmi yerleştirmeye başlarken François Mitterrand 1981 Fransa'sında sosyalist ve komünist partilerin (bazı sektörlerde kamulaştırmayı içeren) ortak programı ile seçim kazanıyordu.  Finans kapital baskın çıkacak; Fransa iki yıl içinde bu programı rafa kaldıracak ve Avrupa sosyal demokrasisinin neoliberalizm karşısındaki ilk teslimiyeti gerçekleşecektir. 

Bu teslimiyet, sonraki yıllarda Avrupa’da yaygınlaşacaktır. Belki de kritik eşik 1997’de Tony Blair’in “New Labour” programı ile seçim kazanmasıdır. Bu sürecin hızlanmasına Avrupa Birliği’nin “emeğin Avrupası” tasarımını adım adım terk etmesi; Almanya’nın öncülüğünde neoliberal dönüşüme angaje olması katkı yaptı. 

Yeni yüzyıla gelindiğinde Batı Avrupa’da “Altın Çağ”dan, Doğu Avrupa’da sosyalist dönemden devralınan üretken sektörlerde devlet mülkiyeti büyük ölçüde tarihe karışmıştı. İşçi sınıfları, özellikle İskandinavya’da refah devleti kazanımlarının bir bölümünü koruyabildi; ama Altın Çağ’ın zirve döneminde yükselttiği ek taleplerden vazgeçme pahasına… 

Çevre ülkelerinde ise özelleştirmeler büyük ölçüde IMF ve Dünya Bankası’nın istikrar ve yapısal uyum programları içinde hayata geçirildi; sermaye hareketlerinin dünya çapında serbestleştiği 1990 sonrasında yaygınlaştı. 

Güney coğrafyasındaki gelişimin yeknesak olmadığı da vurgulanmalıdır. Örneğin 1973 Pinochet darbesi sonrasında Friedman’ın öğrencisi olan (ve “Chicago çocukları” diye adlandırılan) iktisatçılar Şili’de sosyal güvenlik sisteminin özelleştiren bir programı başlattı. Bu deneyim, sonraki yıllarda bazı Batı Avrupa ülkelerinde izlenecek uygulamalara örnek olacaktır. 

Türkiye özeline gelirsek, ANAP döneminde başlayan özelleştirme uygulamalarının AKP dönemine kadar ağır-aksak ve önemli bir karşı-hukuki mücadelenin gölgesinde yapılabildiğini görüyoruz. Bunda, iktidarların özelleştirmenin hukuki dayanaklarını oluşturmada önemli gecikmeleri kadar sendikal ve siyasi mücadelenin de belirli bir katkısı yok mudur? Sizin de yönetiminde bulunduğunuz ve uzun süre Harb-İş Sendikası mekanlarını kullanan KİGEM'in de önemli bir engelleyici/geciktirici mücadele merkezi olarak işlev gördüğünü söyleyebilir miyiz?

Neoliberalizmin Türkiye’ye girişi, aslında, Thatcher (1979) ve Reagan’ın (1981) tarihlerinin arasında yer alır. Türkiye’nin simgesel iki tarihi 24 Ocak ve 12 Eylül 1980’dir. 

Ancak Türkiye’de özelleştirme, neoliberal programın ilk aşamalarının bir öğesi değildi. Program “serbest piyasa” söylemi içinde pazarlanıyor; dış ve iç ticarette, bankacılıkta kaynak tahsisini etkileyen devlet müdahalelerinin giderilmesine, çiftçiyi koruyan desteklerin tasfiyesine öncelik veriliyordu. İşgücü piyasaları ise, önce sıkıyönetim rejiminin, sonra da 1982 Anayasası’nın kısıtlamaları ile disiplin altına alınıyordu. 

1982 Anayasası kamulaştırma içerir; özelleştirme yoktur. Bu anayasanın halkoyuna sunulduğu tarihte TÜSİAD başkanı Ali Koçman: “Türk özel sektörünün KİT‘lerin mülkiyeti üzerinde bir talebi yoktur” demecini vermişti.

