"Yahudi mahallesinde hizmetçi mi olacağız yoksa özgürlük savaşında can mı vereceğiz?"
Nizar Kabbâni'nin kalemi bu sorunun etrafında dönüp dolaşıyor sayfalar boyunca. Geçmişte sorulan bu sorular bugün hiç olmadığı kadar gerçek bir hal almış durumda. Beyrut'tan Gazze'ye bir ateş çemberinin için Ortadoğu'nun emekçi halkları. Böylesi zamanlarda, sahafların raflarında bekleyen Arap edebiyatının önemli eserleri daha da manalı hale geliyor.
Yusuf Şaylan'la bu hafta Ortadoğu'nun önemli yazarlarından biri olan Nizar Kabbâni'yi konuşacağız. Zor zamanlardan geçerken Ortadoğu halkları ve Filistin, kendini dayatan kitaplardan biri oldu "Ben Beyrut" ve yazarı Nizar Kabbâni.
Yusuf Şaylan yine elinde bir torba kitapla hazırlanarak geliyor. Masaya otururken bir yandan da kitapları çıkarıp masanın üzerine koyuyor. "Mahmud Derviş de olabilirdi bu haftaki yazarımız. Ama sanki Nizar Kabbâni daha az biliniyor ona kıyasla. Bu hafta Nizar Kabbâni'yi konuşalım istedim o yüzden. Modern Arap şiirinin öncülerinden. Birazcık zorlamak pahasına Arapça şiirin Nâzım'ı diyebilirim. Düz yazıları da çok güzel ve çok derin" diye başlıyor söze.
Allı pullu, sarı mavi kapağı olan kitabı eline alıyor ve gözlüklerini takıyor. "Haydi başlayalım" diyor.
Gılgamış Destanı'nda bahsi sedir ormanlarıyla kaplı bir diyar olarak geçen, Akdeniz'in şarkında yüzü denizin mavisine dönük, destanlardan aldığı güçle bayrağına sedir ağacını nişanlayan bir memlekete doğru yola çıkıyoruz.
Yaşamla ölüm arasında kefenlenmiş topraklar
Nizar Kabbâni'nin yaşam öyküsüyle yaşadığı toprakların öyküsü birbirine benzer. Edip Cansever'in de dediği gibi, insan doğduğu yere benziyor çünkü az biraz.
1923 yılında Şam'da dünyaya gelir. Anne tarafından Türk, baba tarafının da Konya'dan Şam'a göçtüğü rivayet edilir. Filistin için yazdığı şiirleriyle tanınıyor Nizar Kabbâni. Bazı kaynaklara göre Adonis'le birlikte modern Arap edebiyatının en büyük Arap şairi olarak tarif ediliyor. Normalde aşk şiirleriyle başlar şairliği. Ama savaşlar onun şiirlerindeki imgeleri de işgal eder ve zamanla aşkları da heyecanları da savaşların gölgesinde bitiverir. Nizar Kabbâni artık aşk şiirlerinde savaşları, savaşların içinde bitmeyen bir aşkı kovalar. Tüm imgeleri kadındır. Bu yüzden kadınların şairi olarak da bilinir. Eserlerinde en çok konuşturduğu kadın ise Beyrut şehridir.
Şamlı şair derler kendisine. Ama nerede başlar Filistin, nerede sona erer şiirlerindeki nehirler biraz karışık iş. Nizar Kabbâni, Feyruz'un sesinin yankılandığı her yerdedir demek yanlış olmaz. Çünkü Feyruz çoğu zaman onun şiirlerinden bestelenen şarkıları söyler.
Kendisinden önce ölen oğlunun mezarına gömülmeyi vasiyet eder bir yazısında. Sevgilisi bombalanan Irak Büyükelçiliğinde hayata veda eder. Yaşadığı coğrafyaya "yaşamla ölüm arasında kefenlenmiş topraklar" der Nizar Kabbâni. Bu diyarlardan biri Filistin diğeri de Lübnan'dır. Kendisi ise Suriyeli.
"Nizar Kabbâni'yi her okuduğumda sarsılıyorum resmen. Bu kadar acı ve sarsıcı şeyi anlatırken bir an olsun edebi derinliğin azalmıyor oluşu takdir edilesi bir şey gerçekten. Üstelik çok benziyor hikayelerimiz. Başımıza gelenler ve Lübnan'ın yaşadıkları. Ve daha kötüsü müdahale etmezsek eğer gelecekte yaşayacağımız şeyler Lübnan'da yaşanmış diye düşünüyorum" diye giriyor söze Yusuf Şaylan.
"Nizar Kabbâni işte böylesi dönemleri anlatıyor. Hele iç savaş yılları. Ne acı, ne büyük dertler. Kılıç ormanı diyor Lübnan için. Kılıç çekenler ise kendi kardeşleri. Kan boğazı aşınca da emperyalistlere ve siyonistlere gün doğmuş oluyor. Nefes aldırmıyorlar Lübnan halkına" diyor Yusuf Şaylan. Ağzından çıkan her Beyrut ya da Lübnan kelimesinde bir tuhaf oluyor. "Hiç gitmedim ama çok isterim" diyor ve ekliyor:
"Hatay'a gittiğimde öyle hissederdim. Burası olsa olsa Beyrut'un kopyasıdır diye düşünürdüm."
