Lübnan Komünist Partisi’yle söyleşi: 'Direniş kültürünü anlamıyorlar, kaybedecekler'

Lübnan’da Komünist Parti savaşın ortasında büyük bir yükü sırtlamaya çalışıyor. Bu çabayı, Filistin’i, Türkiye’yi, bölgeyi ve dünyayı konuştuk.

yiğit günay

Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Hasan Saliba, Türkiye Komünist Partisi’nin davetlisi olarak bu hafta başında İstanbul’daydı. Saliba’yla İsrail saldırısı, direniş ve direnişin tarihi, laiklik, Hizbullah’la ilişkiler, Lübnan’daki mezhepsel siyasi düzen gibi birçok başlığı konuştuk.

Güncel askeri durumdan başlayalım. İsrail ordusunun Lübnan’a yönelik kara harekatı tıkanmış görünüyor, havadan bombardıman tüm hızıyla sürüyor. Nedir mevcut durum?

Şu an İsrail hükümetinin iki hedefi var. Birincisi, direnişi sınırdan uzaklaştırmak. İkincisi, hiçbir ayrım gözetmeksizin direnişle ilişkili gördüğü herkesi cezalandırmak.

Kara operasyonu bakımından, Lübnan’ın güneyinde kısıtlı bir saldırı planını uygulamaya soktular. Amaçları sadece askeri güçten değil, nüfustan da arındırılmış bir bölge yaratmak.

Aşağı yukarı 10 ila 15 kilometrelik bir koridordan söz ediyoruz?

Evet. Saldırı başlayalı on günü geçti, şimdiye kadar karadan hiçbir ilerleme sağlayabilmiş değiller. Aksine, her gün rütbeliler dahil İsrail askerleri ölüyor, direniş, özellikle sınır köylerinde, İsrail güçlerini pusuya düşürmeyi başarıyor. Köye giriyorlar, ama pusuya düşünce gerisin geri gidiyorlar.

Şu ana kadar hiçbir köyü bir gün boyunca elde tutmayı başaramadılar.

Tam olarak öyle. Ancak birkaç fotoğraf çektirdiler. Bayrak diktiler, görüntü alıp geri çekildiler. Ama İsrail kara harekatında başarısız oldukça havadan saldırganlığını daha da artırıyor. Her gün daha fazla bombardıman yaşıyoruz. Ayrım gözetmiyorlar ve Lübnan’ın dört bir yanını hedef alıyorlar, kuzeydeki köyler, Beka bölgesi, evini kaybetmiş olanların sığındığı binalar…

Üstelik yasaklı bombalar kullanıyorlar. Netanyahu, savaşı kazanmakta oldukları imgesi yaratmak için buna ihtiyaç duyuyor.

Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Hasan Saliba

Hem kara hem hava saldırısına dair kimi ayrıntıları da sormak istiyorum. Önce karadan başlayalım. Şüphesiz direnişin ana gövdesini Hizbullah oluşturuyor, ama Güney Lübnan’daki direniş, Hizbullah militanlarından ibaret değil. Hangi güçler var direnişin içinde?

Ben hep Güney Lübnan’daki direnişi bir halk direnişi olarak tanımladım. Elbette, özellikle silah gücü kapasitesi açısından en büyük güç Hizbullah, ama direnişte hiçbir partiye üye olmayanlar da var, oranın köylüleri, evlerini, topraklarını, yurtlarını koruyorlar. Ayrıca İsrail İşgaline Karşı Ulusal Direniş Cephesi gibi, 1982’de kurulmuş olan ve şimdi yoldaşlarımız tarafından yeniden faal hale getirilen başka yapılar da var. Elbette bizim maddi olanaklarımız daha mütevazı.

Türkiye’de hafızalardan epey silindi ama, aslında İsrail 2006’da Güney Lübnan’a girdiğinde de çok benzer bir tablo ortaya çıkmıştı. İşgal 34 gün sürdü, sanıyorum 10 kilometre bile ilerleyemediler. Ve o zaman da direnenler yalnızca Hizbullah militanları değildi.

Elbette. Lübnan Komünist Partisi o zaman da direnişin parçasıydı, yoldaşlarımız o savaşta da yerlerini aldılar, kimi yoldaşlarımızı kaybettik.

Sanıyorum 12 komünist yaşamını yitirdi.

Doğru. Bazıları Beka’da, bazıları Güney Lübnan’da. Bir kez daha, “halk direnişi” tanımına döneyim. Bizim bir direniş kültürümüz var, özellikle Güney Lübnan’da. Bu ideolojik yaklaşımları, etnik ve dini kökenleri aşan bir kültür.

