''Sınıfı, bütün çöpü ve ifrazatı ile birlikte ama onun içindeki cevheri, ışıltıyı karartmadan anlatıyor Seray Şahiner.''
Erkan Yıldız
Karakterin hikâyesini, o hikâyeyi oluşturan toplumsallıktan kopararak, o toplumsallığı görmezden gelerek ya da çarpıtarak anlatmak bizim edebiyatımızın en önemli ama üzerine en az tartışılan sorunu. Kuşkusuz bu sorun birdenbire oluşmuş bir sorun değil. 1980 kritik bir tarih olarak öne çıkıyor; ancak geldiğimiz nokta başlangıçta rol alanları kıskandıracak kadar ilerlemiş görünüyor.
Konuşulmayan, edebiyat çevrelerinde bitmiş bir tartışma gözüyle bakılan bu mesele, varlığını edebi türler arasında en çok romanda gösteriyor. Gösteriyor diyerek iyimser bir ifade kullanmış oldum. Doğrusu “romanı bitiriyor” olsa gerek. Sadece nitel bir durum değil sözünü ettiğim. Nicel olarak da tablo bir bitişe işaret ediyor.
Eleştiri yokluğu, yayıncılık dünyası, ödül sistemi, adamcılık, Türk/Türkçe/Türkiye edebiyatı vb. tartışmalar hem magazinsel içerikleri nedeniyle hem de daha yüzeyde yürütülebildiği için bu kadar yaygın ve popüler. Kimse bir diğerinin ayağına basmak istemiyor. Pek çok konuda olduğu gibi burada da kimsenin canının yanmadığı bir tür gölge boksu söz konusu olan.
Günümüzde az sayıda yazarın romanlarında bu sorunu dışarıda tutma becerisi gösterdiğine tanık oluyoruz. Bana göre o yazarlardan biri Seray Şahiner.
Şahiner, 1980 darbesinin ideolojik ve fiziksel şiddetinin devam ettiği 1984 yılında Bursa'da doğuyor. Hayatında muhabirlik de var, tekstil atölyelerinde işçilik de…
Öykülerinden oluşan “Gelin Başı” (2007) yazarın yayımlanan ilk kitabı. Yine öykülerinin yer aldığı “Hanımların Dikkatine” 2011 yılında ve “Hepyek” isimli öykü kitabı 2019 yılında okurla buluşuyor. 2017 yılında denemelerinin yer aldığı “Reklamı Atla” kitabevlerinde raflardaki yerini alıyor.
Şahiner'in yazma serüveninde romanlarının güçlü bir yeri var. İlk romanı “Antabus” 2014 yılında, ikinci romanı “Kul” 2017 ve son romanı “Ülker Abla” 2021 yılında yayımlanıyor. İlk romanı “Antabus” ve son romanı “Ülker Abla”nın yayımlanışları arasında 7 yıl var. Her üç roman birbirinden bağımsız birer kitap olsa da bir bütünlük taşıdıklarını, birbirini tamamlayan, birbirinin içinde genişleyen bir dünya sunduklarını söyleyebiliriz.
'Ben: Ülker. Diriyim. Şimdilik.'
Ülker Abla’yı ilk kez “Antabus”un hemen başında hastanenin bahçesindeki masalardan birinde oturmuş, elindeki gazeteden dikkatli bir şekilde haber okurken görüyoruz.
“İstanbul’un Fatih ilçesinde yaşayan Leyla Taşçı (25) cinnet geçirerek kızıyla birlikte balkondan atladı.” s.11
“Antabus”ta Leyla’nın hikâyesi gazetedeki ölüm haberiyle başlarken Ülker Abla’nın hikâyesi henüz ilk sayfasında ölümü aklının kenarında saklayan birinin gün sonu raporunu iletiyor tüm okurlara.
