Son dönemde geniş yankı uyandıran Adolescence, sıradan gibi görünen bir ailenin içinden patlak veren sarsıcı olayla, hem bireysel bir çöküşü hem de bu çöküşün dayandığı toplumsal sorunları sorgulama imkânı sunuyor.
Gülperi Putgül Köybaşı
Toplumsal yapının en kırılgan halkalarından biri olan çocukluk ve ergenlik dönemi, dışarıdan bakıldığında sorunsuz ilerliyormuş gibi bir izlenim yaratsa da, çoğu zaman derin ve görünmez çatlaklar taşıyan karmaşık bir süreci barındırır.
Son dönemde geniş yankı uyandıran Adolescence, sıradan gibi görünen bir ailenin içinden patlak veren sarsıcı olayla, hem bireysel bir çöküşü hem de bu çöküşün dayandığı toplumsal sorunları sorgulama imkânı sunuyor.
Adolescence ve gençliğin görünmeyen dünyası
2025 yılında Netflix’te yayımlanan Adolescence, Britanya yapımı dört bölümlük bir mini dizi. Philip Barantini tarafından yönetilen dizi, Jack Thorne ve Georgia Christou tarafından kaleme alınmış. Başta çocuk oyuncunun (Owen Cooper) çarpıcı performansı olmak üzere başarılı oyunculuklarıyla dikkat çekiyor. Kesintisiz uzun planlardan oluşan tek kamera çekim tekniği ve gerçek zamanlı anlatımıyla izleyiciyi edilgen konumdan çıkararak tanıklık eden bir özne hâline getiriyor. Adeta yanıbaşımızda olmakta olanlar, çok daha yoğun ve karmaşık duyguları tetikliyor.
Korkudan altını ıslatacak kadar “masum” ve şaşkın görünen çocuğun, sabaha karşı polis zoruyla evinden alınışı, anne-baba ve ablanın yaşadığı yıkım, sadece bir evin değil; bir sistemin sessiz çöküşünü yansıtıyor. Bu tablo karşısında şu soruların ortasında buluyoruz kendimizi: “Bir çocuk nasıl bu noktaya gelir?”, “Suçlu kim?”, “Toplum, okul, aile nerede boşluk bırakıyor?”
Dizinin çarpıcı yönlerinden biri, çocukların sosyal medya aracılığıyla kurduğu görünmez ama güçlü dünyayı, yetişkinlerin büyük ölçüde kavrayamaması. Bu dijital evren, erişkinlerin çoğu zaman dışından baktığı; kendine has dili ve sembolleri ile gençlerin içinde kaybolduğu, acımasız bir gerçeklik taşıyor. Akran zorbalığı, dışlanma, sürekli performans sergileme baskısı ve görünür olma arzusu; gençlerin ruhsal dünyasında belirleyici bir yer kaplıyor. Dizide, son dönemde bizde de sıkça duymaya başladığımız 'incel' (involuntary celibate – istemeden bekâr kalan erkekler) kavramına da gönderme var. Sosyal ilişkilerde dışlanan, kızlar tarafından görünmezleştirilen genç erkeklerin taşıdığı öfke, yalnızlık ve potansiyel şiddet, anlatının derinliklerine sızıyor. Bu grup, özellikle çevrim içi platformlarda bir araya gelerek yalnızlıklarını ideolojik bir öfkeye dönüştürebiliyor. Kadın düşmanlığı, toplumsal hayal kırıklığı ve aidiyet yoksunluğu gibi duyguların bir araya gelmesiyle şekillenen bu yapı, yalnızca bireysel kırılmaların değil, aynı zamanda içinde yaşadığımız acımasız düzenin genç erkekler üzerinde bıraktığı yapısal tahribatın da bir tezahürü olarak ortaya çıkıyor.