Belki soL okurlarına hatırlatmakta fayda var, Lübnan’ın güneyindeki direniş yeni değil, on yıllardır sürüyor. Ne zaman başladı bu direniş kültürü?

İlk Siyonist terör örgütleri Filistin’e gelmeye başladığından beri. Daha o zaman, 1900’lerin ilk yarısından itibaren Güney Lübnan’daki köylere saldırmaya başladılar. Büyük katliamlar yaşandı. Hula Katliamı en bilinenlerden biridir [1948’de İsrail kuvvetleri Hula köyünün erkeklerini bir eve doldurup öldürdü, ardından evi patlattı—Y.G.].

O zaman beri yöre halkı kendini savunma hazırlığı içinde. 1960’lı yıllarda, Komünist Parti’nin İkinci Kongresi’nden sonra Güney Lübnan köylerinde Sivil Muhafızlar teşkilatı kuruldu. Ardından Partizanlar teşkilatı kuruldu.

Dolayısıyla burada hem askeri hem sosyal anlamda bir direniş tarihi var. İsrail işgali yıllarında sivil halk sokaklara dökülüyor, eylemler yapıyordu. Kadınlar, İsrail askerlerine kızgın yağ atıyordu. Tüm bunlar oranın kültürünün parçası artık.

Şimdi bombardıman kısmına gelelim. Dünya medyasında özellikle Dahiye’nin bombalandığı vurgusu öne çıkıyor. Sanki burası ayrı bir yermiş, Beyrut’un merkezinin parçası değilmiş gibi bir izlenim yaratılıyor. Bize biraz bu hava saldırılarının tablosunu çizebilir misiniz? Dahiye nerede, nasıl bir yer? Bombardıman sözde tamamıyla Hizbullah’ın elinde olan bu bölgeyle mi sınırlı?

Öncelikle, İsrail yalnızca Dahiye’yi bombalamıyor. Beyrut merkez dediğimiz, dar idari kısmı da bombalıyor. Beyrut merkez var, bir de büyük Beyrut var, il sınırları. Dahiye bunun parçası. Beka’yı da bombalıyor. Kuzey Lübnan’daki köyleri, bu arada, Hıristiyan yerleşimlerini de bombalıyor. Geçenlerde kuzeyde, Trablus yakınlarında, savaş nedeniyle evinden kaçmak zorunda kalanların sığındığı bir binayı bombaladılar.

Kısacası tüm Lübnan’ı bombalıyorlar. Ayrıca Güney Lübnan köyleri yalnızca Şii de değil. Önemli bir Hıristiyan nüfusu da var. Bu köyleri ayırmıyorlar, tüm köyü yerle bir ediyorlar.

Dahiye’ye gelince… Dahiye tarihsel olarak Güney Lübnan’dan Beyrut’taki fabrikalarda iş bulmak için gelen yoksulların yerleştiği bölge. Beyrut’un yoksul kısmı yani. Pratikteyse Beyrut merkeziyle Dahiye’yi birbirinden ayıramazsınız, bitişik bunlar, caddeler aynı. Tek bir şehir Beyrut.

İsrail saldırıları da spesifik hedeflere yönelik değil. Bütün binaları yıkıyorlar düzenli olarak. Bir binada haliyle yalnızca Hizbullahçıların yaşaması mümkün değil. Sivil gözetmiyorlar. Çocuklar yaşıyor buralarda. İnsanlık suçu, savaş suçu İsrail’in yaptıkları.

Lübnan Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan son açıklamaya göre İsrail'in 8 Ekim 2023'ten bu yana Lübnan'a düzenlediği saldırılarda yaşamını yitirenlerin sayısı 2 bin 653'e, yaralananların sayısı da 12 bin 360'a ulaştı.

Peki, birazdan işin bu insani kısmını da ele alacağız, ama ondan önce, siyasi boyutu kavrayalım istiyorum. Lübnan Komünist Partisi, 7 Ekim’i nasıl değerlendiriyor?

Öncelikle, 7 Ekim, direnişin reaksiyonudur. On yıllarca süren katliam, apartheid, sömürgecilik politikalarına, Filistin halkını yok etme çabalarına karşı bir reaksiyon.