1980’lerin ortalarından sonra Dünya Bankası özelleştirmeyi yapısal uyum programlarının bir ögesi haline getirmeye başladı. Turgut Özal da özelleştirmeyi benimsedi; programına aldı, ufak çapta uygulamaları başlattı.

1991’de Dünya Bankası özelleştirme gündemine Türkiye’yi kattı. “Türk KİT sistemi” üzerinde iki ciltlik ayrıntılı ve aslında perişan bir rapor yayımladı1. Rapor, güçlü bir veri tabanının tahrif edilerek sahtekârca kullanıldığına ilişkin bir örnektir. Bu çalışmayı “KİT’ler ve Sanayileşme” konularını içeren bir derleme kitabında ayrıntılı olarak eleştirdik.  Ayrıntılı bir nicel analizle Türkiye KİT sistemini, etkinlik, verimlilik ölçütleri açısından değerlendirdik2

DB Raporu’nun önerileri 1994 krizinden sonra benimsendi. Başbakan Tansu Çiller, “son sosyalist devlete özelleştirmeler yoluyla son vereceğiz” sloganıyla uygulamaları hızlandırdı. Harb-İş Sendikası, Mümtaz Soysal’ın öncülüğünde kurulan Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Vakfı’na destek verdi. KİGEM, 2000’li yıllara kadar özelleştirme kararlarını yargıya taşıdı; çok sayıda iptali gerçekleştirdi. 

KİGEM deneyimi ve dosyaları, AKP öncesindeki yıllarda da lekesiz özelleştirmenin olmadığını gösteriyor. Yargı yolu özelleştirme ivmesini kısmen yavaşlattı; ama durduramadı. İptal edilen sözleşmelerin pek çoğu, küçük değişikliklerle tekrar yenilendi; uygulandı. Pek çoğunda sendikalar pasif kaldı. 

AKP döneminde inanılmaz bir hız kazanan özelleştirmelerin AKP'ye özgü yağmacı ekonomik düzenle ve IMF'ye verilen 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu ile tanımlanan yeni istikrar ve yapısal dönüşüm programıyla uyumlu bir biçimde çok geniş bir kapsama yayılmasının ekonomi-politiği sizce nedir?

1998-2008 arasında yürütülen IMF programlarının tümünde özelleştirme hedefleri yer aldı. Çiller sonrasında özelleştirmenin gönüllü, hatta fanatik uygulayıcısı AKP oldu.  Özelleştirme gelirleri AKP öncesinde 8,2 milyar dolarla sınırlı kalmış; 2004-2019 toplamı 71,1 milyar dolara ulaşmıştır3

2020 sonrasında ise özelleştirme hızını kaybedecek; henüz uygulanması başlamayan TEİAŞ sayılmazsa, Hazine, Millî Emlak, yerel yönetim arazileri ile sınırlı kalacaktır.  

Üretken kamu sektörünün büyük bölümü özelleştirilmiştir. Enerji üretim ve dağıtımı, telekomünikasyon, tekel, kâğıt sektörlerindeki büyük boyutlu özelleştirmelerin yol açtığı yolsuzluklar belgelenmiştir.  

Türkiye burjuvazisinin tarihi, devlet eliyle, özellikle ihaleler yoluyla yaratılan kaynaklara el koyarak zenginleşme çabalarının da tarihidir. Bir “karşı-tarih” de var: Burjuvazinin fiilen önlenemeyen kapkaççı, yağmacı eğilimlerini nesnel kurallara bağlayarak sınırlama, denetleme çabalarının da tarihi… Neoliberal döneme kadar, belli ölçülerde özerk, güvenceli, nitelikli, seçkin bir bürokrasi bu “karşı-tarih“in taşıyıcısıdır: Denetim işlevini üstlenmiş;  devletin, kamu müdahalelerinin yarattığı kaynak (rant) aktarımlarının, siyasal iktidarın ayrıcalıklı tercihlerine göre paylaşımını frenlemiştir. 

