Sahaflar Çarşısı'nın bu haftaki buluşmasında Jack London'ın Martin Eden romanını konuşuyoruz: Bireyin kurtuluşu, toplumsal arayışlar ve işçi sınıfının yazarı Jack London.
Özkan Öztaş
Bu hafta Sahaflar Çarşısı’nda, hem dünya edebiyatına hem de sosyalist kültüre damgasını vurmuş Jack London’ı ve onun unutulmaz romanı Martin Eden'i konuşacağız.
Yusuf Şaylan, Jack London'ın romanlarını yanına alıp geliyor buluşmamıza. Ankara'da güzel bir sonbahar zamanı. Ağaçların büyük bir çoğunluğu heybesini boşalttı. Sarı sıcak dallarıyla şehir kayısı gibi parlıyor yağan yağmurda. Biz söyleşimize başlamadan önce çaylarımızı söylüyoruz. Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bahçesindeki sararan yapraklar da sohbetimize dahil oluyor. Şaylan "Bu sefer büyük bardakta olsun çayımız" diyor. Normalde ince belli bardakta içmeye meftundur kendisi ama hava serin. Büyük bardaklar sohbetimizin de derin olacağını söylüyor sanırım.
Eline Jack London'ın Bana Göre Hayatın Anlamı kitabını alıyor önce. Bu kitap London'ın kendi kişisel hayatını anlattığı bir eseri. "Daha önce okumamıştım bunu" diyorum. "Çok bilinen bir eseri değil" diye yanıtlıyor. Martin Eden romanına geçmeden önce biraz Jack London'ı konuşacağız.
Bir yandan yağmur başlıyor. Diğer yandan notlarını seriyor masaya Yusuf Şaylan. Gözlüklerini çıkarıp "Evet" diyor. Son e harfini birazcık uzatıp ekliyor: "Başlayalım."
'Ucuz kağıt, gri hücrelerden daha zor bozulur'
Jack London edebiyat dünyamızın önemli isimlerinden. Özellikle sosyalistler açısından edebiyat dünyasına yaptığı katkılar düşünüldüğünde kıymeti daha da çok artıyor yazarın.
"İlk ne zaman tanıştım London'la diye düşünüyorum" diyor Şaylan ve söze giriyor. Sol gözünü hafif kısıyor düşünürken. Söz konusu tarih olunca namludan hedefe bakar gibi bir hal alıyor yüzü. Sonra hedefi tutturmuş bir avcı gibi şen bir edayla devam ediyor sözüne.
"1975 yılıydı. İnce eleyip sık dokumazsak 50 yıl eder. 50 sene önce tanıştım bu yazarla. Beni benden alan romanı Demir Ökçe'dir. Yeni yeni devrimci olduğum zamanlar. Daha küçüğüm. O zamanlar Kayaş'ta bir gecekonduda kalıyorum. Evden hiç çıkmadan bitirdiğimi hatırlıyorum romanı. Bir yaz günüydü. Pencerede kuş sesleri. Hala hafızamda imgeleri. Hala taze ve güçlüdür. Bana sorarsan Jack London'ı güçlü yapan şeylerden biri budur. Şimdilerde oligarşi falan diyorlar ya. İşte Demir Ökçe romanında tröst diye geçer. Bilir misin? Bu romanda sermayenin uyguladığı vahşet ve baskılar kimi eleştirmenler tarafından 'erken bir faşizm imgesi' olarak tarif ediliyor. Demir Ökçe yazarın en önemli eserlerinden biri. Belki de başa yazmak gerek" diyor Şaylan.
"Ama ben yazarı okuyanlar için mutlaka Bana Göre Hayatın Anlamı otobiyografik eserini önereceğim" diye ekliyor Şaylan.
Jack London, bir yazar olmaktan çok daha fazlası. Yazar bir devrimci, bir kâşif ve insanlık hâllerinin derin bir gözlemcisi. Hayatı, ezilenlerin tarafında yer almanın ne demek olduğunu anlamak isteyen herkes için bir rehber. London, işçi sınıfının sefaletini, insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarını büyük bir cesaretle kaleme alan bir yazar. Özellikle, Bana Göre Hayatın Anlamı kitabı, onun sosyalist dünya görüşünü kristalize eden bir manifesto niteliği taşıyor. Eserinde insanın sadece yaşam mücadelesine değil, bu mücadelenin anlamına da vurgu yapıyor. Yazar hayatın değerini üretimle, emekle ve toplumla bağını kurarak ölçüyor.