Şunun iyi anlaşılması lazım: 7 Ekim öncesinde Filistin davasında kritik bir moment yaşanıyordu. İsrail, ABD’nin de desteklediği, Filistin halkını ve davasını bölgeden tamamen silme politikasını hayata geçirmeye çalışıyordu. Arap devletleriyle, Körfez devletleriyle ilişkileri normalleştirme çabalarında yol almışlardı, önce Mısır’la, sonra Ürdün’le. Suudi Arabistan’la da bu süreçtelerdi.

Yani İsrail, bölgede hakimiyet kuracaktı. 7 Ekim, işte buna yanıttı. Filistin davasının likide edilmesine bir yanıttı.

Peki, 7 Ekim saldırısının ardından İsrail stratejisi nasıl değişti?

İsrail stratejisi hedefleri bakımından değil, biçimleri bakımından değişegeldi. Başarısızlık büyüdükçe saldırganlık seviyesi arttı, çünkü bakın, bir yılı geçti artık, rehineleri kurtaramadılar. Gazze’deki direnişi de bitiremediler. Hâlâ Gazze’nin içinde İsrail askerlerine karşı askeri direniş eylemleri sürüyor. Ara ara Gazze’ye yakın İsrail yerleşimleri de bombalanıyor.

Yani İsrail, öncesinde açıkladığı iki sözde hedefine de ulaşamadı: Rehineleri kurtarmak ve Hamas’ı bitirmek. Bu tablo karşısında ayrım gözetmeyen şiddeti iyice artırdılar: Hastaneleri, ibadet yerlerini vurmak, katliamlara imza atmak. Amaçları insanların hayatta kalma yollarını tamamen bitirmek. İlaç ulaşmasını bile engelliyorlar. İnsanların Gazze’yi terk etmesini sağlamak amacındalar.

Sorun şu ki, insanların gidecek yeri yok. Dolayısıyla ya direnecekler ya da bombalar altında ölecekler. Başka seçenekleri yok.

İsrail de sürekli daha uca gidiyor. Netanyahu’nun başka şansı yok. Kendi kaderi, savaşın kaderine bağlı. Irkçı, sağcı bir hükümetle yapıyor bunu. İsrail hükümeti, yüzsüzce, eskiden beri Siyonistlerin hedefi olan Nil’den Fırat’a büyük İsrail’i, İsrail Krallığı’nı yaratma projesinin peşinde koşuyor.

Bu arada ABD seçimleri yaklaşıyor. İki parti de kökten İsrailci. Ama Trump, özellikle toprak ilhakı konusunda daha ileri gidebilir.

Bana kalırsa, Filistin halkının ve Lübnan’ın direniş kapasitesi, bu deliliği durdurmanın tek yolu.

Peki, İsrail’in siyasi hesaplarına dönelim. Elbette Nil’den Fırat’a yayılma hülyası hep bir yerde duruyor. Ama Lübnan’a yönelik mevcut saldırının siyasi mantığı nedir? Siyonistler hangi hesapla davranıyor, Lübnan’da ne başarmaya çalışıyorlar?

Öncelikle direnişi ve Hizbullah’ı yenmek ve Litani Nehri’ne kadar 10 kilometrelik bir alanı yok etmek istiyorlar. Litani Nehri’ni de aşabilirler bu arada. 1982’de aşmışlar, daha ileri gitmişlerdi.

Beyrut’a girmişlerdi.

Beyrut’u işgal etmişlerdi. İlk hedef bu. İkincisi, askeri güçten ve nüfustan arındırılmış bir bölge yaratmak istiyorlar. Ve siyasi olarak Lübnan’ın egemenlik haklarından feragat edeceği bir formülle İsrail’le ilişkileri normalleştirecek bir anlaşma yapmasını istiyorlar. Hem toprakları üzerindeki, hem de enerji kaynakları üzerindeki egemenliğini zedeleyecek bir anlaşma.

Yakın zaman önce Netanyahu, Lübnan’la İsrail arasındaki deniz sınırını belirleyen anlaşmayı iptal etmek istediğini duyurdu. Tüm denizi kendisine istiyor.

Ayrıca, Lübnan’ın siyasi haritasını değiştirmeyi ve tıpkı 1982’deki işgalden sonra yaptıkları gibi, İsrail yanlısı bir hükümeti getirmeyi hedefliyorlar.

Peki ne kadar yakınlar bu siyasi hedeflere?

Karadan işleri çok zor. Askeri güç dengesi buna izin vermiyor. Ama daha önemlisi, Lübnan halkının iradesi de buna izin vermiyor. 1983’te kendi getirdikleri hükümetle bir normalleşme anlaşması yapmışlardı, 17 Mayıs Anlaşması, ama halk kitleleri sokaklara döküldü ve bir yıl olmadan anlaşmanın çökmesini sağladı.

