Veysel Atayman’ın ölümünün 8. yılında Yalçın Baykul ile kitabı hakkında soL’a özel bir söyleşi gerçekleştirdik.
Musost Canbek
Sayın Yalçın Baykul’un yıllara yayılan emeğinin Dramatik Yayınları tarafından nihayet kitaplaşmasının mutluluğunu tarif edecek söz bulmak çok zor. Ancak bu satırların yazarı o muazzam kitabın kapağını aylarca açmaya cesaret edemedi. Halbuki daha aylar önce bu müjdeli haberi olabildiğince detaylı bir tanıtım yazısının konusu yapmak gerekiyordu. Ancak olmadı, olamadı. Tarifsiz bir mahcubiyet hissinin ağırlığı, anılara yolculuk yapmayı da zorlaştırıyor artık.
Veysel Atayman hocamızın ölümü üzerinden aylar ve yıllar hızlıca geçiverdi gitti. İyi ki bu günleri görmedi diyebileceğimiz dipsiz bir gerici karanlığın içinde onun elimize tutuşturduğu, biricik mirası da olan sosyalizm inancına sonuna kadar sadakat pusulasıyla, zifiri karanlığı yırtmaya çalışıyoruz. TKP dostu bir aydınımız olan Veysel Atayman hocamız, anti-komünist bir solculuk(!) anlayışının ne olduğunu da hep anlattı, anlatmaya çalıştı ömrü boyunca… Elinden kalemini hiç bırakmadı ve Sosyalist Aydınlanmacılığı ve Marksizm’i daimî pusulası sayarak gericiliğin yaklaşan tufanına inat ve ısrarla kalemiyle karşı koymayı vazife bildi. Üretkenlik ve çalışkanlık bizlere bıraktığı en büyük miras. Ve bu konuda biz öğrencileri henüz bir arpa yolu bile yol katetmiş sayılamayız.
Yalçın Baykul’un bu muazzam emeği aynı zamanda tevazuyu asla elden bırakmayan bir devrimci pedagoga da anlamlı bir saygı duruşu niteliğinde. Ülkemizin en önemli ve üretken Marksist aydınlarından olan Veysel Atayman hocamızı, bu komünist anlatıcımızın unutulmaz hatırasını yad etmek amacıyla ailesi, öğrencileri ve dostlarıyla yapılmış söyleşilerden, anı ve tanıklıklardan oluşan bir hazine var karşımızda.
Atayman’ın ölümünün 8. yılında Sayın Yalçın Baykul ile kitabı hakkında soL’a özel bir söyleşi gerçekleştirdik.
Kitabınızın ne kadar yoğun bir emeğin ürünü olduğunun tanıklarından biri olarak size tekrar teşekkür borçluyum. Kitabınızı hazırlama fikri ilk defa nasıl ortaya çıktı?
Senin de çok yakından tanıdığın Veysel Hocamız, öğretmenliğinin, çevirmenliğinin, yazarlığının, düşünürlüğünün, sinemacılığının, yayıncılığının, aile babası oluşunun yanısıra çevresindeki herkes için de hiç tartışmasız bir gönül adamıydı da. Yakını ya da uzağı, tanıdığı tanımadığı herkesle derin sohbetlere dalabilecek denli sınırsız, engelsiz ve her şeyden önemlisi egosuz bir insandı. Bu, onun hayran olduğumuz, örnek aldığımız özelliklerinden yalnızca birisiydi.
Bireysel çıkış noktamı anlatırsam konu daha bir açıklık kazanacak diye düşüyorum. Veysel Hocalı yüksek öğrenim yıllarım sonrasında hayatım çok farklı ülkeler ve kentlerde öğretmenlik ve çevirmenlik yapmakla geçti. Ne zaman bireysel ya da mesleki bir tıkanıkla karşılaşsam, hep Veysel Hoca'nın bizimle uyguladığı yöntemler yoluma ışık tutmuş ve hep rehberim olmuştur. Birincisi bu.
