Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında, Yusuf Şaylan'la birlikte, Yusuf Ziya Bahadınlı'nın eserlerine, yaşam öyküsüne ve mücadelesine bakıyoruz.
Özkan Öztaş
Bedri Rahmi Eyüpoğlu bir şiirinde "Marifet hiç ezilmemek bu dünyada" diyor.
Biz de Yusuf Şaylan ile birlikte bu hafta bu marifeti layıkıyla yerine getiren bir komünist aydından, Yusuf Ziya Bahadınlı'da söz etmek istedik. Yusuf Şaylan çok sıkı çalışmış yine bu haftada önerdiği konuya. Heybesinde bir dolu kitap ve kitapların arasında bir sürü not kağıdıyla geliyor.
"Eyvah bu hafta uzun sürecek anlaşılan çarşı muhabbeti" deyince gülümsüyor. "Sürsün be!. Yusuf Ağabey hak ediyor bunu" diyor.
Kitapları çıkarıyor, notlarını sıraya diziyor. Kitaplardan bazılarını çıkarıp gösteriyor bana nispet yaparcasına. "Bak her biri de Yusuf Ziya Ağabey'den imzalı" diyor. Yazarından imzalı kitap sevincini sonuna kadar yaşayanlardan biri Yusuf Şaylan. Hemen hemen her buluşmamıza imzalı kitaplarla geliyor.
Fakat bu sefer birazcık kaygılı bir hali var. "Hayırdır ağabey nedir bu halin?" diye sorunca "Mevzu Yusuf Ziya olunca insan iki kez düşünüyor. Titizleniyorum ben de" diyor.
Haklı kaygısında Şaylan. Yazarın kendisi ve dostları bu satırları okuduğunda üzerine çalışılmış titiz bir ödevle karşılaşmalı diye düşünüyoruz hemen. Öyle ya. Yusuf Ziya Bahadınlı, her şeyden ziyade titiz bir öğretmen. Biz de dersine sıkı çalışan öğrenciler gibi hissediyoruz kendimizi.
Yusuf Şaylan arkasına yaslanıyor ve gözlüğünü takıyor hemen. Ben de çayını dolduruyorum. "Hadi başlayalım bakalım adaş Ziya'nın hikayesine" diyor.
Başlıyoruz.
Sürgündeki bir komünistin rüyasına ne girer?
Yusuf Şaylan "Evet" diyor. Sakin ve sondaki e harfini azıcık uzatarak.
"Evet, şimdi sana hangi Yusuf Ziya'yı anlatayım. Ya da kaç tane Yusuf Ziya var desem.
Bahadınlı Yusuf'u, Pazarören Köy Enstitüsü'ndeki öğrenci Yusuf'u, Öğretmen ve Alevi Yusuf'u, Yayıncı Yusuf'u, Milletvekili Yusuf'u, sürgündeki Yusuf'u, bir baba, bir eş. Hepsinin toplamı, örgütlü bir komünist yaşamı hiç terk etmeyen Yusuf Ziya Bahadınlı'yı konuşalım"
Asıl adı Yusuf Ziya Çalışkan olan Yusuf Ziya, zamanla doğduğu yer olan Yozgat'ın Bahadın beldesinin adını soyadı olarak kullanır. Bir memleket aşığı demek yanlış olmaz kendisi için. Yalçın Küçük'ün deyimiyle aşkında şiddet, ilgisinde tenkit olan bir memleket sevgisi onunki. Gelişigüzel değil. Emek verdiği, uğruna mücadele ettiği, hapis ve sürgünleri göze aldığı bir memleket sevdası onunkisi.
Eline aldığı ince bir kitapla devam ediyor Şaylan:
"Şimdi aslında kendi hayat hikayesini de anlattığı birkaç eseri var. Ben hepsini anlatırken merkeze 'Ben kimsem oyum' kitabını koyacağım. Bu kitap hakikaten sadece sahaflarda bulunan cinsten. Yusuf Ziya kendi basıp yayınlamıştı bunu. Satışı dahi olmamış olabilir. Hatırlamıyorum.
