SÖYLEŞİ | 'Avrupa’nın kaderini değiştiren devlet: Alman Demokratik Cumhuriyeti'

“Avrupa’nın kaderini değiştiren devlet: Alman Demokratik Cumhuriyeti” başlıklı yeni kitabın yazarları Cemil Fuat Hendek ve Osman Çutsay ile hem kitap hem de ADC hakkında konuştuk.

Mehmet Erçetin

7 Ekim 2024, takvimde Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (ADC) kuruluşunun 75. yılını işaretliyor. Avrupa’nın ortasında, çok kısa süre önce tarihin gördüğü en büyük savaşın merkez üssünde kurulan bu ülke, 41 yıllık ömrüne rağmen geriye önemli dersler bıraktı.

Alman toplumunun neredeyse tamamının hem Nazi ideolojisiyle zehirlendiği, hem de savaş sayesinde büyük bir yıkıma uğradığı karanlık yılların ardından bir grup kararlı Alman komünist, uzun süre sergiledikleri direnişin hakkını devrim ile verdi. Ancak kuruluşundan itibaren büyük iç ve dış zorluklarla karşı karşıya kalan bu sosyalist cumhuriyet için yeterli Türkçe materyal yazıldığını, tartışıldığını ve anlaşıldığını söylemek zor. Bu açıdan büyük bir boşluğu dolduracak “Avrupa’nın kaderini değiştiren devlet: Alman Demokratik Cumhuriyeti” başlıklı yeni kitabın yazarları Cemil Fuat Hendek ve Osman Çutsay ile hem kitap hem de ADC hakkında konuştuk.

Kitaptaki kronolojinin aksine ben sorulara kuruluştan itibaren başlayacağım. Alman toplumu için 1900’lerin başı ile 1950 arası bir pinpon mücadelesini andırıyor, birkaç yıl içerisinde değişen güç dengeleri, zıtlıklar, büyük kırılmalar... Bu gitgelli sürecin sınıfsal olarak taban tabana zıt iki ülkenin kurulmasıyla sönümlendiği söylenebilir mi?

OSMAN ÇUTSAY – Haklısınız, geçen yüzyılın ilk yarısında Alman tarihi son derece “zengin”, yani gitgellerle “malul” idi. Almanya, sınıflar savaşının “1000 derecede” kaynadığı bir coğrafya ve tarihti. Sosyalist teoride ve pratikte öncü dildi. Ekim Devrimi’ni yapanların da gözünün Almanya’da olduğunu, Alman Devrimi ile birlikte Rusya’daki kalkışmanın dünya devrimi yoluna gireceğini düşündüklerini biliyoruz. Olmayınca kendi yollarını kurduklarını da... Bu kararlılığı 1949 kadrolarının Almanya’da yinelediklerini düşünmek zorundayız: Beklediğiniz yardım gelmeyince, kendi olanaklarınızla ve eksikliklerinizle kendi sosyalizm yolunuzu kurarsınız. 

Yenilgiyle sönümlenen Alman Devrimi’nin öncesi ve sonrası, özellikle 1918-1923 acımasız derslerle doludur. Weimar Cumhuriyeti ve Nazi Almanyası da. Ama bu dönemin genç savaşçıları 1949’daki inadın sahipleridir. Hepsi Alman Devrimi’nin yenildiğini gördü ve sonra da Nazi Almanyası’ndaki ağır baskıya direndiler. Yenilgiyi kabul etmeyen kuşaktır. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin sosyalist bir bağımsız ülke olarak kurulmasından geri adım atmamaları, o inanılmaz gelgitlerin yaşandığı dönemin tüm darbeleri altında pişmiş olmalarına bağlanabilir.

Örnek: Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kurucu babalarını temsil eden Walter Ulbricht 1893 doğumludur, yani 1918’de 25 yaşındadır. Bir zihniyeti simgeliyordu. Bütün bu gitgelleri en derinden yaşamış bir kuşak olarak, 1949 yılında, yaşanan o tarihin bedelini burjuvaziye sosyalist bir iktidar kurarak ödetmekte kararlıydılar. Yoksa silineceklerinin farkındaydılar.