Neoliberal dönem, başta özelleştirmeler aracılığıyla yeni ve çok zengin yolsuzluk alanları açmaktaydı. Sözünü ettiğim bürokrasi, Özal’dan başlayarak adım adım felce uğratıldı. 2001’de Kamu İhale Yasası taslağının Dünya Bankası tarafından hazırlanması, dıştan gelen bir frenleme girişimiydi. Sıradan devlet ihaleleri dışında, özelleştirme uygulamalarının yaratacağı yeni ve astronomik    varlık aktarımı olanaklarının da yabancı ve yerli sermaye tarafından eşit koşullarda paylaşımı; siyasal kayırmaların önlenmesi hedefleniyordu. 

AKP döneminde Kamu İhale Yasası’nda yapılan değişiklikler sayısızdır. AKP öncesinde ve sonrasında özelleştirme, böylece, geçmiş birikimlerin mirası olan kamu varlıklarının, siyasal iktidarca belirlenen ayrıcalıklı katmanları tarafından belli ölçülerde yağmalanmasını sağlamıştır. Neoliberal dünyada hortlayan ve mülksüzleştirerek, geçmiş birikimlerin sonucu olan servetlere, varlıklara el koymak biçimini alan özelleştirme uygulamalarının zengin örneklerinden biri Türkiye olmuştur.

Bu tespit, Türkiye’de özelleştirme uygulamalarının hedeflediği temel işlevi de ortaya koyuyor. AKP iktidarı ile bütünleşen; bu iktidarla bağımlılık, ortaklık, destekleyicilik işlevleri ile kaynaşan; yağmacı nitelikleri ağır basan bir burjuvazi yaratma…  

Özelleştirmenin bir diğer işlevini de vurgulayalım: Sermayenin vergi yükünün hafifletilmesi…

Özelleştirme gelirlerinin yaklaşık yüzde 70’i, doğrudan bütçeye (Hazine'ye) aktarılmıştır.  1980’li yıllara girildiğinde, Türkiye vergi sistemi, müterakki (eşitsizlikleri azaltıcı) doğrultuda önemli mesafeler almıştı. 

1990’lı yıllarda koalisyon partileri bütçe açıklarını artırdı; devlet borçlarının ve kamu açıklarının millî gelire oranları tırmandı.  Sonraki IMF programları, devlet borçlarından kaynaklanabilecek kriz olasılıklarını önlemeye öncelik verdi. Malî disiplin, yıllık faiz dışı bütçe fazlaları ile hedeflendi. AKP’li yıllarda özelleştirme gelirleri bu hedeflerin gerçekleşmesine katkı yaptı. Burjuvazinin ortalama vergi yükü, özelleştirmeler sayesinde aşağı çekildi. Vergi sistemi, artık, tüketimden toplanan dolaylı vergiler ile bordrolardan kesilen ücret/maaş gelirlerine dayanmaktadır; regresif (eşitsizliklerini artıran) bir nitelik kazanmıştır. 

Sonraki yıllarda, aslında bir DB tasarımı olan kamu-özel işbirliği (KÖİ) projeleri devreye girecektir. Bu “model”, aslında farklı bir özelleştirme türüdür. Altyapı ve sağlık sektörü yatırımları özel sektörce üstlenilecek; merkezî bütçe katkısı ve kamu açıkları ilerdeki yıllara yayılacaktır.  Geleneksel özelleştirmelerin iki özelliği burada da geçerlidir: Bir yandan kısa dönemli bütçe ve devlet borcu dengeleri sürdürülebilir düzeyde gösterilecek; neoliberal malî disiplin ilkesi korunacaktır. Diğer yandan da ayrıcalıklı müteahhitlere (“Beşli Çete”ye) döviz kuru bağlantılı ciro güvenceleri sağlanacak; renkli bir yolsuzluk türü daha oluşacaktır. 

