"Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Dünyayı sensiz dolaşıyorum,
böyleymiş kaderim
elden ne gelir…
Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan güzel.
Sofya’da ağaçla insan karışmış birbirine,
hele kavak,
nerdeyse odaya girip
kırmızı kilime oturacak…
Sofya şehri, büyük mü?
Şehirler, gülüm, caddeleriyle değil,
anıtını diktiği şairleriyle büyük oluyor,
Sofya büyük bir şehir…
Burda akşam deyince dökülüyor sokağa millet,
çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı,
bir gülüşme, bir uğultu, bir gürültü, bir kıyamet,
bir aşağı, bir yukarı,
yan yana, kol kola, el ele…
İstanbul’da Şehzadebaşı’nda ramazan geceleri
-Sen o devre yetişmedin Münevver-
piyasa edilirdi tıpkı böyle.
Yok… Geçti o geceler…
Şimdi İstanbul’da olsam
aklıma mı gelirdi onları aramak?
Ama İstanbul’dan uzak
her şeyini arıyorum.
Üsküdar Cezaevi’nin görüşme yerini bile…
Sofya’ya bir bahar günü girdim, şekerim.
Ihamur kokuyor doğduğun şehir.
Bilmediğin gibi ağırladı beni hemşerilerin.
Doğduğun şehir kardeş evim bugün.
Ama kendi evin kardeş evinde bile unutulmuyor.
Şu gurbetlik zor zanaat zor…"
Nâzım Hikmet'in Sofya için yazdığı bu dizilerde sadece büyük bir şehrin ölçüsünü tanımlamıyor. Aynı zamanda Türkiye'de ramazan gecelerinde zaman zaman rastlanan bir eğlencenin gündelik hayata nasıl taşındığından da bahsediyor. Kibarca "Bırakın elalem yılda iki bayram seyran etsin. Ama sosyalistler her günü bayram kıldı" diyor.
Yusuf Şaylan, bu şiiri okuduktan sonra masaya Bulgaristan üzerine kitaplarını seriyor. Bu haftaki konumuz Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum romanı. Kitabın hafızalarda bıraktığı lezzet Yarın Bizimdir Yoldaşlar romanına benziyor. Yusuf Şaylan hem olmazsa olmaz hem de görev babında yaklaşıyor konuya. Ankara'nın iyiden iyiye soğuyan günlerindeyiz. Yusuf Şaylan atkısı ve paltosuyla birlikte sırtında heybesiyle geliyor. İçinde bir sürü kitap var. Bir mekana oturuyoruz. Muhitimiz Ayrancı. Börekçideki hanımefendi, üzerinde önlüğü ve sipariş kağıtlarıyla kitapları inceliyor. "Yahu bir kitap vardı bizim oğlana lazımdı. Bulabilir misiniz? Ödev için" diyor. Yusuf Şaylan'a gün doğuyor anlayacağınız. Bulanamayan kitaplar sarrafıdır kendisi, malum. Hemen iki üç telefon açıyor sahaflara. Ayrancı'ya en yakın olanı seçiyor, buluyor kitabı. Börekçideki emekçiler gülümsüyor. Nâzım'ın ıhlamur kokulu şehir dediği Sofya'yı masamızın üzerine seriyoruz.
"Haydi bakalım, başlayalım" diyor.
Başlıyoruz.
İyi insanların öyküleri
Şaylan, "Her yanı konuştuk yazdık. Ama Bulgaristan'ı konuşmadık. Yunan edebiyatı, İran edebiyatı derken komşulardan sıra Bulgarlara geldi" diye başlıyor söze. İşin görev kısmı burası diye anlıyorum.
Diğer yandan da olmazsa olmazımız bu kitap.
"1980 öncesi yaşanan kimi şeyler bu kitapta okuyunca daha çok mana buluyor. Elbette birebir karşılaştırılamayacak şeyler ama Türkiye'de de buna yakın şeyler yaşadık. Şimdi yaşadıklarımıza ve yaptıklarımıza bakınca bu romandaki şeyler daha farklı geliyor insana. Sadece bu romandaki şeyler de değil üstelik. Yaşadıklarımız da öyle geliyor" diye devam ediyor anlatımına.
Bulgaristan edebiyatı, tarihsel olarak sosyalist mücadele ve faşizme karşı direnişle iç içe geçmiş bir yapıya sahip. Özellikle 1944'teki anti-faşist direniş ve sonrasında kurulan sosyalist düzen, edebiyatın şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Biz de zaten bu haliyle tanıyoruz Bulgar edebiyatını. Türkçe'ye çevrilen kitapların önemli bir kısmı bu dönem yazılan eserler.