Müsaade edersen biraz dağınık gideceğim.
Köy Enstitüsünden mezun, genç yıllarında kendi köyünde öğretmenlik yapan bu genç devrimcinin 1980'li yıllarda Almanya'daki sürgün yıllarından başlayalım önce.
Memleketini çok seviyor her komünist gibi. Pasaportunda beş demir perde ülkesinin damgası olan bir sürgün. Dolayısıyla Avrupa'daki polisler de şüpheyle bakıyor Yusuf Ziya'ya. Beş Sosyalist ülkeye girip çıkmış. Ama kendi deyişiyle kendisi Avrupa'da ama gönlü ülkesinde olan bir aydın.
Bir gün rüyasında memleketi görüyor. Rüyasında Yeşilköy'den giriş yapıyor memlekete. Bir polis, rüya bu ya, 'Pasaportuna işçi damgası vurdurmuş bir de!. Senin gibi çok işçi var dışarda' diyor Yusuf Ziya'ya rüyasında. Tabii Yusuf Ziya'nın yüreğinde başka fırtınalar var. Rüyada diyebildiği tek şey 'Çocuklarımı görebilir miyim?' oluyor. Sonra bir kelepçe çıtırtısı duyuyor ve sesine uyanıyor.
Uyanır uyanmaz diyebildiği tek şey 'Nasıl da özlemişim Türkiye'yi' oluyor. Ağzını her açısında memleketim diyor Yusuf Ziya. Nâzım gibi" diye anlatıyor Yusuf Şaylan ve gülüyor:
"Aman bunu şapkalı yaz. Okur falan, hata yaparsak kavga eder valla. Her seferinde arayıp kızardı bize şu Nâzım'daki şapkayı doğru yapın diye. Türkçe konusunda çok titizdir. Tekrar azar yemeyelim Yusuf Ziya Ağabeyden" diyor ve gülümsüyor. "Sıkıntı olursa bana havale et abi, ben Türkçeyi sonradan öğrendim, günahım daha az olur" diyorum. Gülerek karşılık veriyor
Bu memleket sevgisini soruyorum Yusuf Şaylan'a: "Sürgünde ayrı bir yara sanırım. Ne diyorsun bu mevzuya? Hani komünistler enternasyonalisttir bir yandan. Bu dengeyi nasıl tarif edersin?"
Önce biraz düşünüyor Yusuf Şaylan ve söze giriyor:
"Ulusal bir değer yaratmadan uluslararası değer yaratamazsın der eski komünistler. Ben bizim enternasyonalist görevimizin bu nedenle bu topraklardaki devrimi gerçekleştirmek olduğunu düşündüm her zaman.
Ama bir başka şey var burada. Yusuf Ziya Bahadınlı'da ve onun gibi pek çok komünistte.
Bazı çiçekler vardır. Her toprakta yeşermez. Kendi toprağını arar mutlaka. Devrimciler biraz öyledir işte. Kendi toprağında yeşerir. Kendi ülkesindeki sorunu çözmeden giden her devrimci memleketinde bir yanını bırakıp da gidiyor. Ya düşünsene Nâzım'ı. Adam daha ne istesin. Türkiye'den gitmiş kötü bir durum evet ama gittiği yer Sovyetler Birliği. Bahtiyarım diyor, huzurluyum diyor. Her seferinde övgüyle bahsediyor gittiği yerden. Ama her söze memleketim diye başlıyor. Kimse Nâzım'ın gittiği ülkeden daha iyisine gidemez bugün. Nâzım'ın yüreğini söndüremeyen memleket hasreti kolay kolay terk etmez insanı. Memleket başka bir şey. Toprağa sığmaz. İşte Yusuf Ziya'nın memleket sevgisi bana kalırsa Nâzım gibi. Böyle deyince de tuhaf oluyor ya. Neyse. Her komünist gibi. Bunu demek daha doğru."
