*Kapak Resmi: Sait Munzur (THTM'nin "NATO'ya ve Savaşa Karşı Sergisi"nden)
13 Eylül’de Kadıköy Nazım Hikmet Kültür Merkezinde NATO’ya ve Emperyalist Savaşa Karşı karikatür ve resim sergisi açıldı. Sergi, Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi’nin (THTM) siyasi çağrısına cevap veren sanatçıların katılımıyla oluştu. Dolayısıyla, sanatçıların sergiye katılımı en az çağrı metni kadar politik bir anlam taşıyordu. NATO’nun Türkiye’yi hangi koşullarda savaşa sürükleyebileceğini Erhan Nalçacı dün yazmıştı.
Ülkemiz açısından savaş gerçek bir olasılık olmasına rağmen ne siyasi partilerin ne de halkın yeterince gündemine girdiği söylenebilir. Her şeyi daha kolay kanıksadığımız bir dönemdeyiz belki, ama asıl sebep iktidarın ve genel olarak solun NATO’ya karşı olmaması ve Türkiye’nin bu siyasi tercihle yönetiliyor olması. Böyle kurak zamanlarda en çok sanatın yaratıcı muhalefetine ihtiyaç duyulur. Ancak sanat siyaset ilişkisi her zaman tartışmalı bir konudur. Bu sergi vesilesiyle sanat, siyaset ve propaganda arasındaki tartışmaya biz de dahil olalım.
Sanatın aşkın, yani her şeyin üstünde olduğunu söyleyenleri konu dışı bırakır ve her üretimin kaçınılmaz olarak, örtük bir bağlamda dahi olsa, siyasi olacağı gerçeğinden hareket edersek, modern dönemde sanat siyaset ilişkisine yönelik söylenen önemli ama dikkatli olmamızı gerektiren görüşlerle başlayabiliriz. Bu görüşlerden biri Adorno’ya aittir. Sanatın özerk olması gerektiğini savunan düşünür için sanat kapitalizmin sebep olduğu barbarlıktan insanlığı kurtaracak ve özgürleşmeyi sağlayacaktır. Aslında, kapitalist sistem içerisinde yabancılaşan ve öznelliğini kaybeden insanları uyandırmak için sanat bir araç olarak düşünüldüğünde Adorno haklı görülebilir, zaten sanat-toplum arasındaki ilişkiye diyalektik yaklaşmaktadır. Ancak Adorno’ya göre, kapitalist sistemde sanatın devrimci bir işleve kavuşabilmesi için özerk olmaktan başka çaresi yoktur. Ve doğal olarak bu, devrimci bir örgütlenme olasılığını dışarıda bırakır.
Sanatın bağımsız ve muhalif olması gerekliliği görüşü sadece kapitalist sistem için değil herhangi bir zamanda herhangi bir sistem için de tarafgirleri tarafından söylenir. Ve daha çok, SSCB’de (özellikle Stalin döneminde), sanatın baskı altında olduğu, bu yüzden sanatçıların muhalefet yapamadığı iddiasını temellendirmek için kullanılır. Bu görüşe göre, sanatın siyasetten bağımsız olabilen özerk bir alanı her daim korunmalı ve iktidarın görüşü sanat aracılığı ile eleştirilmelidir. Özellikle soğuk savaş dönemindeki liberal saldırının bir uzantısı olarak düşünebileceğimiz bu yaklaşım, sanatın her zaman özgür olması gerektiği ile güzellenir. Özerklik, bağımsızlık iyi hoş güzellemelerdir ama gelin görün ki 2014 yılında Akbank Sanat’ın 20. yılı adına düzenlenen serginin adı tesadüf olmayacak bir biçimde “Özerk ve Çok Güzel”dir. Küratörlüğünü ise adını Gülen cemaatinin Abant toplantılarından da bildiğimiz Hasan Bülent Kahraman yapmıştır.
