Tortortortortor…
Tam olarak nerede olduğunu kestiremediğiniz, anbean yakınlaşan bir ses. Gökyüzünde ve beyninizin içinde. Kesintisiz, bitmeyen.
Beyrut’un semalarında gezen İsrail İHA’sı.
Her an gözetlendiğinizi, her an hedef olabileceğinizi, Lübnan’da devlet diye bir şeyin hükmünün kalmadığını, kaderinizin dünya tekellerinin paralarının aktığı bir ordunun son teknoloji savaş oyuncaklarını kontrol eden bir elin parmaklarında olduğunu hatırlatan bir ses.
Lübnan’da savaş, kulaklarınızda.
Tıpkı Kadıköy gibi bitişik nizam ama plandan yoksun, birileri para kazansın diye rastgele dikilmiş binaların dizildiği, ortaya çıkan sağır apartman duvarlarını çok sonradan hayatı biraz olsun çekilir hale getirmeye çalışan sanatçıların resimlerle süslediği Hamra semtinde, Lübnan Komünist Partisi genel merkezinde sohbet ederken aklınızdan çıkan, konuşmalar bir anlığına kesilse kendini hatırlatan bir ses.
Beyrut’ta siz bir araya gelip konuşmazsanız, İsrail sizinle konuşuyor.
Hamra’daki binanın altıncı katında Lübnanlı komünistler, İsrail’in ülkelerine saldırısından bu yana ilk kez bir başka ülkenin, Türkiye’nin komünistleriyle konuşuyor.
Lübnan Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri, Hanna Gharib, “Olan biten, Lübnan’dan ibaret değil” diyor, “Filistin’den de”.
“Yeni bir Sykes-Picot gündemde, yeni bir Ortadoğu planı masada. Netanyahu’nun BM toplantısında gösterdiği harita boşuna değildi. Filistin’i ortadan kaldırmak ve her türlü direnci kırmak istiyorlar. Şu an önlerindeki en ciddi engel, Lübnan’ın direnci.”
Gharib sustuğu an, İHA’nın sesi doluyor odaya, 71 yaşındaki Lübnanlı komünist liderin sözlerini teyit ediyor.
Odada, Gharib’e, Lübnan Komünist Partisi’nden kadrolar eşlik ediyor. Gergin değiller, neşelerini de yitirmemişler, ama bazen ağızlarından dökülen sözcüklerin gözlerine yansıyan ağırlığında, bazen parti araçlarında güvenlik için taşınan silahlarda, ciddiyetleri kendisini hissettiriyor.
Lübnanlı komünistler, İsrail’in planı konusunda bölgede herkesin bildiği durumu teyit ediyor: Gazzelileri Mısır’a, Batı Şerialıları Ürdün’e sürüp Filistin’i ortadan kaldırmak, Lübnan’ın güneyini yerle bir edip önce BM askerlerini yerleştirmek, sonra “diş geçiremedikleri” Yahudi yerleşimcilerin gecekonduları yeterince çoğalınca da ilhak etmek, Lübnan’ı karadan ve denizden abluka altına almak, direniş yanlısı kesimleri baskılayıp, İsrailci unsurlardan müteşekkil bir makbul hükümetle ateşkes imzalamak.
Havadaki üstünlüklerini, kulaklarınızı tırmalayan İHA zaten kanıtlıyor. Karadaysa işler, pek İsrail’in istediği gibi gitmiyor.
“Henüz ağır silahlarla, tanklarla girmeye başlamadılar, piyadeler köylere girip, tünelleri havaya uçurup geri kaçıyor” diyor Gharib.
Birinci elden bilgi sahibiler. Güney Lübnan’da komünistler de direniyor. Gharib, resmi olarak bilgi vermiyor, ancak konuşulanlar, iki köyün savunmasının komünistlerde olduğu yönünde.