Vatan uğruna ölmek veyahut genç bir fidan dikmek
Köy Enstitüleri meselesi çok önemli Yusuf Ziya Bahadınlı'ya göre. Onun için bu hayatta, bu ülkede iki önemli gelişme var 1923'ten sonra. Biri köy enstitüleri, diğeri de sınıf partisinin mücadelesi. Kapatılmasına çok içerlemiş her ikisinin de. Uzun uzun düşünmüş Bahadınlı bu meseleyi. İnsanı düşünmüş, çürümeyi düşünmüş, sınıf mücadelesini ve sermayedarların çıkarlarının gerektirdiği acımasızlığı... Her şeyi düşünmüş. Eserlerinde Gazali'nin yöneticiler için cehalet tavsiyesini eleştiriyor, İngiliz Lordu'nun kölelerin eğitilmesine olan itirazını hatırlatıyor. Hayat bir öykü Yusuf Ziya Bahadınlı için. İşte Köy Enstitüleri de bu öyküdeki uzun değil belki ama iyi olan, kısa ve nitelikli öyküsü.
Yusuf Şaylan bu önemli hikayeyi kitaptaki şu sözleri hatırlatarak anlatıyor:
"Bir gün Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra değişimi yerinde görmek isteyen meclis başkanı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde önüne çıkan bir öğrenciye 'Yurtseverlik ne demektir çocuğum?' diye sorar. Çocuk da 'Ağaç dikmektir efendim, kendi işini kendin yapmaktır, mesela okulun duvarı yıkıldı diyelim' diye devam ederken bürokrat 'Kes!' diye uyarır. Dönüp yanındakine 'Vatan için ölürüm demiyor da lafı uzattıkça uzatıyor' diye serzenişte bulunur.
İşte, Yusuf Ziya bu anlam değişimine dikkat çekiyor daha çok. Eskiden vatan için yapılacak en önemli şey ya da tek şey uğruna ölmekken artık iyi bir yurtseverin tanımı ağaç dikmek, kendi işini yapmak, kötüye boyun eğmemek olmuştu. Burada Köy Enstitülerinin katkısı çok büyük. İşte ortadan kaldırdıkları şey dört duvarı olan bir okul değildir o yüzden. O anlam arayışını yok ettiler.
Yusuf Ziya'ya göre Köy Enstitüleri ile köylü ilk kez insan sayıldı. Eskiden köylü neydi? Köylü cahil, afedersin hayvan yerine konulan sadece savaşlarda ve asker ihtiyacı olunca akla gelen bir şeydi. Ama cumhuriyetle birlikte köylü artık yurttaş sayılmıştı. Milletin efendisiydi. İnsandı her şeyden önce. Ama bu durum toprak sahiplerinin, ağaların işine gelmedi tabi. Bir de dipnot... Ben bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Yusuf Ziya Bahadınlı bir de Devrimci Demokrasi eleştirisi yapar tüm naifliği ile anılarını anlattığı kitabın Köy Enstitüleri bölümünde.
1970'lerde yüzlerce genç 'kırdan kente' yürümek için dağlara çıktığında aslında geç kalmışlardır zira Yusuf Ziya'ya göre. Çünkü devlet onlardan 20 yıl kadar önce davranmıştır. Köy Enstitülerini kapatmış, hükümetiyle, meclisiyle, paşasıyla, toprak ağası, tarikat şeyhi, büyük zengini, bürokratı ile Köy Enstitüleri yerine kurdukları İmam Hatip'ten yetişen gençlerle 'kırdan kente' çoktan yürümüştü bile. Hatta bir yerde İmam Hatipler için 'Şeriat ordusuna asker yetiştiren fabrika' benzetmesi yapıyor. Bu yorumun çok önemli bir yorum olduğunu düşünüyorum. Belki bugünlerde daha iyi anlaşılıyordur bunlar."
'Senin bu dediğine komünistlik derler efendi!'
Yusuf güzellik, ziya ise ışık manasına geliyor. Alevi inancında bu iki kelimenin de özel bir yeri var. Deyişlerde ve ezgilerde de çok geçer bu ikileme. "Dost cemalin benzer, güneşe aya, âşığı kül eyler sendeki ziya" diye. Yusuf ve Ziya'nın denk düştüğü manayı sıkça tekrar eder Alevi deyişleri.