KÖİ uygulamaları da böylece, yağmacı, parazit, dinamizmden yoksun bir kapitalizmin iğreti yapı taşlarından bir diğerini oluşturmaktadır. 

Devlet işletmelerinin yanı-sıra kamu hizmetlerinde, öncelikle eğitim ve sağlıkta özelleştirme ve piyasalaştırma uygulamalarının bir başka sınıfsal işlevi de vardır: “Metalaşan” (satın alınan) hizmet, kamusal özelliğini yitirir.  Eğiten, öğreten, sağaltan kişi (öğretmen ve hekim) “satıcı”; kullanan, yararlanan kişi (öğrenci, veli, hasta) “müşteri” olur. Kapitalizmin dayandığı metalaşma sürecine istisna oluşturan ilişkiler son bulmalı; en azından frenlenmelidir. 

Kamu hizmetlerinde, hatta üretken sektörlerdeki devlet işlemelerinde, iş süreci, işçi / patron değil; memur / amir ilişkisini içerir. Bölüşüm karşıtlığı içermeyen bir ilişki. Öğretmenin, devlet hastanesindeki veya sağlık ocağındaki hekimin aylıkları ile okul müdürünün, başhekimin maaşları karşıtlık ilişkisi içinde değildir.  Bu ilişkilerde yaşayan emekçiler amirleri için artık-değer üretmezler; emekleri meta değildir. Demokratik katılıma, özyönetime yatkın, özünde meslektaşlar-arası ilişkiler…  

Kamu hizmetlerini metalaştıran neoliberal programlar, özelleştirmenin doğrudan uygulanamadığı durumlarda dahi, meta ilişkisini meslek icrasına yapay olarak aşılamakta özen göstermektedir.  İngiltere’nin saygın Ulusal Sağlık Hizmeti’ne, son kırk yılda fiilen “metalaştırılma” virüsü bilinçli olarak bulaştırılmıştır. Bir sonuç, korona salgınında nüfus başına ölüm oranlarında İngiltere’nin liste başına yerleşmesidir. 

Türkiye’de de Dünya Bankası, sağlık ocaklarını dönüştüren reformu önerirken, yeni kurulan aile hekimliği biriminin bir işletme mantığı (“meta ilişkisi”) içermesine özen gösterdi.  Cari giderlerde (örneğin niteliksiz emekçilerin ücretlerinde) kısıntı, işletme gelirlerini artırabilecektir. 

Türkiye gibi, hastane hekimliği ve öğretmenlik mesleğinin kamu personeli tarafından icra edilmesinin kural olduğu ülkelerde, “meta ilişkisinin” yaygınlaşması, mesleğin saygınlığını aşındırmaktadır. Orta öğretimde özel okulların yaygınlaşması, sözleşmesinin yenilenme endişesi içinde olan öğretmenlerin meslekî yetkinliğini etkilemektedir.  Pahalı özel üniversitelerde sınıfta bırakılan öğrenci velilerinin üniversite yönetimleri üzerindeki baskısı (“müşteri yitirme endişesi”), son tahlilde ilgili hocaya yansımaktadır. 

Özelleştirme yaftası altında son kırk yıla damgasını vuran hazin dönüşümlerin, tüm kalıntıları, mirası ile tasfiyesi, AKP sonrasında Türkiye emekçilerinin acil mücadele gündemlerinden biridir. Burada da öncülük, Türkiye’nin sosyalist soluna düşecektir.

http://dayanismameclisi.org/ 

  • 1. Turkey: State Owned Enterprise Sector Review, 2 Volumes, 1991.
  • 2. Türkiye’de Sanayileşmenin Yeni Boyutları ve KİT’ler, Editörler: Korkut Boratav ve Ergun Türkcan, İstanbul 1993, Tarih Vakfı, İkinci Bölüm.
  • 3. Bir panorama için bk. Oğuz Oyan, “Özelleştirme Beklentileri Çökerken”, Sol Portal, 5 Kasım 2011.