İkincisi, öğrenim sonrasında da iletişimimizi hiç koparmadık. Berlin'den İstanbul'a geldiğimde ilk aradığım insandır kendisi. Her fırsatta bir araya gelip gece gündüz süren sohbetlerimiz oldu. Bir daha tekrarı olmayacak unutulmaz sohbetlerdi onlar... İşte o buluşmalarda, tüm bu güzelliklerin bir daha tekrarı olamayacağı gelirdi aklıma. O konuşurken notlar almaya, fotoğraflarını çekmeye başladım kendiliğinden... O kadar çok anımız vardı ki, yazmasam, onları gelecek kuşaklarla paylaşmazsam olmazdı. Ülkemizde kendine devrimciyim, eğitimciyim, düşünürüm, değişimden ve direnişten yanayım marksistim, anarşistim, ateistim diyen herkesin Veysel Atayman'dan haberdar olması gerektiğini düşündüm ve hala da öyle düşüyorum.
Berlin'de öğretmenliği hala sürdürürken, derslerde sık sık kulaklarını çınlattığım olur hocamızın. Bu durumda Veysel Hoca olsa ne yapardı, ne derdi, nasıl davranırdı diye düşünürken yakalarım kendimi... En azından onu tanıdığımdan beri benim için hep bir Çoban Yıldızı, hep bir ümit ışığı, hep bir pusula olmuştur.
Belgeselinizin tamamlanması oldukça uzun sürdü. Bu süreç hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Doğru; o süreç uzadıkça uzadı. Aslında keşke hayattayken onunla daha uzun bir nehir söyleşi yapsaymışız, daha çok kafa çekseymişiz diye yakınır dururum hala. Her şeyin bu kadar çabuk biteceğini hiçbirimiz hesaba katmamıştık; umutluyduk, onun böyle tez aramızdan ayrılacağını asla kabullenemiyorduk. Belgesele, hocanın hayatında artık geri dönüşün olmadığı son haftada karar verdim. Daha doğrusu, hocanın son yıllarını sürekli birlikte yaşadığımız ortak dostlarımız şair Yaşar Akalın ve çevirmen Mehmet Barut'un telkinleri de bunda çok etkili oldu. Onların desteği ve cesaretlendirmesi ile yola çıktım. Hocanın en yakınlarından başlayarak yaklaşık elli kişiyle söyleşi yapıp kayıt altına aldım. Elimde binlerce sayfalık notlar ve yüzlerce saatlik kamera kayıtları vardı. Onları çözümlemek, ayıklamak, elemek, seçmek biraz uzun sürdü. Bu arada senin kayda aldığın ders kasetlerinin kayboluşu ve onların peşinden aylarca koşturmak zorunda kalmamız da epey zaman kaybettirdi bana... Çünkü çok iddialı olan "Devrimin, Özgürlüğün ve Aşkın Pedagojisi''ni en iyi onlarla temellendireceğime inandırmıştım kendimi.
Felsefe ve sanat yapmak için asgari bir konfor gerekli. Film ya da kitap için ise ekonomik destek, belki de birikim... Ben bunların hepsini bir başıma yerine getirmek zorunda kaldım. Bu gecikmede hocanın en yakın arkadaşları diye geçen bazı isimlere ulaşmak çok zaman kaybettirdi bana, bir de hocanın boğaz tokluğuna ve sağlığını kaybedesiye gece gündüz yıllarca tuğla gibi kitaplar çevirdiği yayınevlerinin kayıtsızlığı, vurdumduymazlığı, duyarsızlığı... Hele bunlardan biri cevap vermeye bile tenezzül etmedi... Her neyse, onlar kendilerini, biz de onları en ince ayrıntılarına dek biliyoruz...
'Veysel Atayman Pedagojisi' tanımlamanızı biraz açmakta fayda var sanırım. Neler söylemek istersiniz?