Yusuf Ziya'nın hayatını şekillendiren bir diğer önemli şey de Yozgat'ın Bahadın beldesi. Hayatının en belirleyici noktalarından biri olmuş. Öyle ki Çalışkan olan soyadını Bahadınlı diye değiştirmiş.
Bu köydeki Alevi inancının ve ritüellerinin kendi hayatını nasıl etkilediğinden söz ediyor kitaplarında. Hatta bir yerde "Ben Bahadın'ı çok seviyorum. Bir, 'doğa'nın yalan söylemediğini orada öğrendim" diyor. Köy Enstitülerinden mezun olduktan sonra da ilk öğretmenlik deneyimini Bahadın'da yapıyor. En iyi tanıdığı yer onun için. Daha doğrusu öyle düşünüyor. Ancak öğretmenlik yaparken köyü bilmek ile köylüğü anlamak aynı şey değil. Fark ediyor. Çünkü toprağı bilmek onu sürmeye denk düşmüyor. Öğretmenlik yılları fevkalade bir deneyim katıyor Yusuf Ziya'ya.
Öğretmen olmak bir tür sorumluluk. Ülkeye ve insana dair... Öyle ya, okumuş insan emekçi halka karşı sorumludur. Yusuf Ziya da bu sorumlulukla hareket ediyor. Bahadınlı'nın ilk öğretmenlik yıllarını adaşı Yusuf Şaylan biraz imrenerek anlatıyor. O dönemin şartlarına karşı verilen mücadelenin öneminin altını çiziyor:
"Bahadın önemli Yusuf Ziya için. İlk öğretmenlik yıllarında da bu köye gidiyor. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, Orta Anadolu'da bozkırın göbeğinde bir yer Bahadın. Böyle yokuştan aşağı salındın mı Yozgat'ı geçince sağ tarafına düşer Bahadın. Neden Bahadın diye düşündüm Yusuf Ziya abiyi tanıyınca. Ama onun kişiliğinin oluşumunda Alevi kültürü etkili olmuş. Bir yerde 'Siz hiç onlardan değilsiniz diye size nefretle bakıldığını gördünüz mü?' diyor. Etkilemiş onu bu dışlanma. Peşine düşmüş. 'Peşine düşülenlerle dayanışma insanlığın alfabesidir' diyor İlya Ehrenburg. Yusuf Ziya'yı çok etkilemiş bu cümle.
Yıkık dökük köy okulu. Yanında demirci malzemeleri ve tamirat için alet edevat var. Havalar ısınınca tamir edecek okulu. Deli gibi kitap okuyor. Deli gibi. Okudukça eksiklerini fark ediyor. Okudukça mahcubiyeti artıyor. Zaten samimi bir okurda olmaz kibir ve gösteriş. Geceleri mum ışığında, kandilde ya da lüküs dediğimiz aydınlatmalarla okuyor. Sonra öğrencilerle kaynaşıyor. Canım ciğerim dediği köylülerle. Ama anlıyor ki köylü olması ya da kendi köylüsü olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Toprak sahipleri ayrı telden çalıyor, yoksul köylü başka dertten anlıyor söylüyor.
Bir keresinde köylüye, zaten azıcık toprağınız var, gelin bunu ortaklaştıralım beraber sürüp beraber toplayalım diyor. Hem el emeği zor traktör biçer tutalım diye öneriyor. Size de zaman kalsın. Kadınlar başka işlerde çalışsın diyor. Mevzu mala mülke gelince anlıyor zaten. Tam bunları heyecanla anlatırken köylülerden biri çıkıyor ve 'Söyleyeceklerin bitti mi efendi!' diye çıkışıyor Yusuf Ziya'ya. Toprak sahibi bu köylü 'Ben kendi çiftimi sürerken durun babalarım, durun aslanlarım diyerek öküzleri durdurup ve üvendireyi toprağa saplamadıkça, Vay be! Bu kadar yeri ben sürdüm, bu toprak benim, bu öküzler benim, bu çiftlik benim demedikçe neylerim senin daha çok paranı, daha çok zamanını!. Hem bu senin söylediğine komünistlik derler efendi!' diyor. Yusuf Ziya bunu duyunca daha iyi anlıyor. Konu bilgi eksiliği ya da cehalet değil tek başına. Bir güç var karşısında. O zaman bu güce karşı da örgütlü bir güç lazım. İşte o an döneminde örgütlenme konusu daha net şekilleniyor kafasında.
