Mangione'nin eylemi, ABD'de işçi sınıfının sağlık hakkı mücadelesinin radikal bir ifadesine dönüştü.
Mustafa Ersözlü
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) en büyük özel sağlık sigortası şirketi olan UnitedHealthcare CEO’su Brian Thompson’un Aralık ayı başında öldürülmesi gündeme oturdu. Bu sağlık tüccarının ölümü mafyatik bir hesaplaşma ya da tutku cinayeti değildi.
Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla cinayetin baş şüphelisi 26 yaşında, ‘iyi bir aileden’ gelen ve ‘iyi bir üniversiteden’ mezun olan Luigi Mangione isimli kişiydi. Mangione’nin sağlık şirketlerini ve yöneticilerini ‘parazit’ olarak tanımladığı notlarının bulunduğu, cinayette kullandığı mermiler üzerine şirketlerin insanların sağlık harcamalarını ödemeyi reddettiği kelimeler olan “Reddet, Savun, İfade ver” (Deny, Defend, Depose) ifadelerinin yazılı olduğu iddia edildi.
Amerikan işçi sınıfı Mangione’ye beslediği sempatiyi sosyal medyada paylaşımlara yansıtır, çevrimiçi bağış kampanyaları yapar, duvar yazılarında “daha fazla CEO” talep ederken ve adil yargılanma hakkı için New York’ta mahkeme önünde eylem yaparken ana akım medya da sağlık sistemindeki ‘pürüzleri’ görmeye başlamak zorunda kaldı.
Amerikan sağlık sistemindeki pürüzler ise ne Amerikan işçi sınıfı ne de dünya kamuoyu için yeni değil. Michael Moore 2007 tarihli Sicko filminde özel sigorta şirketlerinin ödemekten kaçındığı için karşılanmayan sağlık bakımı ihtiyacını kişisel hikayelere odaklanarak anlatır.
Amerika’da sağlık sisteminin karakterini piyasacılığı oluşturmaktadır. Sağlık hizmetleri büyük oranda bireyler veya işverenler tarafından ödenen primlerle özel sigorta şirketleri üzerinden finanse edilerek yine özel hastaneler ve hizmet sunucular tarafından sağlanmaktadır.
Sağlık sigortacılığında 65 yaş üzeri yurttaşlar ve yıllık gelir düzeyi belli bir rakamın altında olan kişileri kapsayan Medicare/Medicaid sigortaları çoğu başlıkta kapsayıcı olmadığından ‘tamamlayıcı sağlık sigortası’ bu kesimler için de zorunluluktur.
Yurttaşlar için hal bu iken şirketler ne durumdadır? Pazar payının %15’ine sahip UnitedHealthcare sağlık tekeli UnitedHealth gruba bağlı. 2024 yılında 460,3 milyar dolarlık piyasa değeriyle grubun en büyük gelire sahip 500 şirket içinde bazı petrol tekellerini geride bıraktığını söyleyerek gasp edilen sağlık hizmetinden elde edilen zenginlik özetlenebilir.
Son dönemde ABD’nin emperyalist hegemonyada konumunu kaybetme riskine ve toplumsal eşitsizliklerle belirginleşen çürümeye atıfla ‘Roma’nın düşüşü’ ve ya ‘çöküşü’ benzetmesi yapılageliyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesi de bu benzetmeyi bir kesimde canlandırırken, bütün teknolojik ilerleme ve biriken servete rağmen kendi yurttaşlarının önemli bölümüne sağlık hizmeti sun(a)mayan bir toplum için çöküş benzetmesi pek de haksız gözükmüyor. Yeni başkanın eski politikalarına bakılırsa da işçi sınıfının sağlık hakkı konusunda da neden umutsuz ve öfkeli olduğu anlaşılıyor.
Ülkemizde de sağlık sisteminde özel sektörün payı artarken ABD’den dinlediğimiz hikayeden ne öğrenebiliriz? Kamusal sağlık sigortası olan Genel Sağlık Sigortası (GSS) kasasında işçilerin maaşlarından kesilen primlerle biriktirilen kaynak sağlık harcamalarında ana kaynağı oluşturuyor. GSS bütçesinden özel hastanelere yapılan harcamaların pandemi öncesi ve sonrasında sık sık soruşturmalara konu olduğu ve ‘Yenidoğan çetesi’ olarak kamuoyuna yansıyan olaylarda ne kadar önemli bir yerde durduğu hatırlanırsa konunun önemi daha iyi kavranabilir. Tamamlayıcı Sağlık Sigortası (TSS) ise GSS’nin kapsamadığı hizmetleri karşılamakta ve cepten sağlık harcamalarının üçte birinin cepten ödendiği ülkemizde 2023’te sağlık sigortalı sayısı 4 milyon kişiyi aşmıştır. 2015 yılından 2020 yılına kadar TSS primlerinin 14 kat arttığı düşünülürse ‘anlatılan bizim de hikayemizdir’ demek için çok da erken sayılmaz.
Bu olayda ortaya çıkan öfkeye ve taraflaşmaya bakılırsa Roma’nın düşüşünün bu sefer ‘içindeki barbarlar’ yani güvencesiz çalışan, sağlık hizmetine ulaşma hakları gasp edilmiş ve evsizlik tehlikesi altında olan Amerikan işçi sınıfı eliyle olacağı günler uzak değildir.