Atayman, başlı başına bir okuldu. Yabancı Diller Almanca Bölümü'nde bize Alman dilini belletmekle görevli birçok öğretmen arasında genç bir öğretim görevlisiydi. Ama herkesten çok farklıydı. Neden mi? 12 Eylül öncesinde tümüyle özgün pedagojik bir yöntem uyguluyordu da ondan. O zamanlar fazla derine inmeyen ergen öğrenciler olarak şunun farkındaydık ister istemez. Bu adamın duruşu farklıydı, yalnızca duruşu mu? Derse girişi, konuya girişi, seçtiği konular, o konuları işleyişi ve her şeyden önemlisi ilgiyi ve merakı sürekli ama sürekli canlı tutuşu... Gösterişten uzaklığı, sadeliği ve en önemlisi sahiciliği... Karşımızda gerçek bir aydın vardı: Felsefeden sanata, müzikten sinemaya son derece birikimli ve küfür dağarcığı son derece zengin. Kuraldışı bir insan!
Onun her dersi Promete'nin tanrılardan çaldığı ateşi bizlere ulaştırma seansları gibiydi. Bilgiyi kana kana içmeyi bekleyen öğrenciler olup çıkmıştık her birimiz. Onun derslerinde kimse zili beklemediği gibi, kimse de dersi kaçırmak istemezdi. Herkes yarım saat önceden gelirdi derslere ve işin en garip yanı, o ders orada bitmezdi, kahvede, meyhanede, sinemada, tiyatroda, sahilde, sokakta, yayınevinde, hatta maçta ya da Veli Efendi Hipodromu'nda sürerdi. Öğrenci evlerinde buluşup hızımızı alamaz onun evine de giderdik... Yani topyekûn bir öğrenim seferberliği idi bu pedagojinin ana bileşeni. Hocanın devrimciliği ve adanmışlığı bunda büyük rol oynuyordu tabii ki.
Çocukluğumdan beri bıktırırcasına yinelediğim bir söz vardır: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır! O satıh bütün vatandır!'' diye... Hocanın pedagojisi de tüm satıha yayılan, tüm satıhı kaplayan bir yöntemdi, hiçbir kural tanımayan, hiç bir sınıra boyun eğmeyen son derece etkin, ölümüne bir eğitim ve öğretim tutkusu ve serüveni. Topyekün bir öğrenme kalkışması. Bu ancak tutkulu bir aşkla gerçekleştirilebilecek bir edimdir, eğitimi mesai ve iş saatlerine sığdıran statükocu memur zihniyetiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Her halükârda devrimci-pedagojik bir tutkuyu/adanmışlığı şart koşar.
O, Brecht'in öğretici oyunlarından, Paulo Freire'nin yöntemlerine, Ivan İllic'in okulsuz toplumundan, eğitimdeki dramatizasyona dek, Freud'un Psikoanalizinden, Sartre'ın ''Varoluşçuluk''una Wachtangov'un "Çekicilikler Tiyatrosu''ndan Fellini sinemasına dek gibi, gençlerin ilgisini diri tutacak her yöntemi derslerinde kullanıma sokuyordu... Çağdaş ve devrimci bir filozof-meddah gibi eğlenceliydi dersleri. Her anı zekâ ışıltıları ve bolca kahkahaya gebeydi. Tanıyanlarının onu adı geçtiğinde hafifçe gülümsemeye başlamasının arkasında da bu yatar zaten.
Öte yandan inanılmaz derecede çok yönlüydü hocamız. Edebiyattan, köşe yazarlığına, eleştirmenlikten şiir yorumlarına, sinema ve tiyatrodan, mizaha, gözlemcilikten, çevirmenliğe, müziğe, resme, fotoğrafa, felsefeye ve günlük yaşamın nice garipliklerine dek bizimle her anını paylaştığı bitmek tükenmek bilmeyen çekicilikler (atraksiyon) barındırırdı fikir heybesinde. Bize o ana dek aklımızdan bile geçirmediğimiz bakış açıları sunardı... yalnızca gözümüzü değil zihnimizi ve beynimizi de açardı. Kafamızda şimşekler çaktırırdı.