Ayrıca, çok deneyimliler. 1948’de İsrailli çetelere karşı direnişi ilk örgütleyen, ilk can verenler komünistlerdi. 1982’de İsrail Lübnan’ı işgal ettiğinde, direnişin başını komünistler çekiyordu, diğer yurtsever güçleri birleştirip Lübnan Ulusal Direniş Cephesi’ni kurdular. İsrail Beyrut’a kadar girdi ama tutunamadı. Direniş, işgal edilen toprakların üçte ikisinden İsrail’i kovmayı başardı.
Ancak işgal yılları, İsrail’e de büyük bir deneyim kazandırdı: Osmanlı zamanından beri etnik ve mezhepsel kökenlere göre ayrıştırılmış Lübnan halkını birbirine düşürmek. Maruni Hıristiyanları yanlarına çektiler, emperyalistlerle birlikte silahlandırıp sayısız katliama imza attırdılar. 1985’te Güney Lübnan’a doğru çekilmek zorunda kaldılar, ama 2000’e kadar işgali sürdürdüler.
İşgal yıllarında emperyalistler ve siyonistler, Lübnan’ı iç savaşa çekmeyi başarmıştı. 1989’da Taif Anlaşması iç savaşa son verdi, ama ülkeyi ve tüm siyasi pozisyonları pratikte farklı etnik ve mezhepsel gruplar arasında dağıttı.
Lübnanlı komünistler için süreç başka bir komplikasyon da taşıyordu: Sovyetler Birliği dağılıyordu. Lübnan Komünist Partisi, 6 bin civarında personelden oluşan askeri kanadını 1991’de dağıttı ve silahları orduya teslim etti. Sovyetler’in var olmadığı bir dünyada, askeri teçhizat tedarikini sağlamak da pek mümkün değildi. Suriye, kendisine yakın grupları silahlandırmayı sürdürdü. Lübnanlı komünistlere de gayrıresmi teklif gitti, komünistler, Suriye eksenine girmeyi ve bağımsız siyasi hatlarından vazgeçmeyi kabul etmediler.
Ama deneyim duruyordu. Parti kadroları hem savaşı hem Güney Lübnan’ı avuçlarının içi gibi biliyordu. Hamra’daki binanın altıncı katında Türkiye’den gelen komünistlere durumu anlatırken, her şeyi ciddiyetle ele alıyorlardı.
* * *
Araba, ağır ağır Lübnan Dağı’na tırmanıyor. Beyrut’un hemen doğusunda, ülkenin ortasındaki dağ, asırlardır Dürzilerin vatanı.
Dağa tırmanırken Beyrut’a bakan yamaçlar Cumhurbaşkanlığı konutunun etrafına, yabancı misyon çalışanları ve ülkenin tuzu kurularının villalarını kondurduğu bir zengin semti. Villaların çoğu boş. Zenginler İsrail saldırınca ya kuzeydeki evlerine ya yurtdışına kaçmış.
Aley il merkezini geçip, doğuya ilerliyoruz. Nüfusu 4 bin kişiden ibaret olan Savfar kasabasında, Lübnan Halk Yardımlaşma Derneği’nin sağlık merkezine gidiyoruz.
Dernek, tam 50 yıl önce, 1974’te komünistler tarafından kurulmuş. Fransa’da Kızıl Haç’a alternatif olarak 1926’da kurulan, Henri Barbusse ve Romain Rolland gibi aydınların da parçası olduğu Secours Populaire Français’den ilham almışlar. Dernek bir yandan işçi sınıfı yerleşimlerinde sosyal ve kültürel alanda faaliyet yürütüyor, diğer yandan sağlık ve eğitim hizmetleri sunuyor.
Halk Yardımlaşma Derneği’nin örgütlülüğü, şaşırtıcı ölçüde gelişkin. Güney Lübnan’da, şu an savaşın sürdüğü bölgede yalnızca iki hastane var. Biri, derneğe ait Nabatiyye Hastanesi.
Dernek Başkanı Dr. Ali Musavi, bölgenin can damarı olan hastanedeki personelin, haftalardır hastanenin dışına çıkmadıklarını belirtiyor. İsrail, hastanenin etrafını sürekli bombalıyor ama henüz hastaneyi vurmadılar. “Biraz caydırıcı olur belki düşüncesiyle” diyor Musavi, “Kızılhaç ambulanslarından hastanenin otoparkına park etmelerini rica ediyoruz.”