Ama bunu nasıl anlatıyor biliyor musun? O köylünün 'bu dediğine komünistlik derler efendi' çıkışını duyunca şöyle bir not alıyor: 'İnsanı birkaç fırça darbesiyle resimlemek istediğimi anlıyorum şimdi.'
Olağanüstü değil mi. Yusuf Ziya abi çok derin bir adam sahiden. Keşke tanıma şansın olsaydı. Şimdi çok yaşlandı tabi. Ama bunları öyle güzel gülerek anlatır ki Yusuf Ziya. Bir gülümseyişi vardır. Görmen lazım."
Vesile-i Cemile: Fırıncı Hasan Usta
Yusuf Ziya'nın hayatı bir yanıyla Türkiye'de örgütlü bir aydının ve onun mücadelesinin de tarihi. Dile kolay, 1927 doğumlu ve 97 yıllık hayatının neredeyse tamamını örgütlü yaşamış.
Hayatının önemli eşiklerinden biri 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi. TİP'in meclise giren ilk 15 milletvekilinden biri Yusuf Ziya Bahadınlı. O yıllarda TİP'in 14 yerde örgütü var ve seçimlere girmek için 15 il şartı aranıyor. Yusuf Ziya'ya Mehmet Ali Aybar partiyi Yozgat'ta kurma görevi veriyor. Eğer bunu başarırsa TİP seçimlere girebilecek.
Yusuf Ziya heyecanlı, kaygılı ve telaşlı çıkıyor yola. Sorgun, Akdağmadeni derken ilçe ilçe, köy köy geziyor Yozgat'ı. Kendi memleketi. Hem daha iyi bildiği bir yer hem de azıcık umutlu. Ama her seferinde umudu zedeleniyor karşısına çıkan örneklerle. Kendisine hoş geldin diyen barakadan bozma evde yaşayan köylüler, fırıncı Hasan Usta derken partiyi kuruyorlar. Hemen bir telefon Aybar'a. 'Bu iş tamam' diye.
Mehmet Ali Aybar daha sonra yaptığı konuşmasında Yusuf Ziya olmasaydı TİP meclise giremeyecekti diyor. 'Türkiye tarihinde ilk kez bir sosyalist partinin TBMM'ne girmesinde partili arkadaşlarımı kutluyorum. Bu arada önemli bir çabayı ayrıca sayıyorum. Arkadaşımız Yusuf Ziya Bahadınlı, partimiz için 'vesile-i cemile' oldu. Bunu unutmayacağız' diyor bir kutlama konuşmasında Aybar.
Ama Yusuf Ziya vesile-i cemile deyince başka birini adres gösteriyor aslında. Yusuf Şaylan bunu şu sözlerle aktarıyor:
"Çok zor şartlarda verilen mücadeleler bunlar. Bugün komünist bir aydın olarak Yusuf Ziya'nın yaşadığı örgütlenme pratikleri ders niteliğinde bence. Çorum'da çektikleri eziyet, Yozgat'ta verdikleri çaba. İşte orada tanışıyor Fırıncı Hasan Usta ile. Fırıncı Hasan Usta işçi sınıfı tarihinin görünmez kahramanlarından. Ben varım diyor. Ama öyle kolay iş değil. Dükkanı taşlanıyor, evi kundaklanıyor, sokak ortasında kesip önünü sakat bırakana kadar dövüyorlar. Ama ne dükkanın üstünde duran parti tabelasını ne de fırıncı tezgahının hemen üstünde duran parti tabelasının olduğu fotoğrafı indirmiyor hiçbir zaman. Koltuk değneği ile yaşıyor hayatının geri kalan kısmını. Oğlu yetişiyor imdadına. Alıyor fırın küreğini elinden ve o devam ediyor ocağın başında ekmek pişirmeye.