Şüphesiz Lübnan halkı bugün de aynısını yapar.

İsrail ordusu sözcüsü Avichay Adraee, geçtiğimiz haftalarda "Hizbullah unsurları savaşçıları ve silahları taşımak için ambulans kullanıyor" iddiasını öne sürerek, Lübnan'daki ambulanslara saldırma tehdidinde bulundu.

Lübnan’daki siyasi güçler arasındaki denge nasıl? İşgal döneminde İsrail yanlısı olan Falanjist hareket bugün de direnişi ve Hizbullah’ı izole etme çabasında, geçen hafta Meclis’te de kimi adımlar attılar bu doğrultuda. Ama bekledikleri karşılığı bulamadılar.

Aynen öyle. Bence acele ettiler. Bu, Lübnan Kuvvetleri Partisi lideri Samir Caca’nın [Lübnan Kuvvetleri, işgal ve iç savaş döneminde İsrail’le işbirliği yapmış Falanjist parti—Y.G.] hem güçlü hem güçsüz tarafı, her zaman bahse giriyor ve ve tutturamıyor. Bence acele etti, vaktinden önce hasadı kaldırmak istedi ve bu girişimi başarısızlığa uğrattı. Hizbullah'ın artık toprağa gömülebilecek duruma düştüğünü, ağır bir darbe aldığını düşündü. Ama gerçek öyle değil.

Mesele Lübnan Kuvvetleri’nden ibaret değil. Kimi diğer mezhep bazlı güçler de kendi çıkarları için mevcut sistemi sürdürmek istiyor. Egemenliği, her şeyi satmaya hazırlar.

Ve tarih bunu birçok kez kanıtladı. Misal, 1982'de Lübnan parlamentosu, Beyrut'u işgal ettiklerinde İsrail'in baskısıyla toplandı ve Beşir Cemayel'i seçti. Aynı parlamento, kısa süre sonra İsrail’le yapılan anlaşmayı iptal etti ve tam tersi yönde bir cumhurbaşkanı seçti. Yani Lübnan'daki mezhepsel yapılar ve hakim sınıf, İsrail'in ilerlemesine veya ilerleyememesine bağlı olarak hareket edebiliyor.

İşte bu yüzden direnişin güçlü kalması ve İsrail karşısında güç dengesini koruyabilmesi önemli, Lübnan’da ancak bu, İsrail'in istediği tüm bu hedefleri boşa çıkaracaktır.

Lübnan iç siyaseti çok parçalı bir yapıya sahip. İsrail’in arka arkaya düzenlediği suikastler sırasında konuşulan bir iddiayı sormak istiyorum. Lübnan devletinin kimi noktalarından İsrail’e istihbarat sızdırıldığı dile getirildi. Nitekim, 23 Eylül’deki saldırının ardından Lübnan’da kimi İsrail casusları da yakalandı. Bazıları İsrail’e teslim edildi.

Lübnan'da bir dönem iktidara, adlarına da hep Ulusal Birlik denilen, farklı mezhepsel partilerden gelen güçlerin tümünün katıldığı arka arkaya birkaç hükümet geldi. Ve bu hükümetlerde çeşitli vatanı satma skandalları, casuslar, ki illa İsrailli olmalarına gerek yok, ya da dışarıdan gelen gazeteciler de değil, farklı bakanlıklarda, Mossad için çalışan insanlar ortaya çıktı. Özellikle de İletişim Bakanlığı'nda. Bir noktada birkaç kişi açığa çıkarıldı, bazıları hapse atıldı, bazıları siyasi baskılar veya bağlantılar nedeniyle ertesi gün serbest bırakıldı.

Bunlar Lübnanlılar’ın verilerini İsrail'e satıyorlardı. Yani İsrailliler, Lübnanlılar’ın verilerine sahipler.

Bu skandalların yaşandığı dönem ne zamandı?

90'lar ve 2000'ler… 2000 ile 2015 arasında bu konuda çeşitli haberler çıktı. Anlaşıldı ki, tüm Lübnanlılar’ın verilerini ele geçirmeyi başarmışlardı. Bu bir.

Sonra, bölgede Amerika Birleşik Devletleri uyduları da var, bunlar da İsraillilere bilgi aktarıyor. Muhtemelen direnişe veya Hizbullah'a sızmış sınırlı sayıda insan da var, ama bunun sınırlı olduğunu ve çok yaygın olmadığını umuyoruz.