İsrail, Gazze’de, altında Hamas tünelleri olduğu iddiasıyla Şifa Hastanesi’ni vurmuş, katliama imza atmış, sonuçta da ne tünel, ne Hamas militanları bulunmuştu.
Lübnanlı komünistler ciddi. Neyle karşı karşıya olduklarını biliyorlar. Düşmanı tanıyorlar.
Şu an Lübnan, tarihinin en büyük tehcirini yaşıyor. Net sayı yok, tahminlere göre 1 milyon 500 bin Lübnanlı evini terk etmiş durumda. 5,3 milyon nüfuslu ülke için bu, neredeyse her üç kişiden birinin evsiz kalmış olması demek.
Halk Yardımlaşma Derneği, şu an tüm çabalarını, bu insani krizin çözümüne yöneltmiş durumda. Elbette kaynakları herkese merhem olacak kadar geniş değil. Ancak Dernek, ülkenin dört bir yanında bulunan 22 merkezini, sığınma evlerine dönüştürdü.
Savfar’daki yer de böyle. Burası iki katlı bir sağlık ocağı. Birinci basamak sağlık hizmetlerinin yanı sıra, diş gibi çeşitli uzmanlıklarda da hizmet veriyor. Dernek, binanın alt katını tamamen boşaltıp, savaş bölgelerinden buralara gelenleri yerleştirmiş.
Derneğin yerel görevlilerinden biri, iki yüz metre ilerideki okulu gösteriyor. “Oraya da yerleştirdik insanları. Ama iş yerleştirmekle bitmiyor. Binanın alt katında yemekhane kurduk, yemek çıkarıyoruz. Yatak, çarşaf, temel tüketim malzemeleri, sağlık malzemeleri, kronik hastalar için ilaçlar… Çok şey bulmamız gerekiyor.”
Bir odada tıbbi malzeme kolileri yığılmış. Üzerlerinde Kızılhaç amblemi var. “Bunca yıldır ilk kez Kızılhaç’tan malzeme geldi” diyorlar, “umarız devamı gelir”.
Tablo, 6 Şubat Depremi sonrasında Türkiye’de yaşananları andırıyor. Devlet koordinasyonu sağlayamıyor, sahadaki gönüllüler, dayanışma içerisinde, eldeki imkanları seferber ediyor.
“Zaten merkezde kalanların sayısı az. Çoğunluğu evlere dağıttık. Yemek çıkarınca ev ev dağıtıyoruz” diyor dernek görevlisi.
Güney Lübnan, ağırlıklı olarak Şii nüfusa sahip. İkinci grup Hıristiyanlar. Evlerinden koparılan Güneyliler, belki hayatlarında hiç uğramadıkları bu 4 bin kişilik Dürzi çoğunluklu kasabada, kendilerine kapılarını açan ailelerle yaşamı paylaşıyor. Kimse Taif Anlaşması’nı düşünmüyor. Lübnanlılar, mevzuatın 18 gruba ayırdığı mezhebi kimliklerini unutup, saldırıya uğrayan halkın evlatları olarak birbirlerine sahip çıkıyor.
* * *
Lübnan Dağı’nın eteklerinden Beyrut’a doğru bakınca, Levant bölgesinin en güzel manzaralarından biri görülür. Beyrut’ta güneş, sonsuzluğa uzanır gibi uçsuz bucaksız görünen Akdeniz’in üzerine batar.
Şimdilerde manzara farklı. Özellikle sabah saatlerinde dağın eteklerinden Beyrut’a doğru baktığınızda, kentin üzerine çökmüş, sarıya çalan bir havanın ağırlığını hissediyorsunuz.
Ülkeyi ziyaret eden TKP heyetine başkanlık eden Kemal Okuyan, Halk Yardımlaşma Derneği yöneticileriyle toplantıda, Beyrut’ta daimi hep bir koku aldığını, ne olduğunu kestiremediğini, sabahları kalktığında gözlerinde yanma hissettiğini, ama Lübnan Dağı’na çıkınca rahatladığını söylüyor.