Almanya’da tarihin ters akan saatini doğru bir akışa ancak sosyalist kuruluşla çevirebileceklerini biliyorlardı. Çünkü aynı kararlılığın Alman burjuvazisi ve ona hizmet etmekle yükümlü siyasal kadrolarda da olduğunu acı bir biçimde öğrenmişlerdi. İyi niyetle, işte barışçı, demilitarize edilmiş, sanayisi kırpılmış, demokratik, antifaşist vs. bir Almanya’nın ham hayal olduğunu korkunç bedeller ödeyerek öğrenmişlerdi.

1949’dan sonra uzun süre kendi inatlarını ve ısrarlarını kabul ettirmek için uğraştılar. Böyle bakınca, bir sönümlenmeden değil, sınıf mücadelesinin yeni bir aşamasından ve iki rakip sınıf arasında en az yüzyılın ilk yarısındaki kadar sıcak bir temastan söz edilebilir. Alman Demokratik Cumhuriyeti, sermayenin karşısına daha derli toplu bir cephe olarak çıkmak için de gerekliydi. Sosyalist iktidarı bunun için çok önemsediler. Demek ki, şöyle: Yeni koşullarda çok daha kapsamlı bir muharebe yürütülüyordu 1949 sonrası süreçte. Sosyalist iktidardan taviz vermemeleri, Nazi Almanyası’na açılan o süreci bir daha yaşamamak için önemliydi. Böyle bakınca da bir sönümlenme yoktur. Sınıf mücadelesinin yeni biçimleri vardır ve bu da en az 1900-1949 dönemindeki kadar sert, fakat bir dünya sistemi olan “reel sosyalizm” sayesinde belki daha az gürültülü bir cephe savaşına karşılık geliyordu...

Alman Demokratik Cumhuriyeti, biliyoruz ki, Federal Almanya Cumhuriyeti’ne bir yanıttı. Bonn bir gerici adım atınca, Ulbricht ve yoldaşları sosyalist bir adım attılar. Ama hiç tereddüt etmediler. Moskova’daki “iyimserliğe” de bir yanıttı bu. Bence Moskova’yı da “eğittiler”.

Baştan itibaren Sovyetler’in iki Almanya projesine mesafeli yaklaştığını anlıyoruz. Ve sizin tespitiniz, "barışçıl, demokratik ancak kapitalist Almanya" projesine Alman komünistlerinin teslim olmadığı yönünde. ADC’nin ömrünün kısa olmasının, örneğin Küba gibi dayanamamasının sebebinin de bir ulusun ikiye bölünmesi olduğu söylenebilir mi?

OSMAN ÇUTSAY – Almanlık gerçekten büyük bir alana yayılmıştı, biliyoruz. Nazi Almanyası’nın çökmesinden sonra özellikle Doğu Avrupa’dan Federal Almanya topraklarına 14 milyon Alman “kaçtı”. Kaçanların ezici çoğunluğunun Nazi Almanyası’nın suçlarına bir biçimde bulaştığını düşünebiliriz. Bugün de Avusturya, İsviçre ve diğer çevre ülkelerdeki (Romanya ve Rusya dahil) Almanlık, bu yaygınlığın sonucudur. Ulusun bölünmüşlüğünden Avrupa halkları için bir ferahlık doğacağını biliyorlardı. Tabii ilk bakışta sermayenin bu “acıyı” sürekli deşerek karşıdevrim ateşini harlı tutacağının da farkındaydılar. Bence, ulusun iki zıt rejim arasında bölünmesinden devrimci bir enerji çıkarabileceklerine inandılar. Yani sosyalist cumhuriyetin, Almanlığı bir yeni felaketten böyle bir bölünmeyle uzak tutacağını düşünüyorlardı ADC’nin kurucu babaları. Mantıklı geliyor.