'Mazlumlar zulümden Allah'ın sorumlu olmadığını anladığında'
Nizar Kabbâni, politik eleştirileri güçlü ve bunları daha çok Beyrut şehrini konuşturarak inşa ediyor. Ben Beyrut kitabı bu açıdan akla gelen ilk eseri. Yazar kalemini çekinmeden ve adeta bir kılıcı kullanır gibi kullanıyor. Yazdığı eserlerde sürekli laiklik vurgusu yaptığı ve yaşananların insanların iradi tercihlerinin ya da iradesizliklerinin sonucu olduğunu söyleyen Kabbâni, İslamcılar tarafından "kafir" ilan edilmiş.
Yine aynı zamanda "petrol prenslerine" yaptığı ağır eleştirilerden ötürü bir dönem Körfez ülkelerine girişi yasaklanmış. Patronların ve yobazların nefretine nail olmuş bir yazar.
Yusuf Şaylan, Nizar Kabbâni'nin özellikle aydın eleştirisine dikkat çekiyor:
"Lübnan'ın aydınları nerede diye soruyor yazar. Onları balıklar mı yedi yoksa diye de iğneliyor hatta. Acımadan soruyor aydınlara. Nasıl buharlaştınız, nasıl gizleniyorsunuz, suda tuzun erdiği gibi nasıl eriyorsunuz diye sorular soruyor. Kılıç gibi kullanıyor kalemini.
Eserlerinde Lübnan'ın neden bugün bu halde olduğunu soruyor. Neden bugün bu sıkıntıları yaşadığını anlatıyor. Petrolü, dışa bağımlılığını, siyasal islamı, Amerikan emperyalizminin ayak oyunlarını ve onun bölgedeki maşası İsrail'i anlatıyor. Ama en başa da iradesizliği yazıyor. Onun için başka ülkelerin Lübnan'a bu kadar fazla müdahale etmesinin en büyük günahı aslında Lübnan'a ait. Elini masaya vurmadığı ve ayağa kalkmadığı için. Aslında hiç bir şeye karışmayayım ve sorunlar benden uzak olsun diye düşünen halkların başına aynı sorunlar gelecek diye uyarıyor. Bak 80. sayfada 'Sen kim olduğuna karar vermezsen başkaları kim olman gerektiğini belirler' diyor. Ortalamacılıktan nefret eden bir yazar" sözleriyle anlatıyor Kabbâni'nin aydın eleştirisini.
Lübnan iç savaşını ve o dönem yaşananları çok eleştiren Nizar Kabbâni işte bu dönem yaşanan acılardan Allah'ı sorumlu tutanlara karşı şiirlerinde savaş açıyor. Mazlumlar zulümden Allah'ın sorumlu olmadığını anladığında işler değişecek mesajını veriyor.
'Lanetli Marks, neden geldin Lübnan'a'
Cahillik mutluluktur derler ya. Nizar Kabbâni'nin ki de o hesaptan. Keşke gelmeseydi Marks Lübnan'a, o zaman herkes halinden memnun olurdu diye düşünüyor. Öyle ya, kader kısmet işleriyle devam ederdi hayat. Kimse de kendisini sorumlu hissetmezdi yaşananlardan.
Yazarın bu satırlarını okurken gülümsüyor Yusuf Şaylan.
"Bak yazar soruyor kim verdi Marks'a Lübnan vizesini diye. Neden havalimanında çantasını kontrol etmediler Marks'ın diye kızıyor. Üstüne bir de ekliyor hayatta sevmem onu diye. Marks'ın fikirlerinin öteki turistlere benzemediğini çok iyi kavramış yazar" diyor Şaylan gülümseyerek.
Yazar Marks'ın sıradan insanlarla konuştuğundan ve broşürler dağıttığından söz ediyor kitabında muzip bir dille. Marks Beyrut'a gelmeden önce her şey güllük gülistanlıktı diyor. Herkes Allah'ın verdiğine razıydı. Yoksullar sarı leblebiye, zenginler havyar ve Napolyon konyağına razıydı. Ama öfke patladı. Sonra yaşanan yoksulluklardan ve savaşlardan Allah'ın değil de zenginlerin sorumlu olduğunu anladı insanlar diyor Nizar Kabbâni.