“Ben: Ülker. Diriyim. Şimdilik.” s.9
Her iki romanın girişinde bizi karşılayan ve hikâyeler boyunca okurun ve karakterlerin peşini bırakmayan bir hal bu. İlkinde Leyla ikincisinde ise Ülker Abla ölümle yaşam arasında oldukça incelmiş, yokluğu an meselesi bir çizgide yürüyorlar. Tıpkı engelleri aşmak zorunda olan, engellere takıldıkça oyunun sonuna doğru geldiğini fark eden oyun kahramanları gibiler. Sadece anlatım biçimiyle değil hikâyenin ritmiyle de okura geçiyor bu. Hem “Ülker Abla”da hem “Antabus”ta bizi koştur koştur okumaya zorlayan, anlatıcıları nefes nefese bırakan şey tam olarak bu olsa gerek. Bizi saran gerçekliğin hikâyenin diline yansımasının iki iyi örneğini görüyoruz söz konusu romanlarda.
Sonuçta, Ülker Abla’nın roman boyunca ilettiği gün sonu raporlarında gündelik hayatımızın bir özetini görebiliriz:
“Bir erkeğin saldırısına uğramadım.”
“Kolumu makinaya kaptırmadım.”
“İnşaatın 9. katından düşmedim.”
“Faturaları ödeyebildim.”
“Gasp edilmedim.”
“Yolda yürürken elektrik akımına kapılmadım.”... Şimdilik.
Şahiner'in karakterleri hem içine doğdukları ailelerin, hem de parçası oldukları toplumsallığın saldırısı altındalar. Fiziksel ve duygusal bir saldırı. Aile içinde gördükleri şiddet, işyerinde, sokakta kendisini hissettirirken, toplum, yasalar ve devlet tarafından sürekli bir biçimde çıkmaya çalıştıkları cendereye doğru itiliyorlar. O cendereden çıkmak için ısrar ettiklerinde bir cezalandırma biçimi olarak yalnız bırakıldıklarını görüyoruz. Ahlayıp vahlayan komşunun atılan çığlıkları duymazdan gelmesi, merakla açılan kapıların ihtiyaç halinde yüze kapanması, ailelerinin sırtlarını dönmesi, ait oldukları sosyal çevrede bir türlü görünür olamamaları… Leyla’nın, Ülker Abla’nın ve Mercan’ın baş başa kaldığı bu davranışların tümü yalnızlaşmayı da beraberinde getiriyor. Sadece kişisel değil aynı zamanda sınıfsal bir yalnızlık bu. Hiçbir zenginin yaşamının hiçbir anında tatmadığı türden…
Leyla, Mercan ve Ülker Abla’nın hikâyesi dramatik; şiddet, yalnızlık, parasızlık, çaresizlik… Şimdilerde çokça yapıldığı gibi umutsuz, yenik, vazgeçişi gerekçelendiren bir mağduriyet hikayesi anlatmak için tüm koşullar mevcut. Şahiner'in karakterlerinin gerçekliğini bir de burada sınıyoruz. Ne Leyla ne Mercan ne de Ülker Abla bir mağduriyet zırhı ile karşımıza çıkıyor. Karşılaştığımız şey tam tersine saldırı karşısında kararlı bir diklenme, ısrarla hayata tutunmanın yollarını bulma, yeniden ve yeniden deneme ve vazgeçmeme hali. Tanık olduğumuz bu davranış biçimi de sınıfsal. Sermaye sınıfının tüm saldırılarına rağmen emekçi karakterli insanların yaşamla bağı çok güçlü ve bu bağ belli ki birilerine dert olmaya devam edecek.
Şahiner'in bunu hikâyeleştirme çabası övgüye değer. En az bunun kadar övgüyü hak eden bir diğer özelliği bunu yaparken kurduğu dil.
Yukarıda da değindiğim gibi sizi hızla, soluk soluğa okumaya zorlayan bir anlatımı var Seray Şahiner'in. Okurken dişlerinizi sıkıp, yay gibi gerilmenizi sağlayan bir anlatım bu.
Kitaplarla ilgili kimi değerlendirmeler yazarın mizahı kullanımına da işaret ediyor. Bana kalırsa okur kendini iyi hissetsin diye değil bu mizah. Karakterlerin baş başa kaldıkları saldırı karşısındaki ruh halini yansıtmanın aracı. Tıpkı tehdit karşısında kamburunu çıkarıp, tüylerini kabartarak tıslayan bir kedi gibi Şahiner’in karakterleri de kimi zaman karşı karşıya kaldıkları durumu şakaya alarak, kimi zaman sinkafı bol cümleler kurarak savuşturmaya çalışıyor. Ülker Abla okurun “eğlenceli” bulduğu bu dilin farkında.