Ama asıl önemlisi şu: Sosyalist Almanya, o küçük devlet, Alman ulusunu insanlığın lanetli bir kavmi olmaktan kurtardı. Bunu, izlediği antifaşist politikayla yaptı. Nazi Almanyası’ndan miras alınan üst düzey bütün kadroların Bonn Cumhuriyeti’ne nasıl entegre edildiğini ilan eden yayınlarla yaptılar bunu. Almanlık adına insanlığa karşı işlenen suçlar o kadar büyüktü ki, bunun Alman toplumundan temizlenmesi için de sosyalist bir iktidar gerektiğini biliyorlardı. Sadece Sovyetler Birliği’nde öldürülen insanların sayısının bugün, dolaylı ölümlerle birlikte, 27 milyonluk o resmi rakamdan 2-3 kat daha fazla olduğunu tartışıyoruz. Rus tarihçilerin 43-47 milyon gibi rakamlar telaffuz ettiklerini Batılı tarihçiler de bildiriyorlar. Tarih böyle bir kıyım tanımamıştı. Yahudi soykırımından söz etmiyorum. Sovyetler Birliği’nde o ülke halklarına karşı işlenen cinayetlerin tarihte bir benzeri yoktur.

Sosyalist Alman cumhuriyeti, ADC, bu anlamda bir arınma operasyonuydu. Karşı tarafın “ulusumuz bölündü” propagandasıyla harekete geçmesi, ADC’deki genç kuşakların nasıl bir tarihin ürünü olduklarını unutmasıyla paralel gitmiştir. Kapitalizmin kültür endüstrisi, ulusun bölünmüşlüğünden değil, o ulusun işlediği cinayetlerin hesabının sorulmasından doğan huzursuzluğu kanırtarak başarıya ulaşmıştır. Ama bu bölünme gerçekleştirilmeseydi, 1933-1945 döneminde yaşananları öğrenemeyecektik.

Bu nokta, ADC’nin zayıf karnı mıydı? Belki. Kimlikçilik, liberal ve faşist formasyonlarıyla sermayenin en büyük silahıdır. Buna prim vererek sol bir sonuç almak mümkün değildir. Alman Demokratik Cumhuriyeti tüm Alman halkını birleştirmekte de kararlıydı. Bunu, onları sosyalistleştirerek yapacaklardı...

1962'de, DDR merkezli İngilizce bir dergi olan Demokratik Alman Raporu, eski Nazi partisi üyelerinin Federal Almanya Cumhuriyeti'nin büyükelçisi olarak çalıştığı ülkeleri listeleyen bir harita yayınladı. ADC'nin kuruluşuyla birlikte batılı emperyalist devletlere ve Federal Alman Cumhuriyeti'ne kaçan eski Nazi kadroları üniversitelerde, orduda ve şirketlerde etkili pozisyonlara atandı.

ADC’nin büyüklüğü ve imkânları FAC’nin yanına yaklaşamıyor. Buna rağmen ciddi bir sanayi başarısı var yatırıma dönük ürünlerde. Tüketim kültürünün bu başarıya rağmen ADC’yi zehirlemesinin sebebini, üretim stratejisinin sosyalizme ileri hedefler koyacak siyasi argümanlarla beslenmemesiyle ilişkilendirebilir miyiz? ADC’de eksik olan başlıca şey devrimci heyecan mıydı?

CEMİL FUAT HENDEK – ADC’nin kuruluşunun ne gibi zor koşullarda başladığını kısaca anlatmaya çalıştık. Başarı sadece sanayide değil birçok alanda. Tümü planlı ekonomiyle ve sosyalist kuruculuğun karalılığıyla gerçekleştirilebildi. Emperyalistlerin her yol ve yöntemle desteklediği karşıdevrimi adım adım örgütleyen ve işgale kapıları açanlar işte o nimetlerden yararlanarak yetişmiş bir kuşaktı. Kuruculuğun ilk döneminin ağır yükünü çekmiş neslin, işçi sınıfının çocuklarıydılar fakat işçi değildiler. Yazar, sanatçı, öğretmen, seçkin meslek sahibi bir çeşit aydın takımıydılar. Emperyalist propaganda önce onları esir aldı ve kararttı. Bazıları devletin ve partinin yönetici kademelerine dek yükselmiş kadrolardı. Polit Büroya dek yükselmiş, Merkez Komiteyi kandırmak üzere yanıltıcı raporlar hazırlayan bir hainler takımı yanı sıra Haberalma Dairesi’nde açıktan şaibeli faaliyetleri görmezden gelen bir takımın da varlığı söz konusu.