Bir başka ele almamız gereken düşünür, özellikle estetik üzerine politik görüşleri kuvvetli olan Rancière olabilir. Rancière’ye göre, duyulur olanı görünür hale getirmek ve yeniden biçimlendirmek açısından sanatın ve siyasetin ortak bir yanı vardır. Bu açıdan ikisi birbirinden ayrı düşünülemez ve biri diğerine müdahale edemez çünkü neredeyse aynı araçlara sahip alanlardır. Belki de bazen aynı şeylerdir: siyasetin bir estetiği vardır ve tersinden estetiğin de siyaseti… Rancière’nin görüşleri, özellikle savaşın sosyal medyadan servis edildiği, Trump ya da Putin gibi başkanlar üzerinden bir “estetiğin” işlendiği, çeşitli ülkelerdeki First Lady’lerin “estetize” edildiği bir dünyada şüphesiz doğrudur. Bu görüşler Guy Debord’un Gösteri Toplumu kitabındaki şu sözlerle tamamlanır: “Toplumdaki gösteri, somut bir yabancılaşma imalâtına tekabül eder.”1 Ve çok doğrudur, toplumdaki şovlar arttıkça bireyin yabancılaşması da artmaktadır. Ancak Debord’un görüşleri şuraya kadar varır: “Stalinizm bizzat bürokratik sınıf içindeki terörün hükümranlığıdır.”2
Post Marksizm çok iyi tespitler yapar ama sonunda derdi bellidir: Marksizm iyidir, Lenin idare eder ama Stalin şeytandır. Çünkü Stalin dönemindeki sanat, sanat değil propagandadır. Halbuki propaganda sanatı esas ABD’de Soğuk Savaş ortamında şekillenmiştir. Modern Sanatın merkezinin New York’a geçmesiyle (ya da ünlü kitabın başlığındaki gibi “çalınmasıyla”) sanatta artan kiç (kitsch), Amerikan kültürünün pazarlanması için kullanılmıştır. Hatta devlet propagandası için kullanılan Soyut Dışavurumculuk ve en önemli temsilcisi Jackson Pollock tüm dünyaya ithali CIA’in sponsorluğunda gerçekleşmiştir. Bu sergiler “özgür sanat” ile damgalanırken, liberal ideolojinin dışında kalan her şey totalitarizm ile yaftalanmıştır.
Sonuçta yapılan şey siyasettir. Siyaset, sınıflar ortadan kalkmadığı için kendini imha etmemiş ve hiçbir şeyden de bağımsız olmamıştır. Liberal ideoloji, Stalin’e ve o dönemin sanatına düşmandır çünkü sanat da siyaset de o dönemde örgütlü bir şekilde yapılıyordu.
Şimdi şu soru sorulabilir: Stalin dönemindeki sanat iyi sanat mıydı? Bu soru talidir. Çünkü üretilen düşmanlık iyi ya da kötü sanata değil örgütlü sanata karşı üretilmiştir. Sonrasında post-Marksistlerin türettiği özerklik yaklaşımı, bu örgütlülükte delik açmayı amaçlamış ve başarmıştır. Tüm dünyada işçi sınıfı örgütsüz olduğu gibi sanat da sanatçı da örgütsüzdür. Aslında cümleyi şöyle düzeltmek gerekir: sanat ve sanatçı liberal ideoloji tarafından örgütlenmiştir.
Sona gelirken başa dönelim, THTM’nin “NATO’ya ve emperyalist savaşa karşı kaleminle, boyanla, fırçanla ses ver” çağrısına cevap üreten onlarca sanatçı bu yüzden çok önemlidir. Liberal ideolojinin her şeyi çürüttüğü, özgürlüğü sadece kendi ideolojisinin savunusuna eşitlediği bu dönemde buna karşı durmak, üstelik örgütlü bir biçimde karşı durmak umut veriyor. Elbette bu ses propagandiftir, siyasaldır ve aynı zamanda estetik bir dile sahiptir.
Sınıflı toplumlar sürdüğü sürece başka da yol yoktur!