“Gülmek: 'Ulan felek anamı ağlattın ama beni ağlatamadın' demenin bir yolu. 'Acımadı ki' demek. İnadi. İradi. Gülmek, nefsi müdafaadır.” S.41
Bu dilin barındırdığı sarkazma biz Ot, Bavul, Kafa gibi dergilerden aşinayız aslında. Şahiner’in üslubu adını saydığım dergilerden aşina olduğumuz bu dili lümpenlikten, laubalilikten, samimiyet zırhına bürünmüş duygu istismarcılığından kurtarıyor. Sadece içerikle değil inşa ettiği dille de güncel bir edebiyat Şahiner'in edebiyatı.
Zenginler ve yoksullar…
“Antabus” ve “Ülker Abla”da hikâyenin bütününde hissettiğimiz sınıf anlatısı “Kul”un hemen başında Mercan’ın adeta kimlik kartı olarak karşımıza çıkıyor.
“Mercan Hanım işsiz değildir lakin ustalık gerektiren bir mesleği de yoktur. Kalifiye eleman olmadığından kolayca diskalifiye edilir. Sigortası, güvencesi, bugünden yarına garantisi? Yoktur. Ama öyle düşünülmez hakkında…” s.9
Mercan’ın işinin iş olduğu, rahatının yerinde olduğu düşünülür. Günde bir apartmandan şu kadar aldığına göre ayda şu kadar apartmandan şu kadar para aldığı düşünülür. Kim böyle düşünür peki? Elbette cebinde parası olanlar. Parası bol olanın aklı da, kibri de bol. Şahiner, sadece emekçi sınıfları anlatmıyor; aynı zamanda küçük burjuvaların emekçilere bakışını, onlarla ilişkisini de incelikli bir şekilde teşhir ediyor.
Bu teşhiri Mercan’ın döne döne sildiği apartmanın her basamağında hissettiğimiz gibi Leyla’nın diğer velilerle temasında da görüyoruz.
“Ne desem, tuhafsayıp onlardan biri olmadığımı belli edecek şekilde bakıyorlar bana.” s.27
Ayşe’yi okuldan her almaya gittiğinde çalışkan öğrencilerin kokoş velilerinin Leyla’ya bakışıdır bu bakışlar. Bakışlarıyla Leyla’ya ait olduğu yerin kendilerinin yanı olmadığını her gün yeniden ve yeniden hatırlatırlar.
Ülker Abla'nın bu üç karakter arasında zenginlere karşı öfkesini açıktan dile getiren karakter olarak belirdiğini söyleyebiliriz. Her üç karakterin de bir şekilde temas ettiği “Deva Eczanesi”ndeki bir sahnede bunu net olarak görüyoruz. Evden kaçtıktan sonra kalacak yer sorununu devlet hastanesinde refakatçilik yaparak gidermeye çalışan Ülker Abla hastanede içinin sıkıldığı birgün refakat ettiği hastaların ilaçlarını aldığı “Deva Eczanesi”nde tebdili mekân ferahlığı arar. Eczacının çay ikramı, açılan sohbet ve eczanın konuşmaları “Ülker Abla”yı şu düşüncelere taşır.
“Bunun anası da eczacıymış, duvarda kocaman siyah beyaz fotoğrafı asılı. İnci kolyeli, Türkân Şoray topuzlu bir kadın. Hadi inci kolyeyi geçtim, bizim yaşlarda birinin ailesinden bir kuşak öncesinde üniversite okumuş olması ne demek? Hele ki bir kadının? Zenginlik. Öyle parasız yatılı hemşirelik öğretmenlik de değil. Eczacılık! Bir gün yokluk çekmemişler, gelmiş bana diyor ki: 'Niye kocanın evinde kaldın?' Zengin pezevenkler. Susmuyor da…” s.22
Ülker Abla ne kadar net ve ne kadar da haklı değil mi?