Öte yandan, yenilgiyi basitleştirerek tek bir nedene bağlamayı doğru bulmuyorum. Ortada bir dizi ciddi zafiyet olmasa, tabii ki böylesi bir çöküş olmazdı. İdeolojik zafiyeti burada başa yazabiliriz. Ancak tüm “günahı” Alman ideologlara yüklememek, o dönemde SBKP ve Sovyetler Birliği’nin başındaki Garbaçov adındaki hain ve takımının varlığını da unutmamak koşuluyla.

Bu arada kapitalist pazarla kurulan ilişkileri, Batılı bankalardan alınan kredileri de bir köşeye yazmak gerekir. Uzun süre ablukanın işe yaramadığını gören emperyalistlerin taktik değiştirip “yumuşayarak” kültürel, sanatsal, bilimsel alanlarda ilişkileri konferanslarla, konserlerle, seminerlerle sıkılaştırdıklarını böylece ADC içinde o toplumsal tabakaya etki alanlarını alabildiğine genişlettiklerini de not edelim. Ve tabii kiliseler! Her karşıdevrimci gruplaşmanın ya girişimcisi, ya taşıyıcısı ya da en aktiflerinden birinin papaz olduğuna bahse girebilirsiniz. O sıralarda ciddi bir trafik var iki taraf kiliseleri arasında. Para trafiği ise tek yönlü, batıdan doğuya doğru... Şimdi bütün bunları saydıktan sonra tüketim malları, ya da emperyalistlerin aşağılamak için kullandıkları muz-çikolata, kanımca zurnanın son deliğidir. Ve ADC planlı ekonomisiyle bunu da aşmanın yollarını arıyordu. Er geç bulacaktı da...

Cemil Fuat Hendek

OSMAN ÇUTSAY – Saptamanız doğru: ADC’de eksik olan devrimci heyecandı. Karşı tarafın, yani Federal Almanya’nın ABD’nin büyük desteğiyle, Washington merkezli bir tür “Büyük Avrupa Projesi”nin eşbaşkanı olduğu ortaya çıkmıştı. Savaş tazminatlarının yüzde 98’ini üstlenmiş bu küçük sosyalist devletin tersine, ABD, kapitalist Almanya’ya, savaş boyunca biriktirdiği o korkunç fazlayı yığdı ve bir üretim patlaması yaşandı. Kore Savaşı ile birlikte ihracat patlaması gündeme geldi. Dolayısıyla Bonn Cumhuriyeti’nde bir tüketim patlaması da yaşandı. Bu patlamaları sosyalist cumhuriyetin aynen karşılaması ve öne geçmesi, rejimin niteliği gereği zaten mümkün değildi. Bu dengesizlikte, küçük cumhuriyetin elindeki tek silah devrimci heyecan olabilirdi.

Belki üst düzey kadrolarda ve başlarda bu vardı. Ama 1933-1945 döneminde inanılmaz bir vahşete destek vermiş Alman halkında istenen dönüşümü sağlamak zordu. Yine de denediklerini biliyoruz. Kültür endüstrisinin gücünü küçük gördüler. Tüketimi yücelten, insanı küçülten bu saldırıyı göğüslemekte “Doğu Berlin” başarılı olamadı. Dalgalı bir resim çıktı ortaya. Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde inanılmaz başarılar ve yüksekliklerle, inanılmaz kolaycılıklar iç içe gelişti. Bu her alanda bir dengesizliğe karşılık geliyordu. Bunları bugün bakınca görmek kolay, ama gerçekleştirmenin ne kadar zor olduğunu da görmek gerekiyor.