Yusuf Şaylan kitaptan bir bölüm açıyor:
"Mesela bak, 111. sayfada şöyle diyor yazar. 'Bir not defteriniz olsun. Onunla gezin, onunla yemek yiyin, onunla uyuyun. Beyninizde uçuşan her düşünceyi ona yazın. Ucuz kağıt, gri hücrelerden daha zor bozulur ve kurşunkalem izleri, hafızadan daha kalıcıdır'. Ve illa ki okumakla yazmak arasındaki diyalektik ilişkiye işaret ediyor. Girdi olmadan çıktı olmaz diyor. Anadolu'da testi dolmadan taşmaz derler ya. O minvalde bir yorum. Sonra eserlerini okurken sosyalizmle kurduğu ilişki tekrar ön plana çıkıyor sanırım.
Mesela mektuplarına sevgili yoldaş diye başlıyor Jack London. Bir de ekliyor, 'Bugünlerde Amerika'da bir milyon insan mektuplarına sevgili yoldaş diye başlıyor' diyor. Amerika'da bir milyon, Almanya'da üç milyon, Fransa'da bir milyon Avusturya'da 800 bin, Belçika ve İsviçre'de 100 bin, Danimarka'da 55 bin kişi diye sıralıyor ve 'İşte dünyanın en güçlü ordusu bu' diyor. Napolyon'un ordularından bile güçlü bir ordu. Sosyalistlerden, komünistlerden bahsediyor elbette. Bu sayılar o dönemlerde komünisterin aldıkları oyları, alanlara taşıdığı kalabalıkları, komünist partilerin üyelerini ve sosyalist dergilerin tirajlarını işaret ediyor.
Kızıl bayrağın altındaki birleşen emekçilerin kardeşliğine bakmış her zaman. Bunun için yazmış bunun için düşünmüş"
Bireysel kurtuluşun reçetesi veyahut aynadaki yansımayı kandırmak
Yusuf Şaylan, Jack London'ı anlatırken romanlarından perdeye uyarlanan filmlerini de hatırlatıyor okurlara. Her bir örneğin de izlemeye değer olduğunu ifade ediyor.
Söz bu haftanın buluşma bahanesi olan Martin Eden romanına gelince elimizdeki en önemli imge bireysel kurtuluş efsanesine dönüşüyor. Jack London, birçokları için kendi hayatını yansıttığı ifade edilen Martin Eden romanıyla aslında bireysel bir kurtuluşun nasıl mümkün olduğuna veyahut olmadığına dikkatleri çekiyor.
Roman, bireysel yükseliş öyküsü gibi görünse de sınıfsal bir eleştiri taşıyor.
Şaylan, bunu şöyle anlatıyor:
"Martin Eden, tek kelimeyle insanın kendi kimliğiyle mücadelesini anlatır. Ancak bu mücadele, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsaldır. Martin’in şairlere dair değerlendirmesiyle başlayalım mesela. Şiiri ve sanatı, burjuvaziye öykünen bir sınıfın malı olarak görmüyor yazar. Ona göre şiir, yürek işidir. Burada sanatın, yalnızca estetik bir mesele değil, insanın hayata olan duygusal bağını derinleştiren bir araç olduğunu savunur. Romanda anlatılan sevgi, Martin için başlangıçta bir kurtuluş gibi görünür. Ruth’a duyduğu aşk, onu burjuva dünyasına adım atmaya zorlar. Zordur tabi Martin karakteri için bu. Çünkü başka bir dünyanın, daha doğrusu bizim dünyamızın insanıdır Martin Eden. Ancak zamanla, sevginin bu burjuva değerleriyle nasıl iç içe geçtiğini ve yozlaştığını fark eder. Sevgi, London’ın dünyasında bireyi büyütebilir, ama sınıfsal bariyerleri aşmakta yetersiz kalır. Bu, Ruth ile Martin arasındaki ilişkinin trajik boyutunu oluşturur romanda."
"Bireysel kurtuluş hayali kuran herkesin hayatında kimi dönüşümler ve kazanımlar elde ettiği bir gerçek ama bunun bir kurtuluş olduğu koca bir yanılsama" diyor Yusuf Şaylan. "İnsan aynada gördüğünü ne kadar aldatabilirse işte o kadar kurtulabilir tek başına. Hayat az biraz böyle. Nasıl bir dünyaya doğduysan yine öyle bir dünyada veda edersin yaşama. Son çektirdiğin fotoğrafının takım elbiseli mi yoksa mavi bir işçi tulumuyla mı olacağı esasında fotoğrafın biçimini değiştirir. Sınıfsal gerçekliği değil" sözleriyle tarif ediyor bu durumu.
Zarif hakikatlerin ağırlığı
Jack London, Martin Eden eserinde bir yandan bireysel kurtuluşun toplumsal eleştirisini betimlerken diğer yandan da işçi sınıfına ve emekçilere dair bir çok ayrıntıyı dile getiriyor. Emekçilerin ellerinden yola çıkarak anlattığı sınıfsal farklılıklar bir yana döneminde gazeteci, sanatçı, yazar gibi aydın kimliği olan üretim faaliyetlerinin düzenle kurduğu ilişkilere de ayna tutuyor.