"Zeki insanların hepsi komünist değil belki ama bütün komünistlerin zeki olmak gibi bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum" diye söze giriyor Yusuf Şaylan. "Lübnan'a bakan herkes bu ülkedeki yaşanan sorunlara dair daha fazla deneyim biriktiriyor. Mezhepçilik, etnik ayrışmalar ve koca bir halkın onca zenginliğin içinde ekmeğe muhtaç kalması. Başka ülkelerin içişlerine bu kadar burnunu sokması. Başımıza gelecekleri anlamak için bunları yaşamak zorunda mıyız? Azıcık aklı olan insan bugün Filistin ve Lübnan'a bakarak Türkiye'nin de yaşayacağı tehlikeleri hesaba katmalı. Bu kitaplar, bu deneyimler, bu romanlar başka ne için?" diyor Yusuf Şaylan ve yazarın kitaptaki sözlerine yer veriyor cümlesini tamamlarken:
"Bak sayfa 34'e. Havyar ve şatobiryan yiyenlerin ortaya çıkması için Beyrut'un yanması zorunluydu diyor Kabbâni. Ama bunun yanı sıra gerçek bir kafir varsa ortada yoksulluk kafirdi, açlık kafirdi, hastalık kafirdi diye ekliyor. Aynı sonuçları çıkarmak için aynı acıları yaşamaya gerek var mı?"
Ankara Beyrut olursa...
"Yıl 1987 ya da 1988'di diye hatırlıyorum" diye başlıyor söze Yusuf Şaylan.
"O zamanlar Ankara polisi epey gaddarlık hatta zalimlik yapıyordu devrimcilere. 1980 darbesi olmuş ama sosyalistler de yeniden toparlanıyor, dört bir yanda yeniden dergiler çıkmaya başlıyordu" diyor.
"O zamanlar Ankara'da matbaalarda sosyalist dergilerin basılmasına izin vermiyorlardı. Gidin İstanbul'da bastırın Ankara'da izin vermeyiz diyordu polisler. Aksi durumda dergiler toplatılıyor ya da gözaltına alınıyorduk. Bir gün bir polisin 'Size Ankara'yı Beyrut yaptırmayacağız' demesi beni şaşırtmıştı. Çünkü iki manaya geliyordu bu o zamanlar. İlki iç savaş ve kargaşa ama diğeri de derin entelektüel ortam ve çok farklı inanışların ve kültürel toplulukların bir arada yaşayabilmesiydi. Zaten iç savaş bu ortama yapılan bir müdahaleydi bir bakıma" diye anlatıyor bu süreci.
Yazar, Beyrut'un sokaklarında yaşanan trajediyi anlatırken bir tarafa para babalarını koyuyor her zaman. "Beyrut'ta bankalar caddesinde işler yürüsün diye peygamberlerin çarşafları yakılıyor" diyor yazılarında.
Ama onca yaşanan acının ortasında söz dönüp dolaşıp masumlara ve çocuklara geliyor. Yusuf Şaylan kitabın son bölümlerinde bir pasajı hatırlatıyor söz buraya gelince:
"Yazar Filistin ile Lübnan'ı yıllardır aynı evi paylaşan ve geçinemeyen huysuz iki çifte benzetiyor. Ve çocukların masumiyeti söz konusu olunca 'Çocuklar, benim çocuklarım. Senin çocukların. Silah taşıyarak ölmelerini Yahudi mahallesinde hizmetçi olmalarına bin kez tercih ederim' diyor."
Şaylan burada susuyor ve parmaklarıyla kitabı dövüyor adeta.
"Ankara'da polisin dediği belki daya iyi anlaşılıyor söz buraya gelince. Çünkü Beyrut demek direniş demek, mücadele demek, boyun eğmemek demek. Ankara Beyrut gibi olursa emekçiler hakkını da arar sonra. Patronlar bankalar caddesinde işler yürüsün diye her gün peygamber kumaşlarını yakıyorlar çünkü. Yeter ki daha çok kazansınlar diye" diyor. Şaylan'ın sesinde dinginliğe gömülü bir öfke var.
"Bak şair bir şiirinde şöyle diyor" diye ekliyor.
"Sorma bana sevgilim kimim ben?
Ve ölüme ve zamana meydan okumam için
Yaşıyor olduklarımı...
Ben ki nice devletler yıktım
İnsan devletini, kurmak için..."
Bu sonbahar da geçtiğimiz sene olduğu gibi hüzünle geçiyor Ortadoğu'da. Filistin'de çocuklar, Lübnan'da direnişin kahramanları toprağa düşüyor. NATO'yu ve ABD'yi arkasına alan İsrail'in yaşattığı katliamları izliyoruz. Bir yandan öfke diğer yanda Adana İncirlik üssüne dayanan mücadele ruhu var memlekette.
"Barış mücadelesi ortalamacılık kaldırmıyor diyor yazar. Umarım bizim topraklarımız bunu anladığında geç olmaz. Geç olmaması için de bu sayfaların okurlarına da iş düşüyor biraz" diyor Yusuf Şaylan sohbetimizi tamamlarken. "Çeyizlerimi toplayayım" diyerek kitaplarını tekrar kumaştan torbaya dolduruyor. Masaya zıplayan kediyi de uyarıyor çayı dökmesin diye.
Yaşamla ölüm arasında kefenlenmiş topraklarda ölüm çok gerçek, yaşam ise hep umut vaadediyor. Nizar Kabbâni'nin dizeleri Feyruz'un şarkılarına dönüşüyor her zor zamanda. Umudu bir vesile ayağa kaldırmasını biliyor.
Acıyı eken topraklarda umut da yeşeriyor mutlaka. Biz de haftaya yine sınır komşumuz olan bir başka ozanın öyküsüne bakacağız.