Yusuf Ziya nazarında Don Kişot gibi biri Hasan Usta.
İlk karşılaşmaları çok dramatik. Yusuf Ziya fırının önüne gidiyor. O dönem francala pek meşhur. Buğulu camda üzeri çizik kırmızı, nar gibi pişmiş francalaları görüyor. Hasan Usta görünce Yusuf Ziya'yı çıkıyor dışarı. 'Bir isteğin mi var kuzu aç mısın?' diyor. Sokaktan geçen, açın halinden anlayan adamla örgüt kuruluyor. Bir sürü nedamet yaşatacak olay gelişiyor ama Hasan Usta bana mısın demiyor. Düşünsene, adamın dükkanı taşlanıyor, ayaklarını kırıyorlar, bir ay evine ekmek götüremiyor. Ama bir lokma ekmek için de kimseye de el avuç açmıyor.
Yıllar sonra tekrar gittiğinde Hasan Usta'yı orada bulamıyor. Yaşlı usta göçmüş bu dünyadan. 'Beni görseydi' diyor Yusuf Ziya 'Eminim gelirdi yanıma. Aç mısın kuzu derdi. Fırından çıkan francalalardan birini alır, ikiye böler verirdi.' diyor. Mesela 12 yıl boyunca yurt dışında sürgünde iken aradığım memleket insanı Fırıncı Hasan Usta'ydı diyor.
Yani aslında vesile-i cemile varsa bir yerlerde o ben değilim, Türkiye işçi sınıfıdır, emekçileridir, tamircisidir, fırın ustasıdır diyor. Hem mütevazi hem de sahici."
Yağ küleğinde Lenin
"Çok uzattık bu hafta" diyorum Yusuf Ağabey'e. "Okurken zorlanacak insanlar."
Hiç oralı olmadan devam ediyor anlatmaya. Yusuf Ziya Bahadınlı'ya dostluklarının ve tanışıklıklarının bir sorumluluğu, bir borcu ya da görevi gibi sürdürüyor ayrıntıları anlatmaya.
"Ne kadar anlatsak eksik kalacak Yusuf Ziya abi. O yüzden bu son bahis olsun" diyor Yusuf Şaylan. Ve yağ küleğine saklanan Lenin heykelini anlatmaya koyuluyor.
"Türkiye'de örgütlü mücadelenin en önemli hafızlarından biri demiştim Yusuf Ziya için. Aynı zamanda çok da üretken biri. Birçok kitabı var. Mesela vaktiyle kurucusu olduğu Hür Yayınevi sayesinde onlarca kitap kazandırdı Türkçeye. Hepsi de politik tarihimizin önemli kitaplarından. Hatta daha önce Sahaflar Çarşısı'nda konuştuğumuz Darağacından Notlar kitabı bu yayınevinden çıkmıştı işte.
Vaktiyle 12 Mart 1971 tarihinde muhtıra zamanında evler aranıyor. Tabi eski bir vekil, komünist bir aydın olarak Yusuf Ziya Bahadınlı'nın evi uğrak nokta polis ve jandarma için. Eve geliyor polisler. Her yer aranıyor, taranıyor, kitapların içine bakılıyor, bazılarını incelenmek için zapta geçirilip toplanıyor. Yusuf Ziya polis araması sırasında bir bakıyor ki kitaplığın üzerindeki Lenin'in küçük heykeli yok. Eyvah diyor, nerede bu heykel. Soramıyor da eşine, polisler var. Polisler çıkıp gidince hemen soruyor eşine. Eşi yağ küleğini gösteriyor. Külek nedir bilir misin? Böyle ahşaptan bir saklama kabı. Eskiden yağı falan onda muhafaza ederlerdi.
