SÖYLEŞİ | Ahmet Büke: Hayatımıza yeniden büyük anlatılar, edebiyata da hikâyeler geri dönecek

Öykücülüğümüzün usta isimlerinden Ahmet Büke ile ilk romanı “Deli İbram Divanı”nın yazılış sürecini, çok tartışılan final sahnesini ve öykü-roman ilişkisini konuştuk.

Erkan Yıldız

Kaleme aldığı ilk romanı “Deli İbram Divanı” ile okuru heyecanlandıran ve belki de böylece toplumcu gerçekçi edebiyatın güncelliğini hatırlatmış olan Ahmet Büke ile öykü-roman ilişkisini, romanın finalini, “Deli İbram”ın yazılış sürecini konuştuk.

Sizi öykülerinizden biliyoruz. Öykücüler için roman bir sonraki aşamaymış gibi yaygın bir kanaat oluyor okurda. Bu kanaate ilişkin düşünceleriniz neler? Bunca öykünün ardından bir roman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Evet, hatta roman yazmayanı pek yazar katarına almaz halkımız. Ama pek kafaya takmaya değer bir konu değil. Yazdığınız metin ve metinle kurduğunuz ilişki sizi dünyaya açar sonuçta. Ben o nedenle kendimi öykü yazarı ya da romancı olmaktan çok hikâye anlatıcısı olarak görüyorum. Peşinden koşmaya değer hikâyeler bulup onları iyi bir edebiyatla ve hikâyenin özüne işleyecek en iyi formla anlatmaya çalışıyorum. Bu kimi zaman öykü oluyor. Son hikâyede olduğu gibi kimi zaman da romanda karar kılıyorum. Dolayısıyla Deli İbram'ı yazmaya başlar başlamaz bunu daha geniş ve daha uzun anlatsam iyi olacak, diye düşündüm. Metin kendini yazdırıp gitti zaten.

“Deli İbram Divanı” içinde pek çok öykü barındırıyor. Bu öykü zenginliğinin romanın bütününü gölgelemesi ihtimali kaygılandırmadı mı sizi?

Altta ana hikâyenin aktığı bir yeraltı nehri düşündüm. Ona akacak küçük kollar olacaktı. Yan kollar nehre aktığı ve asıl hikâyeyi beslediği sürece sorun olmayacaktı. Biraz sinema aklıya kurgulamaya çalıştım. Her akan sahnede aynı zamanda karakterleri ve onların kişisel hikâyelerini de öğreniriz. Anlatmanın şehvetine kapılıp dağılmamdan beni koruyan biraz öykü tedrisatından geliyor olmam oldu. Boşuna kurşun sıkmazsınız bu türde. Ayrıca final çok önemlidir. Ben de romanın üçte birine varınca finale karar verdim. Böylece hep finali düşünerek yazmayı sürdürdüm. Kalem rahat aktı o noktadan sonra.

Başka röportajlarda hikâye anlatmayı sevdiğinizi söylüyorsunuz. Bir hikâye anlatıcısı olarak hangi türde kendinizi daha rahat/özgür hissettiniz? Neden?

Hiç düşünmedim bunu. Ama genel olarak ben yazarken kendimi iyi ve rahat hissediyorum zaten. Ayrıca hayattan haz aldığım nadir uğraşlardan. Yazarken acı çekiyorum diyenlere çok şaşırıyorum. İnsan acıdan kaçar zira.

“Deli İbrahim Divanı” denizcilik terimlerinin zenginliği, denizcilerin, deniz emekçilerinin yaşamına ilişkin anlattıklarıyla övülüyor. Sizin hayatınızın önemli bir parçası mı deniz, denizcilik? Eserdeki bu zenginlik ortaya nasıl çıktı?

Ben kara çocuğuyum. Denizi ve deniz kültürünü hemen hiç bilmem. Hayatımda da olta atıp tek balık tutmuş insan değilim. Ama bu hikâye için kimi zaman bir aktör, kimi zaman da akademisyen gibi çalıştım. Çok okudum, çok araştırdım ve sahaya indim. Yani teknelerde kaldım, tuzlu su yuttum, tekne tamiratlarına katıldım, daldım, yelken bastım bir parça. Denizci arkadaşlar edindim. Ayrıca İzmir ve Ege havzaları tarihi çalıştım, arşivlere girdim. Neredeyse bir buçuk yılımı aldı bu iş. Bu arada ben günde sekiz saat üzerinden mesaili bir işte çalışıp karnımı doyuruyorum. Okumak, yazmak ve eylemek için günde bir ya da en iyi ihtimalle iki saatim oluyor. Bir noktadan sonra rahmetli babamın meşhur lafını söyledim: kifayeti müzakere! Eğer bir sınır koymazsanız sonsuza kadar bir meseleyi araştırıp dağılıp gidersiniz. Yani eksik gedik de olsa bu kadar yeterli deyip asıl işim olan yazmaya oturdum. Ve bir buçuk ayda bitirdim hikâyeyi.