Lübnan’da savaş, burnunuzda.
“Bombalar…” Doç. Dr. Jan Şeyh, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde çalışan bir onkolog. Halk Yardımlaşma Derneği’nin başkan yardımcısı ve derneğin tıp departmanının başında.
“İsrail’in attığı bombalar yüzünden. Sürekli üzerimizde bomba deniyorlar. Fosfor gazı, seyreltilmiş uranyum… Kim bilir henüz tespit edemediğimiz başka hangi gazlar. Gözlerinizin kızarması bu yüzden. Eskiden de Beyrut’un havası kirliydi, devlet elektrik sağlayamadığından herkes jeneratörü olan şirketlerden çok pahalıya elektrik alıyordu, jeneratörlerin egzozundan çıkan gaz kentin havasını kirletiyordu. Ama İsrail’in bombalarından sonraki tabloyla kıyaslanamaz.”
Dr. Şeyh, işgal nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Beyrut’a atılan bombaların halk üzerindeki etkisinin on yıllarca süreceği görüşünde. “25-30 yıl sonra dönüp baktığımızda kanser vakalarında kayda değer artış olduğunu fark edeceğiz” diyor.
“Yalnızca bugünümüzü değil, geleceğimizi de mahvediyorlar.”
* * *
Lübnan Dağı’ndan tekrar ovaya inerken, arabada bize eşlik eden Basel’le1 laflıyoruz. 58 yaşında, emekli asker.
Lübnan’ın 2006’daki işgali sırasında ordunun ne yaptığını soruyorum. “Tarafsız kaldılar” diyor, “üstelik o dönem İsrail, Lübnan ordusunu da hedef alıyordu”.
“Ama ben komutanıma gittim, ‘Nereye gideceğimi siz söylersiniz, ben uyarım, ama karşıma İsrail askeri çıkarsa çeker vururum, haberiniz olsun’ dedim. Sesini çıkarmadı.”
Elbette kışlada, bölükte hepiniz birbirinizin mezhebi kökenini biliyorsunuzdur diyorum, başıyla onaylıyor. Sorun olmuyor muydu?
“Birbirimizi bilir ama konuşmazdık. Lübnan ordusu laik. Denge de nazik olduğundan kimse sınırı aşmıyor. Ordudaki askerler arasında kardeşlik bağı var, o kolay kolay bozulmuyor.”
Lübnanlı komünistler, çok gerekmedikçe mezhep meselesini dile getirmekten kaçınıyor. Ama “Taif düzeni” lafı sık sık tekrarlanıyor. Taif Anlaşması’yla ülkedeki tüm siyasi pozisyonlar, resmi olarak tanınan 18 mezhebi ve etnik gruba dağıtılmış durumda. Cumhurbaşkanı, hep Hıristiyan oluyor, Başbakan Müslüman. Her seçim bölgesinde kaç Ermeni, kaç Dürzi seçileceği belli. Yasanın tanımlamadığı, bir ilin sıradan bir müdürlüğünde, hatta sendikalarda dahi bu düzene riayet ediliyor.
“Ordu da istisna değil” diyor Basel, “bölüğün bir Hıristiyan, bir Müslüman komutanı oluyor”.
Çift başlılık ordu için sorun değil mi sorusunun pek önemi yok, zira Lübnan ordusunun ülkeyi savunma derdi de, kapasitesi de yok. Basel’e göre ordu aslında onlara karşı, “Ülkenin içinde muhalefeti bastırmak, susturmak için kullanılıyor”.
Kimlik siyasetinin katı bir anayasal düzenin belkemiği oluşu, Lübnan’da halkın birliğinin önündeki en büyük engel. İnsanlar, ancak kimsenin ırkçı olmadığını bildikleri ortamlarda birbirlerinin etnik veya dini kökeniyle dalga geçebilir, ki, bunun kendisi kardeşliği kuvvetlendirir. Basel’e onlarda da böyle olup olmadığını soruyorum. “Elbette” diyor, “kendi aramızda hep şakalaşırız, başkalarının yanında asla”.