Sonra eşi külekten yağı çıkarıp eritince Lenin ortaya çıkarıyor. Ama Yusuf Ziya'da nasıl bir mahcubiyet, nasıl bir utanç. Bunu nasıl yaptık Lenin'e diyor. Hatta bazen rüyalarına giriyor. Polisler geliyor, yağ küleğini açıyor ve içinde yağa bulanmış bir Lenin heykeli görüyorlar. Kabus gibi. Lenin'e bunu nasıl yaparız, bunu polisler görse beni yakalamalarından daha mı iyi sanki diye düşünüyor.
Ve hayatına bir düstur ediniyor o andan sona. Aklına Mayakovski geliyor, 'Gülyağına bulaşmasın sadeliği Lenin'in' diyor. Oysa kendi evinde Lenin ayçiçek yağının küleğinde.
Ne olursa olsun duvardan inmemeli Lenin diyor. Ya onu oraya asmayacaksın ya da yağ küleğinde saklamayacaksın diyor. Eşine çok kırılıyor kendisinden habersiz bunu yaptığı için. Karısı tutuklanırsa çoluk çocuk ne yaparız diye düşünüyor. Gerçekçi. Ama Yusuf Ziya da inançlı bir komünist. Biz gidersek geride kalan mahrum mu kalır, sahip çıkar yoldaşlar diye düşünüyor.
İndirmeyeceksin duvardan Lenin'i diyor. Hatta kendisinden sonra geleceklere nasihat veriyor. İyi düşünün diyor. İndirmeyiniz diyor.
Yusuf Ziya Bahadınlı, böyle söylemek zoruna gidiyor insanın ama, 97 yaşında ve ömrünün sonlarında hayatına hala örgütlü bir komünist olarak devam ediyor. TKP üyesi, yıllardır partisinin yolunda ve izinde, 1960'lı yıllarda Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde kilometre taşı bir aydın. Ne şanslıyız ki aynı yollardayız, aynı kortejde, aynı kavgadayız onunla. Büyük gurur gerçekten"
Gözlüğünü çıkarıyor ve masaya sehpaya bırakıyor. "Bak o kadar konuştuk ama hala eksiği var anlattıklarımızın" diyor gülerek. Gülen gözleri az evvel Fıncı Hasan Ustayı anlatırken nemlenmişti.
"Gemileri Yakmak romanını mutlaka okumalı herkes. Çok güzel bir roman. Kürt Memo'nun nasıl devrimcileştiğinin hikayesi. Biz 'Ben kimsem oyum ve Öyle Bir Aşk kitaplarını anlatmış olduk aslında hayat hikayesini anlatırken. Ancak okurlar Yusuf Ziya'yı daha çok tanımalı. Muhteşem bir dili vardır biliyor musun? Okurken okuyucuyu içine çeker böyle. Kitaplığında Yusuf Ziya olmayan her ev eksiktir bence. O yüzden hızlıca bir sahaf taraması yapılmalı. Araştırmaları da çok güzeldir romanları da" diyor sözlerini bitirirken.
"Müsaaden olursa" diyor ve tekrar ediyor Şaylan, "Müsaaden olursa bir şey eklemek istiyorum son olarak" diyor ayrılmadan hemen önce.
"Bedri Rahmi'nin şiirinden söz ettik ya başlarken. Marifet ezilmemek bu dünyada diye.
Şiir şöyle
Marifet hiç ezilmemek bu dünyada
Ama biçimine getirip ezerlerse
Güzel kokmak
Kekik misali
Lavanta çiçeği misali
Fesleğen misali
Itır misali
İsâ misali
Yunus misali
Tonguç misali
Nâzım misali
Bedri Rahmi yaşaydı buraya Yusuf Ziya'yı da ekleyelim derdim haddim olmayarak."
Yüzünde bahtiyar bir ifade var Yusuf Şaylan'ın anlatırken bunları. Kitapların hepsini heybesine doldurup gidiyor. Haftaya bir başka kitabı ve yazarı konuşmak üzere vedalaşıyoruz.