Sırtını toplumcu gerçekçiliğe dayayan bir roman “Deli İbram Divanı”. Son 30 yılda edebiyat çevrelerinin önemli oranda dışladığı, eskimiş saydığı, görmezden geldiği bir tür toplumcu gerçekçi edebiyat. Buna karşın okurun gözle görülür bir ilgisi oldu romanınıza. Bu ilgiyi nasıl açıklıyorsunuz?

Edebiyat dünyasının çok içinde değilim ama daha çok bir okur olarak gördüğüm şu. Bizde edebiyat daha çok sektler için ve yankı odalarında yapılıyor. Bu da kısmen yayın endüstrisi ama çoğunlukla farklı politik ajandalara sahip networkler aracılığıyla besleniyor. Hikâyesi olmayan, daha çok kimlik meselelerine kafayı takmış ve yazarın iç sıkıntılarını boca ettiği bir körler sağırlar dünyası kendi içinde yuvarlanıp gidiyor. Nihayetinde olan şu ki, edebiyat gök kubbesinin altında tam bir içe çöküş ve kaos var yani koşullar iyi edebiyat için ve iyi hikayeler anlatmak için mükemmel! Ben okur kaybının, okur niteliğindeki düşüşten çok genelde kötü eserlerin farklı politik ajandalar ve network aklıyla arz edilmesinden hatta baş tacı edilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Ama bu çark şöyle ya da böyle kırılır. Bunu belki yaşam süremde göremeyeceğim ama gidişat o yönde. Hayatımıza yeniden büyük anlatılar, edebiyata da hikâyeler geri dönecek.

Aslında çok güncel bir hikâyeyi uzak bir zaman diliminde anlatmayı tercih ediyorsunuz. 1950’lileri tercih etmenizin özel bir nedeni var mı?

İktisat tarihi çok sevdiğim bir daldı fakültedeyken. Ayrıca Ege tarım havzalarında sosyolojik alan çalışmalarında görev aldığım olmuştu. 1950'li yılları o zamandan kafama takmıştım. Buradan çok hikâye çıkar diye düşünmüştüm. Zira tam bir alt üst oluş ve aks değiştirme dönemi.

Kitabın finalini, sizin de sosyal medyada yazma gereği duyacağınız şekilde “teessüfle” karşılayanlar oluyor. Bu “teessüf”e ilişkin ne söylemek istersiniz?

Finale bir itiraz çok hızlı akması. Ama bölüm adı KIZIL. Yani artık kızılca kıyametin koptuğu bir zaman dilimini anlatıyor. Dövüş çok sürmez bizim coğrafyada. Ayrıca zayıflar uzun uzun harp edemezler. Doğası gereği böyle anlatılması gerekiyordu.

Bir itiraz, kaba bir intikam hikâyesine dönüşmesi ile ilgiliydi. Aslında bir intikam yok burada. Osman'ın aklında öyle bir şey yok. Kendi köşesinde yaşayıp gitmek istiyor. Lakin Deli İbram'ın dediği gibi hesaplaşmadan yaşamak diye bir şey yok hayatta. O zaman bu işi sanatına uygun yapalım diyor İbram.

Bir grup da sondaki hesaplaşmayı yoksullara yakıştıramadı. Bunu edebi -ama aslında bilinçaltında siyasi- olarak çok şık bulmadılar. İstiyorlar ki, hep dayak yiyelim, kasap bıçağını yalayalım. Bunları mutsuz etmekten epey keyif aldım elbette.

Pek çok Eczacı Süleyman hayatımızı kuşatmış durumda. Balıkçı’nın, Osman’ın, Demirci Asım'ın, Deli İbram’ın Eczacı Süleyman’a karşı hislerine roman boyunca tanıklık ettik. Ahmet Büke’nin zamanımızın Süleymanlarına karşı hislerini öğrenebilir miyiz?

Onları bir veri olarak kabul ediyorum. Varlar ve olacaklar. Bizim tarafta da Osmanlar ve Deli İbramlar olacak. Lakin İbram'ın son çığlığı daha hayati sanki. Çünkü kahramanlar, gözü pek insanlar, aklıyla cesaretini besleyenler önemli ama mesela Terzi Osman adaya geri döndüğünde ne bulacak? Eczacı Süleyman’ı var eden üretim ilişkilerini. Köstenceli siyasetin kendisi olamazsa, o düzen ya Osman'ın bileğini büker ya da yeni Eczacı o olur.

Ahmet Büke'nin gündeminde biz okurları bekleyen yeni bir çalışma var mı?

19. yüzyıl Batı Anadolu toprak düzenini çalışıyorum biraz. Ama daha çok gaz ve toz bulutu halinde şimdilik.