1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken İkinci Dünya Savaşı'na, Avrupa'da faşizmin emekçi halklara verdiği zarara, çürümeye ve buna karşı verilen mücadeleye yakından bakmak istedik. Çünkü barış, gerçekten ne ile savaştığınızın bilincinde anlam kazanan bir kavram bir yanıyla. Onu teslimiyetten ayıran belki de en önemli şeylerden biri bu.
Romain Gary, Leh asıllı Fransız bir yazar. Eserlerini Fransızca yazan Gary aynı zamanda Avrupa'daki yazarlar arasında İkinci Dünya Savaşı'nı en iyi anlatanlardan biri olarak biliniyor. Kendisini Emile Ajar adıyla yazdığı romanlarla da tanıyoruz. Kimi Avrupalı edebiyat eleştirmenleri onu bu takma isimle yazdığı eserlerden dolayı sahtecilikle yapmakla suçlarken kimi aydınlar ise onu yere göğe sığdıramıyor. Jean-Paul Sartre, Gary'nin kaleme aldığı ve Türkçeye "Polonya'da Bir Kuş Var" adıyla çevirilen eser için "En iyi direniş romanı" diyor.
Biz de bu haftaki Sahaflar Çarşısı buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Romain Gary'nin eserlerine, yaşamına ve romanın geçtiği Polonya'ya yakından bakmaya çalışacağız.
***
Yusuf Şaylan oturduğu masanın duvarına doğru sırtını dönmüş kapıyı görecek şekilde oturuyordu kafeye girdiğimde. Güneşli ve parlak bir Ankara günü. Ağustos'un son demleri pek bir güzel oluyor bu kentte. Gölge buldunuz mu serin serin esiyor. Malum, önümümüz Eylül. Sonbahara merdiveni dayadık.
1 Eylül Dünya Barış Günü yaklaşırken İkinci Dünya Savaşı'na dair bir roman konuşalım diye düşündük. Hem tarihsel olarak hem de edebi açıdan kıymetli bir yerde duruyor Romain Gary'nin Polonya'da Bir Kuş Var romanı. Çünkü Polonya bir yanıyla devrimin ve karşı devrimin karşı karşıya geldiği bir hesaplaşmaya da tanıklık ediyor.
Bez çantasından çıkardığı kitapları masaya seriyor Şaylan. Çaylarımızı söylüyoruz. Gözlüğünü çıkarıp, kabını masaya koyuyor. Kitabın arasından çıkardığı notlarını sıraya dizerken "Haydi bakalım, başlayalım" diyor.
Başlıyoruz...
'Özgürlük ormanların kızıdır'
Romain Gary'nin, partizanların direnişini anlattığı Polonya'da Bir Kuş Var adıyla yayınlanan eserinin bir başka ismi daha var: "Avrupa Eğitimi".
Zira Avrupa'da 1940'lı yıllardan sonra yükselen faşizm, tüm insanlık erdemlerini tehdit etmiş ve Avrupa medeniyetinin o güne kadar elde ettiği tüm ilerici birikimlerin, sermayenin çıkarları tarafından nasıl heba edilebildiğini göstermişti.
İşte Avrupa'nın yüzyıllara dayanan bu birikiminin karşısında yeni bir eğitim, yeni bir Avrupa okulu, yeni bir ekol daha doğuyordu. Modern düşüncenin ve aydınlanmanın tohumlarından biri olan Marksizm ve onun yeryüzündeki tezahürü olan sosyalist ülkelerin verdiği mücadele her şeye rağmen insanlığın erdemlerini temsil ediyor ve yeni insana olan inancını yitirmiyordu.
Karşılaştığı tüm kötülüklere rağmen...
"Bak, 39. sayfada şöyle diyor kahramanlarımızdan biri, 'Özgürlük ormanların kızıdır. Orada doğmuştur, başı sıkıştığı zaman da gelip oraya saklanır.' Ne hoş değil mi? Partizanlar geniş, sonsuz, kışın bembeyaz kayın ormanlarının arasında saklanmış İkinci Savaş'ta. Bizim dağlarımıza benziyor partizanların ormanları. Dadaloğlu'ndan Köroğlu'na, sonrasında da 68 kuşağından gençler de dağlara sığınmış bizim memlekette.
Bu roman çok kıymetli. Bu buluşmaları okuyanlara çok yükleniyor ve çok fazla kitap öneriyoruz. Farkındayım. Ama başka çaremiz de yok. Okumak özen istiyor, ciddiyet ve emek istiyor. Üstelik hak ediyor da bunu. Bu sayfaları okurken üşüdüğümü söylesem inanır mısın? O kadar sahici ve o kadar gerçek bir anlatımı var. Tabii çevirisi de bir o kadar güzel.