Ben otuzbeş yıllık bir eğitimci olarak eğitimde bunun en önemli, en çağdaş, en yüksek ve geçerli bir hedef/değer olduğu düşüncesindeyim. İnsanlara düşünmeyi öğretmek, öğrenmeyi, kendi başına nasıl öğrenebileceğini öğretmek. Bilgi yolculuğunun fitilini ateşlemek, ömür boyu sorular sordurmak...
Bu öğrenim sürecinde Brecht de var, Yılmaz Güney de... Nietzsche de var Chomsky de, Marks da var Lukacs da, Sartre da var, Adorno da... Fellini de var Brando da, Freud da var Enzensberger de, Charlie Chaplin de Kemal Sunal da, Genco Erkal da, Ferhan Şensoy da... Felsefenin ve sanatın eğitimdeki devrimci işlevini çoktan çözmüş, başının belaya girmesi pahasına müfredatı ve otoriteyi elinin tersiyle kenara iten, gerektiğinde neleri "siktir etmek'' gerektiğini açıkça dile getiren, direngen ve uzlaşmaz bir eğitim gönüllüsüydü hocamız... Bize devrimciliği, özgürlükçülüğü ve hep aşkın (transzendental) olma yününde hiç durmadan, bıkmadan, usanmadan, tüm riskleri göze alarak yürümeyi öğretti. Bunu, haliyle cesur olmayı da özellikle kendi hayatıyla da göstererek. Cehalete ve egemenlerce uygulanan aptallaştırmaya ve koşullamalara karşı sürdürülen eğitim ve aydınlanma savaşının, devrimci eğitimin asla pes etmeyen, donanımlı ve güler yüzlü bir AŞKeri idi hocamız...
Kitabınızdaki en önemli ayrıntılardan biri Veysel hocamızın 12 Eylül 1980 darbesini adeta bir aydın sezgisiyle önceden hissetmiş olması. Bu konuyu tekrar olma pahasına anlatabilir misiniz? Çok önemsiyorum bunu.
Ben, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi seksen öncesi girişliydim. Öğrenci yurtlarında kalır, hemen her gece yazıya afişe çıkar, gündüzleri de eylemlere, boykotlara, korsan gösterilere katılmaktan bitkin düşerdik. Hocamız bizi derslerinde yorgun argın gördüğünde "Bırakın oğlum bu afişçiliği, badanacılığı...tankların seslerini duymuyor musunuz, yola çıktılar, geliyorlar ve sizin bu göklere çıkardığınız halk onları çiçeklerle karşılayacak. Sizin şu andaki en büyük sorumluluğunuz hayatta kalmak ve kendinizi gelecek günler için yetiştirmek olmalıdır!'' diyordu. Daha da ötesi, "Sizi yeterince bölmeyi başardılar, sıradaki planda işçi sınıfını Türk-Kürt diye bölmek var!'' da diyor ama bize dinletemiyordu... Aramızda "Hocanın revizyonist damarı kabardı'' diyenler bile vardı.
Bunları bize her fırsatta söylerdi ama sevgili Orhan Koçak abimizin dediği gibi, tüm öğrencileri hem derste hem özel yaşamında ilgi ve sevgisiyle gözlemlemeyi, izlemeyi sürdürür, asla ihmal etmezdi. Tutuklanan ve yaralanan, bazen de bunalıma giren öğrencilerin en büyük destekçisiydi. Hatta babadan kalma evlerinden birini yurda gidemeyen, can güvenliği olmayan öğrencilere vermekle kalmamış, her hafta bizzat pazara giderek buzdolaplarını da doldurmuştu yıllarca.
Aradan epey bir zaman geçtikten sonra Kadıköy Benusen Meyhanesinde rakı içerken bunu hocaya anlattığım bir akşam -tüm bunları çoktan unutmuştu bile- gözlerinin nemlendiğine tanık olduğumu da yeri gelmişken kayıt düşeyim.
Veysel Atayman hocamızın belgeselinin gösterimini de birkaç ay önce gerçekleştirdiniz. Belgesel gösterimiyle ilgili izlenimleriniz nelerdir?