Şoförle birbirlerine Şii fıkraları anlatıp gülüyorlar. Aracın camından dışarı bakıyorum. Yine boş zengin villalarının arasından Beyrut düzlüğüne doğru iniyoruz. Bir komünistlerin, bir de zenginlerin mezhebi kökenleri önemsemediğini düşünüyorum.
* * *
“Biz bambaşka yönlere giden ama aynı kavşakta denk gelen iki araç gibiyiz.”
Hanna Gharib, Lübnan Komünist Partisi’nin Hizbullah’la ilişkisini bu sözlerle tarif ediyor. Geçen ay Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Hasan Saliba’nın soL’a verdiği mülakatta tam olarak aynı ifadeleri kullandığını hatırlıyorum. Lübnanlı komünistlerin işlerini ciddiye aldığını yine fark ediyorum.
“Evet, Hizbullah direnişin parçası, İsrail’e karşı savaşıyoruz. Hizbullah’ın direnci kırılırsa yalnızca Lübnan halkı için değil, tüm Ortadoğu halkları için kötü olur” diyor Gharib.
“Ama biz savaş başlayana kadar Hizbullah’a muhaliftik. Hizbullah bütün hükümetlerde yer aldı. İktidar olmanın sorumluluğu onlara da ait. Neoliberal politikalar ve yolsuzluklar, Lübnan’ı çok ağır bir ekonomik krize sürükledi.”
Lübnan, 2019’da bir likidite krizi yaşadı. Üzerine covid salgını ve Beyrut Limanı patlaması geldi. Ülke ekonomik olarak hâlâ belini doğrultabilmiş değil. 2019 krizi sonrası halk muhalefetinde komünistler etkindi. Birçok eyleme öncülük ettiler.
Gharib, “O dönem Hizbullah en fazla bize karşı mücadele ediyordu. Misal, Güney Lübnan’da sendika seçimleri mi var? Hizbullah, başka mezheplerden diğer burjuva partileriyle bize karşı ittifak kuruyordu” diyor.
Taif düzeni, egemen sınıfın ülkeyi paylaşırken, aslında kendi konumunu korumasının yoluydu. Esas olarak siyasi ve maddi rant paylaşılmıştı. Hizbullah da bu uzlaşının parçası. Şiiler genel olarak Lübnan’ın yoksul kesimini oluştursa da, Hizbullah’ın kendisinin de Taif düzeninin sürmesinde çıkarı var.
Bu bölünmüşlüğü reddeden tek siyasi parti, Lübnan Komünist Partisi. Ülkenin tümünde örgütlüler. Halk Yardımlaşma Derneği için de aynısı geçerli. Dr. Musavi, “Biz tüm ülkeye yayılmış durumdayız, diğer benzer yardım kuruluşları yalnızca kendi mezheplerine hizmet veriyor” diyor.
İşçi sınıfının bölünmüşlüğü, her yerde egemenlerin arzuladığı bir şey. Türkiye’de de mezhep ve etnik kökenden dolayı ayrımlar, emekçileri birleştirmeye çalışan devrimci hareketlerin önündeki engellerden biri.
Ama durum, Lübnan’la kıyaslanamaz. İç savaş yaşamış ülkede hiçbir grup çoğunluk değil. Yerleşim yerleri büyük oranda mezheplere göre ayrılıyor. Bir bakıma herkes kendi kantonunda yaşıyor.
Kemal Okuyan, bu durumun Lübnan Komünist Partisi’nin önüne çok zorlu bir denklem koyduğunu söylüyor. Halkın birliğini savunan tek siyasi parti olmanın büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ortada. Ama TKP Genel Sekreteri, madalyonun diğer yüzünü hatırlatıyor: “Bu aynı zamanda bir iç savaş veya gerilim durumunda, ülkenin her yerinde tüm kesimlerin hedefi olmak demek.”
* * *
Beyrut’ta ağırlıklı olarak Şiilerin yaşadığı Dahiye semti, İsrail’in en yoğun saldırdığı yer oldu.