Romanda sık sık yemek ve estetik konuları da karşımıza çıkıyor. Martin Eden’in yemek yemenin estetiği üzerine yaptığı yorumlar yine dikkat çeken ayrıntılar arasında yer alıyor. Söz buraya geldiğinde Yusuf Şaylan, "Yemek yeme, burada sadece bir ihtiyaç değil, aynı zamanda bir estetik deneyimdir. Martin, işçi sınıfının yemek yeme alışkanlıklarını sorgular; burada bir yoksunluğun değil, bir yaşam biçiminin izi vardır. London, yemek üzerinden sınıfsal eşitsizliğin estetik dünyamızı nasıl şekillendirdiğini gösterir. Sonra yine benzer bir sorgulama ile Martin’in aynada kendine ilk defa bakması da oldukça çarpıcı bir sahneydi. Bu sahne, Martin’in kendi kimliğiyle yüzleşmesini simgeler. Daha önce kendine yabancı olan Martin, burada bir bilince ulaşır. Aynada gördüğü kişi, toplumun ona dayattığı kimlikten bağımsız bir bireydir. Bu, onun burjuvaziye meydan okuduğu anlardan biridir. Yine aynı kıyaslamayı eller konusunda da etkileyici bir dille anlatılır. Çalışan insanların ellerini diğerlerininkinden ayırır yazar. Martin için eller, bir insanın sınıfını ve emeğini ele veren işaretlerdir. Çalışan insanların elleri güçlüdür, yaralıdır, yaşamın ağırlığını taşır. Oysa burjuvaların elleri zayıf ve anlamdan yoksundur. London burada emeği yücelterek, işçi sınıfını kutsar" diyor.
Peki bugün ne anlatıyor bu roman sorusunu sorunca Yusuf Şaylan önce bir duraksıyor. Gözlüğünü burnunun kemerine oturtup kitaptan bir bölüm açıyor.
"Bak burada şöyle bir cümle kuruyor yazar. 'Gerçek büyük şairlerin her dizesi zarif hakikatlerle yüklüdür, insanın yüce ve asil yanlarına seslenir. Onların tek bir dizesini bile, dünyayı o oranda yoksullaştırmadan şiirden çıkaramazsınız."
Okuduğu bu pasajın üzerinde bekliyor biraz Şaylan. "Burası kıymetli" diyor. Gözlüklerini çıkarıyor, parmaklarıyla çerçevesinden tutup bir ucunu alnına yaslıyor düşünürken ve ekliyor: "Martin Eden karakterinin tüm sorgulamaları çok kıymetli. Diğer yandan da Jack London karakteri üzerinden bu anlatımların ve eserlerin tamamını edebiyat dünyamızdan çıkarsak o denli yoksullaşırız. Bu kitap belki de insanlığın üzerindeki karanlık bu denli uzun sürmüşken daha çok şey ifade ediyor. Hani Nâzım diyor ya 'Sen yanmasan ben yanmasam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa' diye. Biraz da öyle. London, emeği yüceltirken, bireysel başarı mitini de yerle bir ediyor. Romandaki karakter Martin Eden, insanın sisteme yabancılaşmasının hikâyesidir çünkü bir yanıyla. Bugün hâlâ kapitalizmin bireyi yalnızlaştıran, sömüren ve değersizleştiren yapısını anlamak için büyük bir rehberdir."
Yusuf Şaylan, klasikler arasında kıymetli yer tutan Jack London'ın önemini şöyle anlatıyor söyleşimiz biterken.
"Biliyor musun? Yıllar önce sırtımızda kitaplar köy köy gezip kitapçılık yaparken Dünya Klasikleri Seti diye bir liste olurdu yanımızda. Onları satardık köy okullarındaki öğretmenlere ve şehirdeki işçilere. O listede yer alan kitapların arasında Jack London olmazdı. Bugün bakınca anlıyorum nedenini. Bu düzen kimi yazarların kuvvetli mesajından endişe etmiş hep. Ne o mesajı yok sayabilmiş ne de görmezden gelip boş verebilmiş. Hep kaygıyla bakmış bu düzenin düzenbazları böylesi yazarlara. İşte London bu düzene çomak sokan yazarlardan biri" diyor.
Kitapları toplarken dışardaki havayı yokluyor Şaylan. Yağmur dinmiş. Kitaplar ıslanmayacak diye düşünerek rahatlıyor biraz. "Haydi Allahaısmarladık" diyor gülerek.
Haftaya bir başka kitapta buluşmak üzere vedalaşıyoruz..