Şahiner’in sadece ana karakterleri değil yan karakterleri de gerçeklik testinden geçiyor. Buradaki “eczacı”yı küçük burjuvaların bir temsili olarak görebiliriz. Küçük burjuvalar kendilerinden yoksul olanlara akıl vermeyi onları küçümsemelerinin bir aracı olarak kullanırken, bilgiye sahip olmayı, itiraz geliştirmeyi, direnç göstermeyi, daha iyi bir hayat isteğini yoksullara yakıştıramıyor. Kitapla ilgili okur yorumlarında da benzer bir bakış görüyoruz. Ülker Abla'nın içinde bulunduğu koşullardaki özgüvenini, bilgisini, aklına yatmayanla didişmesini karakterin gerçekliğiyle uyumsuz buluyorlar. Ülker Abla’nın gerçekliğini buradan sorgulayan, yoksul, güçsüz gördüğünde mağduriyet, teslimiyet, rıza arayan bilmiş okurlara Ankara’nın orta yerinde tıpkı Ülker Abla gibi ördüklerini satarak ayakta kalmaya çalışan Zehra Canan’a bakmalarını öneriyorum.
Kesişen mekânlar: 'Barınmak bir nefsi müdafaymış'
“Antabus”, “Kul” ve “Ülker Abla”da hikâyelerin aktığı mekânlar karakterlerin üzerinde belirginlik kazandığı bir fon olmaktan çok, karakterle bütünleşen, çelişki ve çatışmaları görünür kılan bir rol üstleniyor. Mekânın hikayelerdeki ağırlığı karakterlerin dertlerini bireysel alana sıkıştırmaktan kurtarıp Leyla, Mercan ve Ülker Abla’nın yaşadıkları sorunlarla birlikte toplumun bir parçası olduklarını ve bu sorunların kaynağında toplumsal ilişkilerin olduğunu gösteriyor.
Leyla ve Ülker Abla’nın çalıştığı tekstil atölyelerinde, Mercan’ın temizliğe gittiği ve temizlik için bile kapısından geçemediği apartmanların bilgisinde, yollarının düştüğü “Deva Eczanesi”nde, merdivenleri temizleyerek inerken her katın kendi içinde oluşturduğu hiyerarşide, yine “Ülker Abla”nın devlet ve özel hastane farkını ortaya koyan anlatımlarında ve her üç karakterin de kendi evleriyle ya da daha doğrusu evsizlikleriyle kurdukları ilişkide/verdikleri mücadelede bunu net bir şekilde görüyoruz.
Üç romanın da muhiti, karakterlerin evleri, aile yapıları, alışkanlıkları ve ahlakları ile tam bir emekçi muhiti. Görünmezliği ilan edilmiş bir sınıfın insanlarını görünür kılan bir tercih bu.
Bitirirken…
Sınıfı, bütün çöpü ve ifrazatı ile birlikte ama onun içindeki cevheri, ışıltıyı karartmadan anlatıyor Seray Şahiner. Leyla’nın, Mercan’ın ve Ülker Abla’nın yaşama tutunma isteğinden ilham almamak ve bu üç romanı yer yer gözlerimiz dolmadan okumak mümkün değil. Bir de dişlerimizi ve yumruklarımızı sıktığımız yerlerde karakterlerin yalnızlığına çarpan anlarımız var. Bu yalnızlık kürek çektiğimiz akıntıyı daha güçlü gösteriyor. Bu yalnızlık, birlikte mücadele etme kültürünü, örgütlü mücadele etme kültürünü yitirmenin, örgütlü hayata mesafenin maliyeti maalesef.
Seray Şahiner yazdıklarıyla çokça Orhan Kemal’e benzetiliyor. Doğru. Zorluklar karşısında karakterlerin dili, sergiledikleri direnç ve inat, aynı zamanda hikâyeleri saran zengin anlatım bizi Orhan Kemal’e götürüyor. Ama tüm bunların yanında açığa çıkan o koyu yalnızlık biraz da Sabahattin Ali değil mi?