Bu bir taraftan böyle, ama bence bunlar direnişin yapısını etkilemiyor, özüne etki etmiyor. Bence İsrail, genel olarak Batı gibi, tekrar tekrar söylediğim şeyi, direniş kültürünü anlamadı. Filistin'deki direnişe, Lübnan'daki direnişe askeri bir yapı gibi davranıyorlar. Bir lideri var, emir-komuta silsilesi var. Lideri ve zinciri yok ederseniz, örgütü ve direnişi yok edersiniz…

Ve bunun tersi oluyor. Bu halk direnişi kültürü yeni liderler, yeni örgütler, yeni kadrolar yaratıyor. Bu statik değil, dinamik bir olgu. Hamas'ın liderini öldürebilirler, İsmail Haniye'yi öldürebilirler, Nasrallah'ı öldürebilirler, ama sonunda direniş kültürü yeni figürler yaratır. Hem Batı hem Amerika Birleşik Devletleri hem de İsrail bunu anlamıyor ya da anlamak istemiyor. Ya da bir kişiyi öldürmenin zafer olduğu imajını satmak istiyorlar.

Sınırları olmak beraber, Lübnan ve Türkiye'deki komünist hareketler arasında, laikliğin her zaman bu hareketler için merkezi bir konu olması anlamında bir paralellik kurabiliriz. Türkiye'de devlet anayasaya göre laik, ancak özellikle Soğuk Savaş döneminde NATO’nun verdiği destekle fiiliyatta İslamcı hareketler giderek güçlendi ve laikliğin altı oyuldu. 22 yıldır İslamcı bir hükümetimiz var. Ama Türkiye'nin Lübnan’dan temel farkı, dini hareketin sadece bir mezhebin, Sünnilerin egemenliği altında olması, çünkü nüfus bu açıdan homojen. Lübnan'daysa siyaset, doğrudan çeşitli etnik, dini ve mezhepsel kimliklerle yapılandırılmış durumda. Lübnan Türkiye gibi homojen değil, aksine. Bu yapı, Lübnan Komünist Partisi için karmaşık bir mesele. Bu tarihin tümünü masaya yatıramayız, ama bir noktayı sormak istiyorum, çünkü Türkiye'de bu çok tartışıldı. Bir komünist hareketin Filistin'de Hamas'ı, Lübnan'da Hizbullah'ı nasıl destekleyebileceği sorgulanıyor. Siz bu konuyu nasıl görüyorsunuz?

Sorunun iki boyutu var. Öncelikle, gerçekten de Lübnan gerçekliği, demografik ve inanç düzeyinde Türkiye'den farklı. Lübnan çok küçük bir ülke ama 18 dini ve mezhepsel grup var ve hiçbiri çoğunluk değil, hepsi azınlıkta.

Lübnan'daki mezhepsel sistem, sömürgecilik tarafından dayatılmış bir sistem, halkın iradesiyle ortaya çıkmadı. Ama Lübnan'daki egemen sınıf, kapitalist sistem, bunu toplumu yatay olarak bölmek, yani sınıflar ekseninde bölmek yerine dikey olarak, inançlar ekseninde bölmek ve böylece sınıf mücadelesini engellemek için kullanıyor.

Lübnan'daki tüm siyasi sistem, Fransız sömürgeciliğinden bugüne kadar, mezhepsel bölünmeye dayanıyor ve aidiyet duygusu, vatandaşlık duygusu yaratmıyor, mezhepsel aidiyeti öne çıkarıyor ve vatandaş olarak aidiyetsizlik yaratıyor.

Öte yandan, bu yapının iniş çıkışları var. Lübnan siyasi yaşamında, tarihte, örneğin İç Savaş döneminde belirli anlarda ayrışmanın mezhepsel olmadığını, politik olduğunu ortaya koyan, tüm mezhep gruplarında çapraz bir siyasi bölünme olduğunu gösteren anlar oldu.

Biz Lübnan toplumunun dini inançlar açısından çeşitli olduğuna, ancak kültürel açıdan çeşitli olmadığına inanıyoruz. Lübnan'ın dağ köylerinde yaşayan Hıristiyanlarla Şiiler veya Sünniler aynı kültüre sahip, iki veya üç veya dört kültüre sahip değiller. Herhangi bir modern devlette inanç çoğulluğu söz konusudur. Bu hiçbir sorun teşkil etmez. İnsanların Katolik, Protestan, Müslüman olabildiği, ancak aynı haklara ve aynı sorumluluklara sahip olduğu ülkeler var. Ve vatandaş olarak aynı koşullarda yaşıyorlar ve kimse size bir pozisyona erişmeniz için hangi mezhepten veya hangi dinden olduğunuzu sormuyor.