Çocuk çağında insanlar bunlar. Kimisi 10 kimisi 15 yaşında. Ormanda partizanlık yapıyor ve Nazi ordularına karşı mücadele veriyorlar. Neyle? Düşmandan ele geçirdikleri silahlar ve bir çuval patates ile. Bir düşünsene. Patates ne kadar önemli bir şey haline gelebiliyor. Bir tane patatesi olana şanslı deniyor. Zor zamanların azimli insanları bunlar. Çocukları da diyebiliriz. Evet bu roman İkinci Dünya Savaşı'nda faşist orduların insanlığa verdiği zarara karşı Sovyetler Birliği'nin olağanüstü çabasını ve bunun en ufak birliklere dahi nasıl umut verdiğini anlatıyor. Biz de bu umudu küçük bir direniş örgütünün penceresinden okuyoruz"
'Ancak güzel düşleri olanlar güzel işler yapabilir'
Polonya her zaman kritik bir öneme sahip olmuş tarih boyunca. Ekim Devrimi'nin ilk yıllarında 1920'de Polonya'da Kızıl Ordu'nun aldığı yenilgi dünya tarihinde kalıcı izler bırakıyor. Pek tabii dünya devrimi açısından da. Tarihe böyle bakılmaz ancak 1920'de başka bir tarihi yazsaydık acaba İkinci Savaş hiç olmayabilir miydi ya da milyonlarca insan faşistler yüzünden öldürülmeyebilir miydi diye düşünüyor insan.
Gözlüklerini burnunun kemerine sıkıştırıyor bir kez daha Yusuf Şaylan ve söze devam ediyor.
"Polonya garip memleket. Avrupa'da gericiliğin merkezlerinden biri olarak kabul ediliyor. Devrim ve karşı devrim hep burada hesaplaşmış, Polonya topraklarında karşı karşıya gelmiştir. Üzerine bir de faşistlerin Polonya'daki Yahudi katliamları eklenince birçok sanatsal eserin konusu ve mekanı haline gelmiş Polonya. Bu açıdan Polonya'nın dünya devrim mücadelesindeki yerine dair Kemal Okuyan'ın Devrimin Göldesi'nde kitabını yeniden hatırlatmak iyi olacaktır. Bir de izleyenler hatırlayacaktır. Zafer Diper'in sahnelediği Yargı tiyatro oyunu da Polonya'da geçer. Bunu özellikle genç arkadaşlarımız tekrar sahnelenirse mutlaka izlemeli."
Bardağından bir yudum çay alan Şaylan sayfaları karıştırırken anlatımına devam ediyor.
"Polonya meselesi garip. Sosyalizmin çözülüşü yıllarında da garip örneklere vesile oldu. Mesela 1990'lı yıllarda sosyalizm çözülürken Polonyalı antikomünist işçi lideri Lech Walesa'yı bizim Zonguldak'taki işçi direnişi liderlerinden Şemsi Denizer'e benzeten kolay solcular çıkmıştı. Ama ne yazık ki hayat bu kadar mekanik değil. Şablonculuk yapmaya müsaade etmiyor sosyalizm mücadelesi. Ben böyle örnekleri görünce 'Sınıfla kalan' solculardan çok 'Sınıfta kalan solcular" diyorum.
Bunu şu nedenle anlatıyorum. Polonya sadece kendi tarihinde ve kendi dairesinde önemli olan bir yer değil. Dünya işçi sınıfı tarihinde de önemi olan bir yer. Mesela İkinci Savaş'ta, kitapta da bahsettiği üzere aslında iki tane direniş grubu var. Bir tanesi bizim partizanlar. İnsanlığın türküsünü söylüyorlar. Diğeri de Alman işgaline karşı direnen Polonyalı milliyetçiler. 'Ne olmuş canım, direniş işte!' demek olmuyor. Bu direnen milliyetçiler yeminli anti komünistlerdi ve Polonya'daki sınıf karşıtı mücadelelerde en önde yer aldılar her zaman."
Yurtseverlik ve milliyetçilik
Yusuf Şaylan kitabın bahsinin geçtiği döneme dair ayrıntıları anlatırken Kızıl Ordu'ya ve milliyetçilik ile yurtseverlik arasındaki ayrıma dikkat çekiyor, kitaptan örnekler veriyor.