İzlenen iktisat politikalarını besleyecek bir kültür devrimi ve yeni insan çıkışı gerçekleştirilemedi. Denemediklerini ise kimse söyleyemez. Bence emperyalizmin korkunç saldırısına 40 yıl direnmiş olmaları bile çok ama çok büyük bir başarıya karşılık geliyor.

Devrimcilik, yenilgilerden önce, yaratılmış başarıları çözümleme ve sürdürme inadıdır. Başarıları derinleştirme ısrarıdır. Yenilgileri öne çıkarmak, devrimci çıkışları anomali olarak damgalama sonucunu verir. Başarılarımızı çözümlerken Marx’ın Komün deneyimine bakışından hareket ediyoruz.

Trajedimize bir son vermek zorundayız. Dünya solunda sosyalist kuruluşlara, yenilgiyle sonuçlandıkları için adeta bir iğrenti ile yaklaşıldığını gözlüyoruz. Bunu tersine çevireceğiz. 40 yıllık bir Alman sosyalizmi, devletleşmiş bir irade, araştırmaların esas konusu olmalıdır. Gericilik, yenilgiyi ve dolayısıyla sosyalist devrimin gereksizliğini öne çıkaracaktır. Özellikle de solun içine sızmış liberal kanatlarıyla... Ama soru doğrudur: Kapitalizmin saldırısını göğüsleyememiş bir devlette, devrimci heyecanın eksik olmadığını iddia edemeyiz. Neden böyle olduğunu da irdelemek zorundayız yeni devrimler çağımız açılırken.

Bir yandan da popüler kültür malzemesi haline getirilen duvar meselesi var. Duvarın ADC’de ücretsiz eğitim alan kalifiye işçiler tarafından delindiğini, kapitalist tekellerin ADC’yi nitelikli eleman açısından yağmaladığını detaylıca açıklıyorsunuz. Peki tersine bir etki yaratılamadı mı, FAC’nin işsizleri, evsizleri, yoksulları için ADC bir seçenek olmuş veya bir etki yaratmış mıydı?

CEMİL FUAT HENDEK – Kalifiyeleri ver, işsiz yoksulları al… İlginç bir değiş tokuş olurdu doğrusu. Şaka bir yana, hiçbir yatırım yapmadığı, emek harcamadığı en nadide kadroları devşirip, merkeze getirerek hizmetinde çalıştırmak emperyalizmin genel karakteristiği değil mi? ADC’nin böylesi bir politikası yoktu, olamazdı. ADC’de yabancı kökenliler vardı tabii. Yunanistan içsavaşında yenilgiden sonra canlarını kurtamak için ülkelerini terk etmek zorunda kalan komünistlere yurt oldu ADC. O savaşta öksüz ve yetim kalan bin Yunanlı çocuğu evlat edindi o devlet. Devrimden sonra Kübalılar vardı. Tıp tahsil edip ülkelerine döndüler. Küba’da bilimsel harikalar yarattılar. Vietnamlılar vardı. Ülkelerinin yeniden kuruluşuna katkı koymak üzere mühendislik okudular. Henüz bağımsızlığını kazanmış Afrika ülkelerinden gelenler keza…

Burada unutulmaması gereken bir nokta var: Kapitalist Almanya’nın ADC’nin kalifiye elemanlarına göz dikmesinin tek nedeni işgücü gereksinimi değildi. O aynı zamanda bir sabotaj politikasıydı. Nitekim, ADC’yi işgal ettikten sonra doktorların, mühendislerin falan diplomalarını tanımadılar. Hepsini çöp yaptılar. 

1981 tarihli bu pul ABD işgaline karşı direnen ulusal kurtuluş hareketleriyle dayanışmayı selamlıyor. Federal Alman Cumhuriyeti'nin posta servisleri, bu içerikte pulları içeren postaları taşımayı reddediyordu.