Ne varsa yine bizim eski yoldaşlarda var. Onların emekleri ve göz nuruyla hem belgesel filmi hem de kitabı kazasız belasız bitirdik. Bu arada hocamızın büyük aşkı Zeynep'in ve şair Yaşar Akalın'ın, yayıncı Nazif ve Nuran Uslu dostların ve kadim dostlarımız, İffet Ok'un, Haşmet Güngör'ün ve kızı Nisan Melis'in kitabın hazırlanışındaki olağanüstü katkılarını ve özverilerini bir kez daha şükranla dile getirelim.
Ancak, koronadan mı, yoksa ölü toprağı serpilmişlikten mi, ya da ekonomik ve siyasal bunalımdan ya da yılgınlıktan mı bilmem, hak ettiği ilgiyi görmediğini düşünüyorum kitabın ve filmin. Hele hocanın ''can dostlarının'', ''biricik öğrencileri''nin suskunluğu ve çekimserliği üzerine ne söylenebilir gerçekten bilmiyorum.
Ben bu ülke insanının ancak eğitim ve kültürle üzerindeki kara bulutları ve "makus talihini'' dağıtacağını; talancı, dinci, faşist iktidarı tarihin çöplüğüne ancak kültürel ve devrimci bir direnişle atabileceğini düşünüyorum. Bu kitabın ve filmin de böyle düşünen eğitim gönüllülerine bir armağan, bir rehber ve bir başucu kitabı olmasını dilerim.
Veysel Atayman'ın varlığını ve çabalarını geç fark edenlerin pişmanlık yaşadıklarının tanığıyım. Onu ve eserlerini tanıtmak ve her alanda yaşatmak boynumuzun borcu olsun.
Veysel Atayman eserleriyle yaşamaya devam edecek kuşkusuz. Bu konuda yeni çalışmalarınız ve girişimleriniz olacak mı?
Şimdi sırada senin çabalarınla gerçekleşmiş ders kayıtlarının değerlendirilmesi, çözümlenmesi, yayınlanmamış yazılarının derlenip toparlanması ve Berlin'de bir Veysel Atayman Vakfı kurma çalışması var. Zamanla bunu da yerine getireceğiz.
Bugünlerde Veysel Atayman hocamızın taviz vermeyen marksist eleştirel bakışına her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
Çok doğru. O, Genç Sinema ile başlayan aydınlanma ve aydınlatma sürecinde, Marksist bilgi dağarcığına yaptığı katkılar başta olmak üzere, Dinozorların Sessiz Gecesi gibi evrim üzerine yaptığı en yetkin çeviriler ve yorumlarla gerici güruhun kimyasını yeterince bozmuştu. Birçok yayınevinde sürdürüp, son yıllarında Don Kişot ve Bordo/Siyah'ta sürdürdüğü çeviri ve yayıncılık çabalarıyla, Aşkın Metafiziği'nden Anarşinin Kısa Yazı'na, Selim Ya da Konuşma Yeteneği'inden Sinema Yazılarına, daha sonra Lukacs ve Bloch çevirisine, Etik ve Estetik çevirilerinden “Daha Az Devlet Daha Çok Toplum”a, Dinmeyen Tını- Samatya'dan Altılının Son Ayağı’na... Mülteci Konuşmaları'ndan Direnmenin Estetiği'ne dek bu ülkenin kültürel ve siyasal birikimine olağanüstü katkılar sundu. O, gerçek anlamda bir aydınlanmacıydı. Tüm bunları yaparken hep devrimci bir öğretmen gibi davrandı bir toplum, yaşam ve eylembilim öğretmeni gibi. Yazdıkları, çevirdikleri ve yaptıkları dersin hala sürdüğünü gösteriyor:
"Yakınmak, tembellik yapmak yok! Otur ve çalış, çeviri yap, meramını anlat, iletişim kur ve her ne koşulda olursa olsun öğren ve üret, üret, üret! Sistemin sana dayattığı oyuncakları siktiret! Oyunun kurallarını sen belirle! Bir özne ol!''
"Güneşin doğmasını beklemeyeceğiz, sisler içinde yürüyeceğiz!''