"Bizim partizanlar dünyayı, savaşı ve mücadeleyi yakından takip ediyor bir yandan. Dinledikleri, duydukları tüm verileri takip ediyorlar. Tıpkı Nâzım'ın Bursa cezaevinde haritanın üzerinde toplu iğnelerle savaşın cephelerini radyodan aldığı bilgilerle takip ettiği gibi.
Mesela bu savaş ne zaman bitecek sorusuna, romanda Stalingrad ve Volga'da süregiden savaşlardan bilgilerle cevap veriliyor. Şaşıran partizanlara ise açıklıyor roman kahramanları, 'Volga'da. Stalingrad'da... İnsanlar bizim için savaş veriyorlar.' 'Bizim için mi' diye soruyor bir diğeri. 'Evet' diyor kahramanımız. 'Senin için, benim için ve milyonlarca insan için' diye. Bak bu muazzam bir ayrıntı. Çünkü Kızıl Ordu herkesin umudu bu dönem. Belki de her dönem.
Bunu romanda şöyle anlatıyor Dobranski karakteri, 'Yurtseverlik, memleket sevgisidir. Milliyetçilik, öbürlerinden nefret etmek demektir. Ruslardan, Amerikalılardan, hepsinden... Dünyada büyük bir kardeşliğin temeli atılıyor, hiç olmazsa Almanlar bize bunu kazandırıyorlar' diyor.
Anlıyorsun değil mi? Bu milliyetçilik mi yurtseverlik mi tartışması bize has değil. Yolu sınıf mücadelesinden geçenlerin ortak derdi ve sorunu. Stalingrad'da mücadele edenler insanlık için mücadele ediyor. Polonyalı partizanlar biliyor bunu. Hamzatov'un şiirindeki dizesi gibi, çünkü ancak güzel düşleri olanlar güzel işler yapabilir."
'Önemli olan hiçbir şey ölmez'
Romanın yazarı Romain Gary ilginç bir karakter bir yanıyla. 1914'te Litvanya'da Yahudi bir ailede dünyaya gelen yazar aslında tam savaşın ortasına doğuyor. Ailesi önce Varşova'ya taşınıyor. Babası 1925'te Romain Gary'yi ve ailesini terk edince annesi Romain'i alıp 1928'te Fransa'ya göç ediyor. Annesi tiyatro oyuncusu ancak Romain Gary'nin okuyabilmesi için terzilik yapıyor. Annesi ile olan bağı çok ilginç yazarın. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nda annesinin Romain için yazdığı mektuplar bunu biraz daha gözler önüne seriyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında yüzlerce mektup yazan annesi, cephede olan oğlu, annesinin ölümüne üzülmesin diye bu mektupları ölmeden önce komşusuna veriyor. Bu tarihsiz mektuplar her hafta Romain'e postlanıyor annesinin öldüğünü bilmesin diye.
19 yaşında hukuk okumak için gittiği Paris'te İkinci Dünya Savaşı sırasında Hava Kuvvetleri'nde savaş pilotu oluyor. Polonya'da Bir Kuş Var romanı hemen 1945 yılında basılıyor ve çok ses getiriyor. 1956 yılında kaleme aldığı Cennetin Kökleri romanıyla Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'nü alıyor. Ardından birçok kitap kaleme alıyor.
1970'li yıllara geldiğinde artık kendini sürekli tekrar ettiği ve artık yeni şeyler yazamadığı şeklinde eleştiriler alıyor. Özellikle hakim edebiyat çevresi Romain Gary ile karşı karşıya geliyor çünkü Gary'nin direnişi anlatan dili bu açıdan rahatsız edici görülüyor. O da bir çözüm buluyor. Emile Ajar adıyla müstear bir isimle yeniden yazıyor kitapları. Kendini tekrar eden ve yeni bir şey yazmadığı için eleştirilen yazarın bu yeni mahlasıyla yazdığı metinler çok seviliyor. Özellikle "Onca yoksulluk varken" romanıyla bu "gizli" kahraman yeniden Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'ne layık görülüyor. Ancak kurallara göre bir yazar yaşamı boyunca bu ödülü sadece bir kez alabileceği için ödülü yeniden almayı reddediyor ve kimliğini açıklıyor.
Yusuf Şaylan yazarı anlatırken "En sonunda intihar ediyor. Romain Gary de Stefan Zweig gibi. 1980'de dünyaya veda ediyor. Polonya'da Bir Kuş Var romanında aslında bu ikilemi sürekli görüyor okuyucu. İyiler ve kötüler, doğrular ve yanlışlar. Yazar aslında her şeyi olduğu gibi anlatıyor. Özellikle partizanları övüyor diyemem mesela. Çünkü her şey olduğu gibi anlatılınca partizanlar zaten öne çıkıyor. Önemli çünkü partizanların yaptıkları çabalar ve emekler. Janek karakterinin babasının söylediği 'Önemli olan hiçbir şey ölmez' ifadesi aslında romanın sonunda manaya kavuşuyor. Çünkü işin öneminin farkında olan ve buna göre mücadele eden yalnızca komünistler var" diyor.