OSMAN ÇUTSAY – Batı Almanya’dan ADC’ye de yarım milyonu aşkın insanı kapsayan bir göç yaşandığını biliyoruz. Der Spiegel, bu rakamın 500 binin üzerinde olduğunu, ama tam rakamları bilinemediğini belirtiyor. Ancak, Bonn Cumhuriyeti ve ardılları bunu tam olarak bilmek istemiyordu tabii. Bir de şu var. Çok gençken yeni sosyalist cumhuriyete giden ve bizim kirli liberal sürüden iyi tanıdığımız, bazıları sonradan çeşitli renkleriyle sosyalizm düşmanlığına terfi etmiş “şöhretli aydınlar” da vardı. Wolf Biermann, Stefan Heym, Robert Havemann, Ralph Giordano, bir dönem Sol Parti başkanlığı falan yapmış Lothar Bisky gibi... FAC Başbakanı Angela Merkel’in anne ve babası da,  Merkelbebekken, batıdan doğuya göçmüştü. Bu ayrıntıları fazla “karıştırmayacaklarını” biliyoruz. 

Başlık ayrılan dikkat çekici noktalardan biri ADC’nin barışta ısrarı. Alman devletlerinin tarih boyunca bu konuda parlak bir karneye sahip olmadığını biliyoruz, ADC bu yönüyle de ayrışıyor. Peki İkinci Savaş’ta bu denli kayıp vermiş bir toplum acaba sosyalist cumhuriyetin kuruluşundan itibaren bu özelliğin farkında mıydı, ADC’nin bu yönüne kıymet veriyor muydu?

CEMİL FUAT HENDEK – Bakın şimdi, burada söz konusu olan, Avrupa’nın tam ortasında, istisnasız her dönemde, devlet yapısı ne olursa olsun, saldırgan, militarist bir oluşumun tüm olumsuz mirasını bertaraf etmek, 19’uncu yüzyıl sonlarında ve özellikle 20’nci yüzyılda yükselen işçi sınıfının marksist devrimci değerlerine de yaslanarak yepyeni, sosyalist karakterli bir ulus yaratmaktı kurucuların hedefi. Düşünün ki, Anayasa’sının giriş cümlesinde barış konusuna yer vermiş bir cumhuriyet vardı önümüzde. Ulusal marşında “biz en büyük ulusuz” demeyen, “Halklara elini uzat!” çağrısı yapan bir cumhuriyet. Kimsenin bilmediği bir şey söyleyeyim: Gümrükte girişi yasaklı mallar listesinin en başlarında çocuk oyuncakları da vardı. Oyuncak silah, askeri araç ve savaşı çağrıştıracak her türden oyuncak!

Öte yandan, ADC’nin bu duruşu, SSCB ve diğer sosyalist ülkelere karşı sorumluluğunun da bir parçasıydı.

ADC yurttaşları tabii ki, barışçıl bir devletin koruyucu kanatları altında yaşamanın rahatlığı içindeydiler. Öte yandan her an bunun bilincinde olduklarını söylemek gerçekliğe uymaz. Barışçıl bir cumhuriyette yaşamak doğal bir durumdu onlar için. Siz şu anda elinizdeki küçük parmağın değerini biliyor, bunu düşünüyor musunuz? Ben söyleyeyim, hayır. Ama bir kazayla kopsa, işte o zaman… O zaman o küçücük “şeyin” ne denli önemli olduğu bir anda bilincinize yükselecektir.

Sosyalizmin tüm değerlerinin bilincinde olan, o değerlerle yaşayan ve onu canla başla savunacak bir ulus yaratmanın ne denli zor ve nesiller boyu sürecek mücadele gerektiren bir iş olduğunu ADC deneyimiyle birlikte bir kez daha görmüş olduk.

