SÖYLEŞİ | Erkan Karaaslan ile ilk öykü kitabı 'Kaplumbağalar Ölmesin' üzerine

Erkan Karaaslan ile ilk öykü kitabı 'Kaplumbağalar Ölmesin' üzerine söyleştik.

Tülay Gül

Erkan Karaaslan ile İzmir’de farklı yazarların bir araya geldiği, neredeyse her hafta farklı söyleşilerin, atölyelerin yapıldığı Zorba Kitapevi ve Kafe’de tanıştık ve kısa süre önce yayımlanan öykü kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Kendisine samimiyeti ve hoş sohbeti için teşekkür ederiz. 

Merhabalar ilk kitabınız olan, “Kaplumbağalar Ölmesin” birkaç ay önce Sel Yayınevi aracılığıyla okurla buluştu ve kısa sürede ikinci baskıyı yaptı. Öncelikle ikinci baskının bu kadar kısa sürede olmasını bekliyor muydunuz, bu durumun sizde nasıl bir duygu yarattığını öğrenmek isteriz? 

Öykü hem ülkedeki atmosfere hem de kuşaklara göre değişkenlik gösterse de diğer edebi türler içinde okuru azınlıkta diyebiliriz. Bu açıdan bakınca hem öykü kitabı hem de bir ilk kitap olarak Kaplumbağalar Ölmesin’in kısa sürede ikinci baskıyı yapmasını açıkçası beklemiyordum. Bu durumun bende yarattığı duyguysa biraz şaşkınlık, çokça mutluluk…

Klasik bir soru olsa da öykü yazmaya nasıl başladığınızı ve asıl önemlisi- belki sizin gibi genç yazarlara kılavuz olması bakımından- yazdığınız öyküleri yayımlamaya nasıl karar verdiğinizi öğrenmek isteriz. 

Yazmaya yedi sekiz yıl önce bir internet sitesine deneme, öykü göndererek başladım. Yazdıklarımı dosya haline getirip yayınevlerine göndermem biraz da dostların teşvikiyle oldu diyebilirim. Çevremde yazdıklarımı okutabileceğim insanların olması ayrı bir şans ama insan ister istemez daha çok okunmasını, başka gözlerin eleştirmesini kısacası yazdıklarının elle tutulur olmasını istiyor. Hem bu sebepten hem de çevremdekilerin verdiği cesaretle bu kararı aldım diyebilirim. Bu işlerde akıldanelik olmaz ama öykülerini yayımlatmak isteyenlere kendimden yola çıkarak bir şeyler söylemek isterim. Öncelikle yayınevine ya da dergilere gönderilecek öykülerin içlerine sinecek titizlikte olmasına özen göstermeliler. Sonrasında öykülerine paralel yazılar çıkan dergileri, yayınevleri vb. mecraları tercih etmeliler. En önemlisi de olumsuz cevaplardan sonra umutsuzluğa kapılmadan yeni bir şeyler yazıp ya da yazdıklarını gözden geçirip tekrar ve tekrardan kapıları aşındırmalılar.

İlk kitabını çıkarmış bir yazar olarak editörün Kaplumbağalar Ölmesin’e nasıl bir katkısı oldu, bu süreci biraz anlatır mısınız?

En başta editörüm Zarife Biliz’in ciddi katkıları olduğunu söylemek isterim.  Gönderdiğim dosya editör tarafından beğenilmiş ve yayın kuruluna sunulmuştu. Yayın kurulu tarafından basılmaya karar verilince editörümden, dosya üzerinde irili ufaklı onlarca not ve bir o kadar da düzeltmenin olduğu, bir mail aldım. İlkin "E, hani beğenmişti bu notlar da nereden çıktı" diyerek biraz bozuldum ama sonra her bir notun ve düzeltmenin boşa olmadığını anladım. Gerçekten editörün bütün çabası üslubu ve metni yetkinleştirmek adınaydı. Yazdıklarıma müdahale etmeden yani kalemimi özgür bırakarak yaptığımız bu çalışma sonucunda içimize sinen bir dosya çıktı ortaya. 

Öykülerinizdeki dil, anlatım ve kurgu şekline baktığımızda geleneksel öykücülüğün izlerini taşıdığını görüyoruz. Sembolik ve düşsel anlatımın daha popüler olduğu bir dönemde böyle bir gelenekseli tercih etmenizin nedenini öğrenebilir miyiz?