Semtin girişinde, üç girişli yolu tek şeride düşüren bir kontrol noktası var, ama kulübede hiçbir kolluk kuvveti yok. Zira Dahiye, bir hayalet kente dönüşmüş halde. Çok katlı binaların bir kısmı yerle bir olmuş, kalanlarda hayat yok.
Araçla Dahiye’yi geçip, oto sanayiye giriyoruz. Dahiye’nin uğursuz terk edilmişliği, kentin geri kalanıyla tam bir uyumsuzluk görüntüsü içinde. Bir buçuk milyon kişinin evinden ayrılması, Beyrut sokaklarında büyük bir hareketlilik yaratmış durumda. Oto sanayide baş döndürücü bir koşuşturma hali var.
Kentin keşmekeş havasının tamamen dışında, daracık sokaklarında sessiz ve sonsuz bir bekleyişin hakim olduğu bir yer daha var: Mar İlyas. Filistin kampı.
Beyrut’taki Filistin kampları, akla ilk gelen imgedeki gibi çadır ve konteyner kentler değiller. Etrafları çitle, dikenli telle çevrili alanlar da değil bunlar. Geçmişte Filistinli göçmenlerin yerleştiği, zaman içinde tamamen eklektik biçimde yapılaşmış mahalleler.
Her ev rastgele yapıldığından birkaç metreden fazla düz gitmeyen sokaklardan geçerek, Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi (FDKC) ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) binalarına gidiyoruz. İki örgüt de Gazze’de direnişin sürdüğünü, İsrail’in hedeflerine ulaşamadığını anlatıyor. Türkiye hükümetinin ikiyüzlü İsrail’e destek politikasını, ticaretin alttan alta sürdüğünü çok iyi biliyorlar.
FHKC’li Mahmud, “Lübnan’da da savaşıyoruz İsrail’e karşı” diyor, “şimdiye kadar 4 şehit verdik sınırın bu tarafında”.
Kampın labirentinde ilerlerken, TKP heyetinden Mehmet İnam birden durup, ilerideki çocukları gösteriyor. İki ufaklık, bir arkadaşlarını koltuk altları ve ayaklarından tutmuş götürüyor, bir diğeri yanlarında ilerliyor. “Oyun oynuyorlar” diyor İnam, “sedyeyle yaralı taşıma oyunu”.
Lübnan’da savaş, zihninizde.
* * *
Beyrut’un 30 kilometre güneyindeki Ciyeh, çok hoş bir Akdeniz sahil kasabası. Sabah saatlerinde lekesiz gökyüzünden gelen güneşin altında bu inci gibi yerleşime bakarken, savaşın bambaşka bir ülkede sürdüğünü düşünüyorsunuz.
Ciyeh’ten tepeye doğru kıvrılıp, Berce’ye varıyoruz. Halk Yardımlaşma Derneği, 13 bin nüfuslu kasabadaki okullardan birini sığınma merkezine dönüştürmüş. Güney Lübnan’dan gelenlerin bir kısmı okula, bir kısmı civardaki evlere yerleştirilmiş.
Okulun büyük derslikleri, kalın perdelerle “odalara” bölünmüş. Her birine bir aile yerleşmiş. Yemekhanede çıkan yemek, tıpkı Savfar’da olduğu gibi hem okuldakilere, hem de Güney’den gelenlerin yerleştirildiği evlere dağıtılıyor.
TKP heyeti ve Halk Yardımlaşma Derneği yöneticileri binayı gezerken, tüm aileler “merhaba” diyor, yeni “evlerine” buyur ediyor. Mobilya eksiği çok, ama daha acil ihtiyaçlar var. Salim, bir sınıfın kapısını tamir etmekle meşgul. “Kış geliyor” diyor, “burayı ısıtmanın yolunu bulmamız lazım”.
Lübnan’da yeni eğitim-öğretim yılı, 4 Kasım’da başlayacaktı. Ancak ülke genelinde okullara evsiz kalmış Lübnanlılar yerleştiği için, okulların açılışı ertelendi. Halk Yardımlaşma Derneği, ülkenin dört bir yanına savrulmuş Lübnanlıların eğitim ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışıyor. Gönüllü öğretmenler, çocuklarla ders işliyor.