Kurgusal bir hikayeyi izlerken aynı zamanda toplumsal yapının gençliğe dair kayıtsızlığını ebeveynlerin yalnızlığını ve sistemin işlemezliğini görüyoruz. Sorgulama sürecinde bireysel hak ve özgürlüklere gösterilen özenin vurgulandığı sahneler ise sistemin çoktan çökmüş olduğu gerçeğinin üstünü örtemiyor.
Ergenlik: Kriz mi, inşa süreci mi?
Dizinin adı ergenlik dönemine ait daha kapsamlı bir anlatıyı düşündürse de, asıl olarak akran zorbalığına maruz kalan, dijital dünyanın tehlikeli sularında kaybolmuş, yalnız ve öfkeli bir çocuğun hayatından bir kesit sunuyor. Çocuğun öncesindeki ruhsal yapısına, ailesinin dinamiklerine, içinde yaşadığı koşullara dair veriler kısıtlı. İlk bakışta oldukça sıradan yaşamları olduğu izlenimi veren bu gencin ve ailesinin böyle bir trajedinin merkezinde kalması tam da bu nedenle izleyen herkesi ürkütüyor; "bu olanlar bizim evimizde de yaşanabilir" hissi veriyor. Bu, bir yönüyle dizinin güçlü taraflarından biri olmakla birlikte, ergenlik dönemine dair algıda bir çarpıtmaya yol açma riski taşıyor. Altını çizmeden geçmeyelim; ergenlik, tüm zorluklarına rağmen her zaman bu kadar yıkıcı bir süreç değildir ve dizideki gibi bir tabloyu tetikleyen birden fazla karmaşık süreç vardır.
Ergenlik dönemi, yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda psikososyal düzlemde de bireyin yeniden yapılanmaya girdiği bir geçiş evresidir. Bu dönem, kimlik inşası, özerklik kazanımı ve toplumsal rollerle yüzleşmeyi içerir. Ancak bu yeniden yapılanma, çatışmalar, belirsizlikler ve savunmasızlıklarla birlikte gelir. Gençlerin benlik değeri, hem içsel dinamikler hem de aile, akran grupları, medya ve eğitim kurumları gibi dışsal etmenlerle şekillenir. Toplumsal kabul görme arzusu ile bireysel özgünlük ihtiyacının çatışması, çelişkili davranış kalıplarını doğurabilir. Duygusal düzenleme becerilerinin henüz tam anlamıyla gelişmediği bu dönemde, sosyal dışlanma ya da ebeveyn tarafından anlaşılmama, psikolojik kırılmalara yol açabilir. Dizideki karakterin yaşadığı yalnızlık, değersizlik hissi ve görünmezlik; bu dönemin psikolojik kırılganlığının, destek sistemlerinin eksikliğinde nasıl bir ruhsal gerilime dönüştüğünü çarpıcı biçimde gösteriyor.
Ebeveynlik: Yalnızlık ve suçluluk
Modern toplumlarda ebeveynlik, yalnızca bir bakım verme süreci olmanın ötesinde, duygusal ve toplumsal bir işlev taşımaya devam ediyor. Ancak bu işlevin yerine getirilmesi, günümüzde ülkemizdeki pek çok aile için de giderek daha zorlayıcı hâle gelmiş durumda. Kapitalist üretim ilişkilerinin şekillendirdiği gündelik yaşamda, ebeveynler zaman, enerji ve dikkat gibi sınırlı kaynaklarını çocuklarına ayırmakta zorlanıyor. Ebeveynler giderek yalnızlaşıyor; destek sistemlerinden yoksun bırakılan anne ve babalar, çocuklarının dünyasına erişemedikçe suçluluk ve yetersizlik duygularıyla baş başa kalıyor.