Son olarak çözülme... Kitapta toplumsal alanların hemen hemen tamamında ADC’nin kazanımlarının ne olduğu ortaya konuyor, hatta ADC’de gündelik yaşama dair bile bir izlenim ediniyoruz. Karşıdevrim sonrasını sormak istiyorum. Bu kazanımlardan faydalanmış kuşaklar için yıkılıştan sonra sosyalizme dönük nasıl bir hatıra kaldı, bu hatıra toplumun gözünde bir nostaljiden mi ibaret yoksa politik anlamlar taşıyor mu?

CEMİL FUAT HENDEK – Bir kere, faşizme karşı mücadele eden, bazıları Kızılordu ile birlikte savaşarak yurtlarına dönen ve devrimi gerçekleştiren o kadrodan geriye artık hiç kimse kalmış değil.

Bir de gençler var, o yılları hiç bilmeyen. Bedava spor salonlarını, yüzme havuzlarını, spor klüplerini, bedava gençlik tiyatrolarını, gençlik evlerini, bolca kütüphaneleri yaşamamış olanlar ne bilsinler ki?

Karşıdevrim sırasında orta yaşta olanlar da emeklilik çağına girdiler. Bunların ne hissedip, ne düşündüğünü kesinlikle söyleyecek durumda değilim. Böylesi bir araştırma, inceleme yapmadım. 90-93 yıllarından bildiğim büyük bir şok yaşadılar. Ardından umutlandılar ve hızla hüsrana uğradılar.

İzninizle ben size sorayım: Milyonu aşkın insan birkaç ay içinde işyerleri kapatılıp, işsiz kalınca ne hissetmiş ve  düşünmüş olabilir?

Hani şu “Paraları var, ama zavallılar alacak mal bulamıyorlar” dedikleri milyonlarca insan, para birimlerinin birleştirilmesinin ertesi sabahında uyandıklarında, bankalarda birikmiş binlerce mark tasarruflarının pul olduğunu anladıklarında ne hissetmiş ve düşünmüş olabilirler?

Oturduğu dairenin kirası 80 ADC Markı’ndan 800 Alman Markı’na yükselen kiracılar ne hissetmiş, ne düşünmüş olabilirler acaba?

Diploması yırtılan, emeklilik hakları budanan milyonlarca insan ne hissetmiş ve düşünmüş olabilir?

Merak, heyecan ve umut dolu Batı’ya gelen sayısını bilemediğim kadınlar “eşit işe eşit ücret”ten bahsetmeye kalktıklarında birileri suratlarına gülünce ne hissetmiş ve düşünmüş olabilirler?

Tek başına çocuk yetiştirme telaşındaki sayısını bilemeyeceğim kadınlar çocuklarını bırakacak yuva bulamadıklarında, şans eseri bulabildikleri yuvalardan hiçbirinin tam gün olmadığını gördüklerinde, gereksindikleri yuvanın ise özel ve parasını ödeyemeyecekleri kadar pahalı olduğunu saptadıklarında ne hissetmiş ve düşünmüş olabilirler?

Eşit ücret mi dedik? Halen batı ve doğuda ücret eşitliğinin sağlanmaması karşısında o taraflarda yaşayanlar ne hissediyor ve düşünüyor olabilirler?

Gerçek olan şu: Hepsi eşittiler ADC’de. Fırsatta eşittiler. Tüm toplumsal hizmetlerden eşit yararlanıyorlardı. “Ama özgür değilsiniz. İstediğiniz gibi Batılı ülkelere gidemiyorsunuz” diye aldatıldılar. Şimdi hepsinin özgür olduğu söyleniyor. Ama eşit değiller. Eşit olmadıkları için özgürlükleri de eşit değil. Acaba ne hissediyor ve düşünüyor olabilirler?

Bunlara mikrofon uzatan bir medya olmadığı için yanıtı sizler düşünmek zorundasınız.

Geçenlerde bir kadının serzenişine rastladım internette. “Şimdi istediğim gibi konuşmakta özgürüm“ diye yazmış, “ama dinleyen yok“. Ne kadar hüzün verici değil mi?