Lübnan rahatlıkla böyle olabilir. Laik, demokratik bir ülke olabilir, sistemi değiştirebilir. Özellikle de seçim yasasını… Mezhepsel bölünmenin olmadığı, tek bir seçim bölgesinde partilerin “yarısı Hıristiyan yarısı Müslüman” olmak zorunda olmadan aday gösterdiği bir sistem olabilir.

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, İsrail'in 27 Eylül’de düzenlediği saldırıda yaşamını yitirdi.

soL okurlarının daha iyi anlaması için bu noktayı açalım. Lübnan’da her seçim bölgesinde hangi mezhepten kaç kişi seçileceğinin kotası var. Adaylar, bu mezhebe dahil olmak zorunda. Örneğin, Lübnan Komünist Partisi de bir seçim bölgesinde aday gösterirken, adayını belli bir inanç grubunun adayı olarak göstermek zorunda kalıyor.

Doğru. Biz bir seçim bölgesinde aday gösterdiğimizde, şu veya bu mezhep grubuna ayrılmış bir pozisyonu işgal etmek için gösteriyoruz.

Ki bu, işçi sınıfının birliğini daha en baştan, yasal olarak kesiyor.

Tabii. Ve dahası, Lübnan'ı yöneten siyasi sınıf, her seçimde yeni bir seçim yasası ve kendi ölçülerine göre yeni seçim bölgesi bölünmeleri yapıyor. Her seçimde seçim bölgeleri değişiyor. Yani her seferinde seçim bölgelerini kendime göre nasıl bölebilirim ve maksimum oy alabilirim diye bakıyorlar.

Bu mezhepsel paylaşım sistemini sürdürmek, egemen sınıfın işine geliyor. Çünkü esasında olan biten, mezhepsel partilerin, bankaları elinde tutan finansal oligarşiyle ittifak sistemidir. Şu an Lübnan’da bankacılık krizi var ve sürekli Lübnan'daki büyük mezhepsel siyasi liderlerin Merkez Bankası ve diğer bankaların yarattığı yolsuzluk ağının içinde oldukları ortaya çıkıyor. Herhangi bir bankada hissesi olmayan hiçbir mezhepsel politikacı yok.

Yani tümü ittifak halindeler ve tümü, insanları mezhepsel bir söylemle bölmek ve iktidarda kalmak için ittifak halindeler. Ama bu ittifak bazen güçleniyor, bazen zayıf düşüyor, çıkarlara bağlı olarak.

Biz komünistler, laik bir devlet, demokratik bir devlet ve bir direniş devleti öneriyoruz. Direniş devleti, Lübnan'ın Lübnan'ı savunabilecek bir orduya sahip, direnişi de içeren bir savunma stratejisine sahip bir devlet demek. Ama öncelikle, insanların sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilen bir devlet, çünkü bu da bir direniştir, sağlık, eğitim, altyapı, sosyal hizmetler...

Bugün durum tüm gerçeği ortaya koyuyor. Devlet hiçbir ihtiyaca yanıt veremiyor. Evinden olan insanlar barınaklara sığındı ama çıkıp yatak aramak zorunda kaldılar. Başka birilerinin yatak veya battaniye veya gıda göndermesini beklemek zorunda kaldılar. Yani devletin kendisi, mezhepsel devlet, iktidarsız olduğunu kanıtladı. Alternatif yaratmak gerekiyor.

Şimdi, Hizbullah’la ve Filistin direnişiyle ilişki meselesine geliyoruz. İki ayrı yöne giden ama aynı anda aynı kavşakta buluşan iki araç gibiyiz.

Direniş konusunda, egemenliği savunma konusunda, Filistin’le dayanışma içinde olma konusunda, bunun ulusal bir mücadele, ulusal savunma ve ulusal kurtuluş mücadelesi olduğunu düşünüyoruz, burada hemfikiriz.

Ama diğer boyut, sosyal boyut, Lübnan içindeki siyasi mesele... Burada ayrışıyoruz. Biz bu mezhepsel, yolsuzlukla malul rejime son verilmesini savunuyoruz. Bu konuda Hizbullah’la farklı noktalardayız. Parlamento seçimlerinde Güney Lübnan’da biz Hizbullah’ın karşısına, Emel’in karşısına [Lübnan’da bir diğer Şii partisi—Y.G.] liste çıkarıyoruz. Zaten Lübnan’da tüm listelerde yer alan tek parti biziz.