'Nadejda yarın şarkı söyleyecek'
Roman bir yanıyla, sanatın her dalını öykülerin içine yerleştirerek devam ediyor. Bazen bir şiirde bazen de bir roman kaleme alan partizanın alıntıladığı Gogol karakterinde. Bazen oğlu Nazi askeri olan bir piyanistin evinde geçen dakikalarda direnişin çok boyutlu olduğunu anlıyor insan. Yazar bunları ince terazisinde çok güzel anlatıyor.
Kitabın bir diğer adı olan Avrupa Eğitimi konusuna dikkat çekiyor tekrar Yusuf Şaylan.
"Avrupa'daki direniş görkemli bir direniş. Bizim edebiyatımız daha çok Bulgar direnişçilerini tanır çünkü daha çok oradaki örnekler Türkçe'ye çevrildi. Polonya da fena değildir çeviri örneklerinde. Bulgar edebiyatına da bir ara girmemiz gerekecek ilerleyen günlerde.
Ama burada direnişçiler aslında yeni bir eğitimden söz ediyor. Bu eğitim Avrupa'daki o zamana kadar mevcut eğitimin yanında başka bir şey daha tarif ediyor. Eşitliğin ve özgürlüğün eğitimini. Emekçilerin yan yana, kol kola geldikleri bir dünyanın eğitimini. Bu eğitim sadece kitaplarda değil siperlerde, sığınaklarda, partizan savaşlarında veriliyor.
Bir de tabii bu mücadele büyük bir efsane yaratıyor. Nadejda efsanesi. Romanda Nadejda hep bir gölge gibi üzerimizde. Her iyinin, her yurtseverin, her güzelin yanında ve mücadelesinde var izleri. Romanın sonunu anlatmayayım ama okuyanlar anlayacaktır Nadejda'nın neden yenilmez olduğunu ve her zaman kazandığını.
Komünistler efsanelere pek sıcak bakmaz. Ama düşü olmayanın kavgası da olmuyor. Çünkü bizler için en büyük rüya en gerçekçi hedefimiz bir yanıyla. Nadejda işte bu terazide önemli bir yerde duruyor."
Romana eşlik kitaplar arasına birkaç roman daha öneriyor Yusuf Şaylan. Romain Gary'nin Uçurtmalar'ı, Boris Polevoy'un Ve O Döndü romanı, ve Charlotte Delbo'nun Auschwitz'in Külleri kitaplarını masaya bırakıyor yeniden. Sonra da ekliyor, "Burada yanımda değil bulamadım evde ama Bruno Apitz'in Kurtlar Arasında Çıplak romanını da eklemeli. Kıymetli bir roman" diyor.
Gözlüğünü çıkarıyor ve ince belli bardağındaki çayından bir yudum daha alıyor. Çaktırmıyor ama gözleri biraz nemli. Az önce okuduğu partizanların bölümünde sesi titremiş ve kitaba devam etmem için bana uzatmıştı.
"Şurayı oku da öyle bitirelim" diyor. Kitabın sayfalarını çevirip eşlik ediyorum:
"Adı: Avrupa Eğitimi. Tadek Chmura önerdi bu adı. Besbelli o ironik bir hava vermek istiyordu... Ona göre Avrupa eğitimi demek, bombalar, kırımlar, kurşuna dizilen rehineler, hayvanlar gibi inlerde yaşamaya mecbur bırakılan insanlar demekti. Ama ben meydan okuyorum. Özgürlüğün, özsaygının, insan olma onurunun bebe masalı, peri masalı olduğu söylensin istediği kadar... Gerçek şu ki tarihte anlar, şimdi yaşadığımız gibi insanın umutsuzluğa kapılmasını engelleyen, onun inanmasını ve yaşamayı sürdürmesini sağlayan ne varsa, bir sığınağa, gizlenecek bir yere ihtiyacı olduğu anlar vardır. Bu sığınak bazen bir kitap, bir şiir, bir müzik olabilir"
Ayrılırken kitapları topluyor Şaylan. İnsanların sığındığı şarkıları düşünüyoruz bir yandan, kitapları ve şiirleri. Çünkü Nadejda'nın sesi hala duyuluyor uzaklardan da olsa. Bir gün elbet daha gür söyleyecek. Biliyoruz.