Nâzım Hikmet'in Bulgaristan ziyaretleri de bu döneme denk gelir. Nâzım Bulgaristan'daki Türklerin sosyalizme örgütlenmesi adına saha çalışmaları yapar. Toplantılar düzenler, evleri gezer. 1951'de Bulgaristan'a yaptığı ziyaret, Türk köylülerini sosyalizme örgütleme amacı taşıyordu. Nâzım, bu süreçte Türk köylülerinin yaşadığı sorunları anlamaya çalışmış ve onlara sosyalizmin faydalarını anlatmış.
Mitka Grıbçeva'nın Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum romanı da işte İkinci Dünya Savaşı'ndaki Bulgaristan'ı işgal eden Nazilere ve onların yerli işbirlikçilerine karşı verilen mücadelenin öyküsünü anlatıyor.
"Güzel insanların, iyi insanların öyküsüdür bu kitap. Nedir iyi insan sorusunun elbette kişiden kişiye değişen bir tanımı var. Ama her dönem kendi şartlarını zorlayan, çevresi ve halkı için hep daha iyisini isteyen, istemekle kalmayıp bunun için mücadele eden, kahramanların mütevazi, sıradan insanların da kahraman olduğu dönemlerin hikayeleri bunlar."
Şaylan iyi insanı böyle tanımlıyor. "Gözümü dahi kırpmam. Bu kitabı okuyamayan bence eksik kalır" diyor. Bunu söylerken bir eliyle de kitabın sayfalarına karıştırıyor.
'Sen bizimkilerdensin'
Yazar Mitka Grıbçeva'nın romandaki kişilerden biri olduğunu tahmin ediyoruz. Zira kendisi de bu mücadelete aktif katılanlardan biri. Faşizme karşı verdikleri mücadele aynı zamanda Bulgar halkının bağımsızlık mücadelesiyle örtüşüyor.
Kitap, Bulgaristan’da Nazi işgaline ve yerel faşist yönetime karşı verilen halk mücadelesinin içinden tanıklıklar sunuyor. Mitka Grıbçeva, partizan hareketine aktif olarak katılmış bir kişi olarak, savaşın hem fiziksel hem de ideolojik cephelerini birinci elden anlatıyor. Üstelik bunu çok sadece bir o kadar da etkileyici yapıyor. Bu, okuyucunun dönemin ruhunu, direnişçilerin düşüncelerini ve mücadelelerinin zorluklarını anlamasına büyük katkı sunuyor.
Ognyana yazarın evlenmeden önceki soyadı. Mitka Ognyana 1916'da Bulgaristan'ın Plevne eyaletindeki Radomir köyünde çok yoksul bir ailede dünyaya gelir. Kadın bir partizan olarak yirmili yaşlarında partizan mücadelesine katılır. Dolayısıyla anlatımında benzeri romanlardan farklı olarak kadınların gözünden de bir döneme tanıklıklar yer alır. Kadınların faşizme karşı direnişteki aktif rollerini ve bu süreçte karşılaştıkları zorlukları romanı önemli kılan ayrıntılar arasında yer alıyor.
Kitap, dönemin sınıf mücadelesi ve sosyalist ideolojisine ışık tutuyor diğer yandan. Antifaşist direnişin yalnızca bir ulusal kurtuluş hareketi değil, aynı zamanda bir sınıfsal mücadele olarak ele alınması, bu eserin politik ve ideolojik bir belge niteliği taşımasını sağlıyor.
Romandaki ifadeler, duygular ve küçük nüanslar metni okurken daha da önemli hale getiriyor.
Yusuf Şaylan bunları anlatırken hafif gözleri doluyor. "Mesela baksana şu bölüme...
'Ben ana sevgisinden, ana şefkatinden, akrabadan, dosttan yoksun, cahil bir köylü kızıydım. Parti beni bulup yüce ailesine aldığı zaman, aileyi aklımdan bile geçiremiyordum. Parti bana hem ana, hem baba oldu, inanç verdi, güven verdi, hayal etmeyi öğretti, görülmedik, duyulmadık geniş ufuklar açtı benim önümde. Henüz yürümeye başlamış küçük çocuklara benziyordum, hızla giden zamana ayak uydurmam ve henüz gözleri açılmamış kardeş ve kızkardeşlerime de öğretmenlik etmem gerekiyordu.'
Mücadele biraz da böyle bir şey ya. Koca bir aileden kendini önemli hissetmek. Kitapta yer yer geçiyor bu ifade. Sen bizimkilerdensin diyorlar partizana. Bu bazen bir uyarı bazen bir teşvik bazen bir övgü olarak kullanılıyor. Çünkü böyledir. Bizimkilerden olmak dikkat gerektirir, özen gerektirir, incelik gerektirir. Ama her şeyden önce çokça emek ve çaba gerektirir" diyor.