Lübnan halkı, yalnızca bugünü değil, geleceği de kurtarmaya çalışıyor.
* * *
Berce’den Ciyeh’e inip, yeniden kuzeye yöneliyoruz. Otoyolda giderken, şoför birden radyonun sesini yükseltiyor.
“İsrail hava saldırısı. Ciyeh’te. Bir binayı vurmuşlar.”
Bir süre algılayamıyorum. Savaşı unutturacak sükûnetiyle, sınırdan ve Beyrut’tan uzak bu kasabaya niye saldırılır?
Aynı günün akşam saatlerinde İsrail bu kez Berce’de ziyaret ettiğimiz sığınma merkezinin birkaç yüz metre yakınındaki bir binayı vuruyor. Sivillerin yaşadığı bir apartman.
Füze, apartmanı yıkıyor. İçeridekilerden hayatta olanlar, enkazın altında kalıyor. Berce halkı toplanıp yardıma koşuyor. Kalabalık enkazın altındakileri çıkarmaya çalışırken, İsrail ikinci bir füze atıyor.
30 ölü.
Gazeteci Raghid Cureydini, ilk bakışta algılanamayan bu saldırıları İsrail’in çok net bir hedefle yaptığını anlatıyor: “Güney Lübnan’dan ayrılmaya zorladıkları ailelerin hareketlerini izliyorlar, nereye gittiklerini, hangi binaya yerleştiklerini belirliyorlar. Sonra da buraları vuruyorlar.”
Berce, Sünni ağırlıklı bir kasaba. Güney Lübnan’dan gelen Şiilere kollarını açmış. İsrail, işte bunu, Lübnanlıların kardeşliğini hedef alıyor. Taif düzeni, yalnızca Lübnanlı zenginlerin değil, İsrail’in de işine geliyor.
* * *
Lübnan’da savaş, yalnızca cephede değil.
Savaş kulaklarınızda, burnunuzda, zihninizde.
Savaş, evlerde.
Esas cephe, yalnızca birinin aşina olduğu bir evin salonunda karşılıklı oturup birbirlerinin gözlerinin içine bakan, düne kadar yabancı, bugün zorunlu ve gönüllü ev arkadaşı iki, iki bin, iki milyon Lübnanlının fikirlerinde.
Modern tarih boyunca bir türlü eşit yurttaşlar, aynı toprağa bağlı vatandaşlar olamamış, taptıkları tanrılara ve ister gitsinler ister gitmesinler bağlı oldukları tapınaklara göre ayrılmış Lübnanlılar, vatan işgal altındayken birbirlerine el uzatacak, sırt sırta verip esas düşmana karşı duracak mı?
Savaşın ve Lübnan’ın kaderini bu sorunun yanıtı belirleyecek, İsrail füzeleri değil.
* * *
Refik Hariri Havalimanı’nda yalnızca siviller uçuşlarını beklemiyor. Her yanda, gruplar halinde UNIFIL askerleri var: İtalyanlar, İrlandalılar…
Birleşmiş Milletler’in “barış gücü”, savaşın ortasında, kolları bağlı, bekliyor. Batılı ülkeler, Lübnan’daki uluslararası askeri varlığın esas amacının İsrail’e karşı Lübnan’ı korumak değil, Lübnan’daki direnişçilere karşı İsrail’i korumak olduğu konusunda hiç şüphe duymuyor.
İstanbul uçağında kalkışı beklerken, dışarıdan patlama sesleri geliyor. Camdan bakıyorum. Havalimanının hemen ardında alevler ve duman yükseliyor. Pilot, aceleyle, daha yolcular ayaktayken hareket etmeye başlıyor.
Beyrut, biz gidenleri, geride bıraktığımız yerde yaşananları asla unutmamamızı istercesine uğurluyor.
- 1. Haberde unvanı belirtilmemiş kişilerin isim ve yaşları değiştirilmiştir.