Bu yalnızlaşma, özellikle yoksul kesimlerde, ekonomik kaygılarla daha da derinleşiyor. Ebeveynlerin yoğun iş mesaisi ve yaşam derdi, çocukların yaşadığı duygusal ve sosyal süreçleri yeterince gözlemleyememesine neden oluyor. Bu durum, ebeveynlerin denetim yetisinin zayıflamasına ve çocuğun dış etkilere daha açık hâle gelmesine yol açıyor. Dizide tanık olduğumuz aile portresi, tedirgin edici bir biçimde aslında herhangi bir ebeveynin kendi çocuğunun iç dünyasına dair ne kadar az bilgiye sahip olabileceğini gösteriyor. Bu noktada ebeveynlerin yaşadığı yalnızlık, yalnızca bireysel bir başarısızlık değil; sistemsel olarak göz ardı edilen ve desteklenmeyen bir ebeveynlik modelinin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkıyor.
İşlevsizleştirilen kurumlar: Okullar
Adolescence dizisinin en sarsıcı sahnelerinden bazıları okul ortamında geçen anlarda ortaya çıkıyor. Kamera, yorgun ve ideallerini yitirmiş öğretmenlerle, sınır tanımayan, denetimsiz ve iç dünyalarıyla baş başa bırakılmış öğrenciler arasındaki mesafeyi gözler önüne seriyor. Öğretmenlerin gençlerle kurduğu yüzeysel ve mekanik iletişim, yalnızca bireysel tükenmişliğe değil, aynı zamanda eğitim kurumlarının dönüşümüne işaret ediyor. Gelişkin kapitalist ülkelerde de işlerin sanıldığı kadar iyi gitmediği; toplumsal eşitliğin zemini olması beklenen okulların, ne kadar niteliksizleştirilmiş ve işlevsizleştirilmiş yapılar hâline geldiğine tanıklık ediyoruz.
Günümüzde eğitimin asli görevi olan çocuk ve gençlerin gelişimini destekleme sorumluluğu, piyasa mantığıyla şekillenen eğitim politikaları içinde eriyip gidiyor. Okullar, çocukların yalnızca akademik başarıları üzerinden değerlendirildiği, duygusal ve sosyal gelişimlerinin göz ardı edildiği kurumlara dönüşüyor. Akran zorbalığının olağanlaştığı, müdahalenin ise sistemsel olarak yetersiz kaldığı bu ortamlar, gençlerin yaşadığı travmaların hem kaynağı hem de taşıyıcısı hâline geliyor.
Öğrenciler yalnızca bilgiyle değil; aynı zamanda anlamla, aidiyetle ve güvenle buluşmak istiyor. Ancak bu bağ kurulamadığında, gençlik ya içe kapanıyor ya da öfkeyle dışa taşıyor. Okullar, sessiz çığlıkların yankılandığı, ancak çoğu zaman kimsenin duymadığı yerler olarak karşımıza çıkıyor.
Dijital çağda şiddetin yeni yüzü
Digital çağın, hem öğrenme hem de kişisel gelişim açısından özellikle çocuklar ve gençlere ciddi katkılar sunduğu ve yaşamlarının önemli bir parçası haline geldiği tartışmasız bir gerçek. Ancak kapitalizmin doğası gereği bu işlevsel alan da hızla araçsallaştırılıyor. Bilgiye erişimin önünü açan bu platformlar, aynı zamanda nefret söylemlerinin, şiddetin ve dışlayıcılığın örgütlendiği zeminlere dönüşebiliyor. Bu durumda en çok zarar görenler, savunmasız çocuklar ve gençler oluyor.
Kadınlara yönelik nefret söylemleri yayan içerik üreticileri, özellikle genç erkekler üzerinde etkili oluyor. Dışlanmışlık hissini ideolojik bir saldırganlığa dönüştüren bu içerikler, şiddetin dijital çağda nasıl yeniden üretildiğini gösteriyor. Çatışmalar, artık sanal ortamlarda örgütleniyor ve sokakta daha büyük bir öfke ve ölümcül şiddet olarak geri dönüyor. Bu dönüşüm, bireysel patolojilerin ötesinde; toplumun gençlere sunduğu geleceksizlik ve değersizlik duygusunun dışavurumu olarak değerlendirilmeli.
Sorumluluk kimin? Denetim mi, ilişki mi?