Bir tekstil işçisi dünyayı nasıl değiştirir?
Romanda mücadeleye ve insana dair yer alan ayrıntılar bir anlatım zenginliği sunuyor okura. Bu ayrıtılar her kavramda kendini belli ediyor. Zaman zaman bir haini anlatırken zaman zaman en yakınını özleyen bir partizanda kimi zaman da soğukta mücadele verenlerin inandıkları eşit ve özgür dünyaya dair bir sürü imge sunuyor okura.
Bunun yanı sıra kitapta gerçek hayatta yer alan isimler ve yazarlara da denk geliyorsunuz. Şiirlerini Ataol Behramoğlu'nun çevirdiği Nikola Vaptsarov da onlardan biri. Romanda nasıl öldürüldüğünün anlatıldığı bu şair gibi birçok örnek var. Bu aynı zamanda romanı tarihsel bir bellek inşa etmesi açısından da önemli olduğunu gösteriyor.
Yalnızca Bulgaristan özelinde bir direnişi değil, aynı zamanda tüm emekçiler için özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelesini yansıtıyor roman. Partizanların fedakârlıkları, insanlık tarihinin faşizm, baskı ve zulme karşı direnişine bir ayna tutuyor yazar.
Yusuf Şaylan kitabın bu özelliğinin altını çizerken şu ifadelere yer veriyor:
"Mitka Grıbçeva’nın sade ve etkileyici üslubu, okuyucunun hikâyeye duygusal olarak bağlanmasını sağlıyor bence. Kitap, yalnızca bir tarihsel belge değil, aynı zamanda derin insani duyguların, dayanışmanın ve özverinin anlatıldığı bir eser. Beni biraz da bu etkiliyor. Yani insani duyguların böylesine derin anlatısı çok etkileyici. Tabi burada çeviri de devreye giriyor. Ama çevirmenin işini kolaylaştıran bir şeyin de kültürel yakınlık olduğunu düşünüyorum. Bulgaristan işte ya. Şurası hemen, nedir ki? Ne kadar uzak olabiliriz ki birbirimizden.
Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum, hem tarihsel hem de ideolojik anlamda bir direniş manifestosu olarak değerlendirilebilir. Bu eser, geçmişteki antifaşist mücadelelerin değerini anlamak ve gelecekteki mücadeleler için ilham almak açısından önemli bir kaynak. Çünkü tüm bu geçmiş eserleri gelecekte işe yarayacağını düşünerek ele alıyoruz bir yanıyla."
Yusuf Şaylan sözlerini tamalarken kitapta bir bölüm açıyor. Parmağını sayfanın ortasına getiriyor ve başardıkları önemli bir andan sonra Mitka Grıbçeva'nın parti tarafından tebrik edildiği andaki duygularını okuyor.
"Bütün vücudumu hoş bir sıcaklık kapladı. Ben, Radomirtsi köyünden Çıplak Baço'nun kızı Mitka Gribçeva'yı, birkaç yıl öncesine kadar el yazısı harfleri zor okuyabilen, kimsenin tanımadığı tekstil işçisi Mitka Gribçeva'yı şu akşam saatlerinde Parti tebrik ediyordu! Gözlerim sulandı, onlara bakmaya, hıçkırırım diye konuşmaya cesaret edemiyordum."
Bu cümleleri okuduktan sonra "Kimsenin tanımadığı tekstil işçisi" ifadesini yineliyor. Tekstil işçieri ve onların verdikleri mücadelenin Avrupa'da bıraktığı izleri anlatıyor kısaca. Tekstil işçilerinin vaktiyle, "Burjuvazinin kefenini dokuyacağız" sloganını hatırlatan Şaylan, "Bak bizim Mitka'ya. Burjuvazi kefen örmemiş sadece. Faşizmi de kundağa sarmış adeta" diyor gülerek.
"Böylesi kitapları insanlara okutmanın yollarını bulmak gerekiyor sahiden. Nasıl olur bilmiyorum. İnsanın, eline koca bir mikrofon alıp tüm şehre okuyası geliyor" diyor. Sohbetimizi burada tamamlıyoruz. Ötesi romandan rol çalmak olacak çünkü
Gözlüklerini çıkarıyor ve notlarını yavaş yavaş topluyor Şaylan. Hava soğuk ama yürüyüş için pek güzel. Hava karardı iyice. Haftaya bir başka kitapta buluşmak üzere vedalaşıyoruz.