Üstelik sadece parlamentoda da değil. Sendika seçimlerinde, meslek odalarındaki seçimlerde çoğu zaman Hizbullah diğer sağcı ve mezhepsel partilerle, Emel’le, Hariri’yle, Lübnan Kuvvetleri’yle ittifak kuruyor. Komünist Parti'nin bağımsız adaylarına karşı ortak listeler çıkarıyorlar.

Ancak şu anda bizim önceliğimiz ülkeyi savunmak ve ulusal mesele. Elbette sınıf mücadelesi, toplumsal mücadele de zamanı geldiğinde baskın çıkacak ve illa ki Hizbullah’la karşı karşıya geleceğiz.

Bu noktada dilerseniz Lübnan Komünist Partisi’nin çalışmalarına dönelim. Ülkede büyük bir insani kriz var, yüz binlerce kişi evinden oldu. Sizin çok yaygın bir insani yardım örgütünüz var. Bu teşkilatı biraz anlatır mısınız. Ne zaman kuruldu? Nasıl örgütleniyor? Şu an çalışmalar ne durumda?

Bu yıl 50’inci yılını kutladık insani yardım örgütümüzün, 1974'te kuruldu. Özellikle Güney Lübnan köylerinde, İsrail'in sürekli saldırılarına karşı bir direniş biçimi olarak ortaya çıktı. Teşkilat toplumsal destek alanında katkı sağlıyor, özellikle de sağlık alanında.

Ardından İç Savaş sırasında ve sonrasında, Lübnan'da yaşanan çeşitli sosyal ve ekonomik krizler ve çatışmalarla birlikte, yardımlaşma örgütü tüm Lübnan topraklarına yayıldı ve şu anda ülke genelinde 22 merkezi var, güneyden kuzeye.

Bunlar esas olarak sağlık ve sosyal hizmetler sunan merkezler, kadınlara ve gençlere yönelik eğitim faaliyetleri veriyoruz. Acil durumlarda, Beyrut Limanı’ndaki patlamada olduğu gibi, acil müdahalede bulunuyoruz. Deprem olduğunda, örneğin6 Şubat depreminden sonra kuzeyde etkilenen bölgelere, Suriye’ye yardım ettik.

Köklü bir geçmişi var. Ayrıca, Lübnan’da az sayıdaki laik insani yardım örgütünden biri, çünkü çoğu örgüt belirli bir mezhebe, belirli bir mezhepsel siyasi lidere bağlı veya Lübnan'da faaliyet gösteren uluslararası örgütler dışında, ayrım gözetmeksizin herkese hizmet eden tek laik Lübnan insani yardım örgütü bizimki, Lübnanlılara, Suriyelilere, Filistinlilere, hiçbir ayrım gözetmeksizin.

Teşkilat, esas olarak ağın parçası olan insanların çabalarıyla yürüyor. Kimi uluslararası örgütlerle işbirliği de yapıyor, ama kimliğini ve örgüt olarak bağımsızlığını kaybetmeden—çünkü çoğu zaman uluslararası düzeyde size yardım veya proje teklif ediyorlar ve ama aynı zamanda size belirli bir politikayı dayatmak istiyorlar. Amerikalılar böyle çalışmakta uzman.

Lübnan Komünist Partisi, 8 Ekim'den itibaren Lübnan'daki durumun kötüleşebileceğini görmeye başladı. Halk Direnişi Komitesi'ni kurmaya başladık. Bu Halk Direnişi Komitesi'nde insani yardım örgütünün yanı sıra, gençlik örgütümüz, Demokratik Gençlik Birliği, sendikalar, başka yapılar var. Ama elbette acil durum, sağlık ve sosyal konularda deneyim açısından insani yardım örgütümüz en fazla deneyime ve geçmişe sahip olan yapı.

Örneğin, Güney Lübnan'daki Nabatiye Hastanesi bu teşkilata ait. 8 Ekim'den beri yoğun bir şekilde yaralılarla, hastalarla ilgileniyor hastane. Ama tabii ki, kapasitesi sınırsız değil. İlaç, ekipman, sağlık malzemesi açısından stoklar tükeniyor. Sürekli olarak yeni malzemelere ve yeni ekipmanlara ihtiyaç duyuluyor.