Mesele, yalnızca sosyal medyanın denetimsizliğiyle açıklanabilir mi? Dijital platformlar, elbette şiddet içeriklerinin yayılması, nefretin örgütlenmesi ve gençlerin savunmasızlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ancak sorun yalnızca teknolojik mecraların sınırsızlığı değil; aynı zamanda bu sınırsızlık içinde gençlerin yalnız bırakılması. “Aileler çocuklarına daha çok sahip çıksa her şey düzelir mi?” sorusu da bu bağlamda eksik kalıyor. Mesele, niceliksel olarak daha çok “ilgilenmekten” ziyade, nitelikli bir ilişki kurabilmek. Güçlü bir bağ, karşılıklı güven, duygusal farkındalık ve gençlerin iç dünyasına kulak verme çabası olmadan; ne denetim işe yarar, ne de yasaklar. Gençlik, gözetlenmekten çok, görülmek ister. Bu nedenle çözüm; aile, okul, medya ve toplumun birlikte inşa edeceği anlamlı, kapsayıcı ve şefkatli ilişkiler ağında yatıyor. Çocuk bakımı işini tek başına ebeveynlerin omuzlarına yükleyen bugünün kapitalist sistemi, bu nitelikli ilişkinin kurulmasını bırakın mümkün kılmayı adım adım yok ediyor.
Kırılganlığın görünmezliği ve toplumsal sorumluluk
Adolescence dizisiyle evlerimize ulaşan trajik hikâye, gençliğin görünmeyen kırılganlıklarıyla ve toplumun buna karşı sergilediği körlükle yüzleşmenin kapısını aralıyor. Kurmaca gibi görünse de, dizideki çocuk karakterin yaşadığı yalnızlık, değersizlik ve dışlanma duygusu, birçok gencin gündelik deneyiminin bir yansıması. Ebeveynlerin yaşadığı çaresizlik ve “nerede hata yaptık?” sorusuyla girdikleri iç hesaplaşma ise oldukça samimi ve pek çok aile için fazlasıyla tanıdık.
Dizi, gençliğin kırılganlıklarına dair güçlü bir anlatı sunsa da bazı önemli boşluklar barındırıyor. İngiltere gibi sosyal devlet yapısının çözülmeye yüz tuttuğu bir ülkede, bir işçi mahallesinde geçtiğini düşündüğümüz hikâyede, bu bağlamın yarattığı temel yapısal sorunlara yalnızca örtük biçimde değiniliyor. İzleyiciyi içine çeken çekim tekniği ve bireysel trajediyi öne çıkaran anlatı dili, diziyi daha geniş kesimlerin izleyebileceği bir yapım hâline getirmiş olabilir. Ancak bu tercihler, gerçekliğin daha karanlık katmanlarını perdeleyerek anlatının sınırlarını daraltıyor. Bu yüzden, yalnızca anlatılanı değil, anlatılmayanı da sorgulamak; temsilin sınırlarını, konfor alanlarını ve dijital platformların politik tercihlerle çizdiği çerçeveleri de göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Sonuç olarak sorulması gereken en yakıcı soru şudur: Böyle bir olay, hangi boşlukların ürünü olarak ortaya çıkar? Cevap yalnızca bireyde ya da tek bir kurumda değil; sistemin tüm katmanlarında gizli. Gençlerin sesi duyulmadığında, yalnızlıkları kolektif bir kayıtsızlıkla karşılandığında, sonuçlar sadece bireysel değil, toplumsal da oluyor. Suçlu arayışını sistemsel sorgulamayla değiştirmedikçe, benzer kırılmalar yeniden ve yeniden yaşanacaktır. Asıl mesele gençlerin suça sürüklenmesi değil; bir toplumun çocuklarına, gençlerine ve geleceğine ne kadar sahip çıkabildiğidir.
Okuldan sanayiye uzanan Sefa'nın öyküsü: '23 Nisan’a gidemeyiz, bari 1 Mayıs’a gidelim' | ![]() |