Öncelikle anlatıyı ayakta tutmak için bir strateji belirleme gereği hissediyoruz. Bu amaca ulaşmak için kullandığımız yöntem ve tekniklerle de kendi yolumuzu/yollarımızı açıyoruz. Bunu bazen bilinçli ama çoğu zaman farkında olmadan yapıyoruz. Bu yollar kimi zaman çatallanıyor ve başka yerlere de sapabiliyoruz. İşin doğası gereği yolların değiştiği gibi yürüyen de değişebiliyor ve günün sonunda arkamızda bıraktığımız izlerle anlatıyı oluşturuyoruz. Sanırım üslubum bir tercihten ziyade bu şekilde oluşuyor. Ayrıca anlattıklarımın ya da üslubumun daha önceki onlarca versiyondan biri olduğunu da söylemek isterim. Benden önce de varlardı benden sonra da olacaklar. Biraz uzaktan bakınca herkesin parmak izinin benzer olduğunu görürüz ama öyle olmadığını biliriz ya, işte diğer versiyonlardan belki ancak bu iz kadar ayrışabileceğimizi düşünüyorum.

Bir de şunu belirtmek isterim, genelde geleneksel anlatı dediğimize “problem çözme aracı” gibi bakılıyor. Ya da kendilerine bir problem yaratıp onu çözmeye çalıştıkları düşünülüyor. Bu saptamalar her türdeki didaktik metinler için geçerli olabilir ama sanırım bir türün geneli için söylenemez. Yani sadece anlatının şekline bakıp bu kararları veremeyiz. Böyle düşünülmesinin başka bir sebebi de geleneksel anlatıyla yazılmış edebi eserleri geniş anlamlar yelpazesi açma kapasitesine sahip değil de sabit anlamları olan metinler olarak görmemiz, diyebilirim. Öte yandan aynı şekilde modern ya da postmodern anlatıların olduğu metinlere de bu anlamlar yelpazesinden bakmalıyız. Tabii popüler olma adına imge yığınına dönüşmüş, simgelere boğulmuşları bir kenara bırakıp. 

Öykülerinizde ülke tarihinde derin izler bırakan ve bırakmaya da devam eden olayları ve toplumsal sorunları işlediğinizi görüyoruz. Toplumsal sorunları sanatsal metinlerde işlemenin bir zorluğu var mı sizce?

George Eliot, “Hiçbir özel hayat kendinden daha geniş bir kamusal hayatın etkisinden muaf değildir,” diyor. Toplumsal olanla aramıza birtakım çelişkiler girer ve bu çelişkiler kimliğimizin birer parçası haline gelir. Sanatçı için bu çelişkiler yazıyla, resimle, müzikle sanatın farklı alanlarında ürünlere dönüşebilir. 

Elbette bu konuları işlemenin diğer dallarda olduğu gibi edebiyatta da birtakım zorlukları var. Her edebi metin kendine ait bir atmosfer yaratır ve karakterler arasında bir denge kurar. Yazar kendi amaçlarını dayatmak için bu dengeyi bozmamalıdır. Her değindiği soruna sürekli çözüm üretmeye çalışmamalıdır. Zira anlatıyı ayakta tutan şeyin çoğu zaman çözümün yokluğu olduğunu bilmelidir. Bununla birlikte edebi metinlerin öncelikli amacı gerçekleri vermekten öte onları hayal etmemizi sağlamalıdır.

Yazın hayatınızda bundan sonraki süreçle ilgili nasıl bir yolculuk düşünüyorsunuz?

Aslında pek üretken olduğumu söyleyemem. Belki birkaç öykü ya da taslakları saymazsak elimde hali hazırda bir dosya yok. Düne kadar bir planım da yoktu ama kitabın bu kadar kısa sürede ikinci baskı yapması benim için bir kamçı oldu diyebilirim. Sanırım bundan sonra defterle kalemim o çekmeceden çıkacak ve hep birlikte masada buluşacağız.

ERKAN KARAASLAN, 1985 yılında Mersin’de doğdu. 2009 yılında Kocaeli Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Öyküleri çeşitli dergilerle bazı internet sitelerinde yayımlandı. 2010 yılından beri kamu emekçisi olarak İzmir’de hayatını sürdürmekte.