Burası tüm Güney Lübnan'da faaliyet göstermeye devam eden üç hastaneden biri ve hastane üzerinde çok büyük bir yük var. Biz hastanenin hizmetlerini sürdürülebilir ve kaliteli bir şekilde sunmaya devam etmesi için ne yapabileceğimiz konusunda çalışıyoruz.

Teşkilatın başka da merkezleri var. Altı, yedi tane, daha önce hastane olarak planlanmış ama hastane olarak faaliyet göstermemiş bina var. Lübnan Dağı'nda iki tane, Sayda'da bir tane var, eskiden teşkilata ait bir ilkokul vardı. Şimdi bunların hepsini sığınma merkezlerine dönüştürdük.

Bu merkezler 1000 aileyi ağırlıyor. Bunların yiyecek ihtiyaçları var, kış yaklaşıyor ısıtmaya ihtiyaç olacak ve biliyorsunuz Lübnan'da elektrik sorunu da ek bir sorun, mezhepsel rejimin bizi getirdiği nokta bu, Lübnan'da devlet elektriği yok. Devletin sağladığı elektrik günde bir saat çalışıyor, o da çalışırsa. Gerisi, bir çeşit mafya olan özel jeneratörler, size çok yüksek fiyatlara elektrik veriyorlar.

Tam bir trajedi.

Şimdi insanlara güneş enerjisiyle elektrik sağlamaya başladık, ama bunu ancak okullardaki merkezlerde, sığınma merkezlerinde, bizim merkezlerimizde sağlayabiliyoruz. Bazılarında güneş enerjisi var, ancak çoğunda yok. Ve bu yüzden her şey ek bir masraf.

Öte yandan, insani yardım örgütümüz, devletin acil durum komitesi tarafından belirlenen kimi sığınma merkezlerinde de tıbbi denetim, yiyecek tedariği gibi işleri üstlendi. Ayrıca merkezlerimizde hafif yaralanmaları veya kronik hastalıkları olan insanlara bakıyoruz, çünkü insanlar acil durumda da hastalanmaya devam ediyorlar, değil mi? Durum değişmiyor. İnsanların ilaca ihtiyacı var, ülkede ilaç yok. Özellikle kronik hastalık ilaçları… Kanser konusunda fiyatlar astronomik.

İlaca, tıbbi ekipmana, ambulanslara, sağlık malzemesine, gıdaya, yataklara, battaniyelere, mutfak eşyalarına, sığınma merkezlerinde yemek pişirmek için ocaklara, benzine ihtiyaç var. Çok fazla ihtiyaç var.

İstanbul’a Türkiye Komünist Partisi’nin davetlisi olarak, iki parti arasındaki görüşmeler vesilesiyle geldiniz. Toplantınız nasıl geçti? Ortadoğu’daki durumun tüm bölgedeki güçlerin ortak çabasını gerektirdiği açık, bu bakımdan ne durumdasınız?

Kanımca TKP’yle toplantımız çok samimi ve verimli geçti. Bizim açımızdan bu toplantı, mesajımızı ulaştırmak açısından önemliydi. İki yönü olan bir mesaj bu, biri İsrail’in Filistin halkına, Lübnan halkına yönelik soykırımının durdurulması için siyasi dayanışma. Hükümetler üzerinde, uluslararası yapılar üzerinde baskı yaratmaya dönük halk mücadelesinin dayanışması.

Baskı kurmamız lazım ve yelpaze çok geniş. Siyasi olarak kınamak bir şey, ama İsrail’le silah alım satımı boyutu var, ticaret boyutu var, İsrail kurumlarıyla ilişki kurulması boyutu var. Bunların tümü faşist, siyonist İsrail hükümetini baskı altında tutmak için gerekli.

Öte yandan, Lübnan ve Filistin’deki mücadele, aslında dünyada süren mücadelenin yansıması. Bölgemizde sol bir cephe yaratma, dayanışma örgütleme fırsatımız var. Bu da bir diğer hedefimiz.

Dayanışma mesajımızın ikinci yönüyse, biraz önce üzerinde durduğumuz insani boyut. Türkiye’deki yoldaşlarımızla, Lübnan’daki insani yardım faaliyetlerine nasıl destek sağlayabileceğimiz üzerinde de konuştuk ve bence bu açıdan toplantımız çok olumlu geçti. TKP’li yoldaşların Lübnan’daki durumu günü gününe takip ediyor olması, olaya hakim olması, bu açıdan çok büyük bir avantaj. Enternasyonalizmin ötesinde, bu siyasi kavrayış, siyasi ve insani dayanışmamızı çok kolaylaştıracak.