Jörg Kronauer ile röportaj: Savaş korkusu ve yeni güç tutkusu arasındaki Almanya

Alman yazar Jörg Kronauer, Ukrayna savaşı devam ederken Almanya’nın yeni dünya politikasını ve bu politikanın sermaye ile bağlarını soL’a değerlendirdi.

soL - Almanya

2015 yılında kaleme aldığı ve Yazılama Yayınevi tarafından Türkçe çevirisi de yayınlanan “Her Zaman Tetikte” kitabında gazeteci yazar Jörg Kronauer*, Almanya’daki tekeller ve devlet arasındaki bağlantı noktalarını ve bunların Alman dış politikasındaki işlevlerini açık bir biçimde gözler önüne sermişti. Ama bu konuların yanı sıra kitapta öne çıkarılan ve bugünden geriye bakıldığında bazı öngörüleri de içeren bir başlık daha var: Almanya'nın askeri açıdan dünya siyasetinde daha aktif bir rol oynama iddiası. 

Kitabın yazarı Jörg Kronauer ile Almanya Savunma Bakanlığı’nın 2016 yılı ulusal güvenlik strateji belgesi olan Beyaz Kitap’ta da belirtilen, Almanya'nın dünya siyasetini şekillendirme arzusunun bugün hangi noktaya ulaştığını ve Almanya’nın yeni dünya politikasını konuştuk.

Röportajımızda ilk soruya kitabınızdan bir örnek vererek başlayacak olursak, dönemin Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un “Almanya, küresel sorumluluğunu yerine getirmeli ve gerekirse silahlanmalıdır” açıklamasının, bugün Almanya’da iktidarda olan trafik lambası koalisyonu eliyle hayata geçirildiğini söyleyebilir miyiz? Bu ifade, Federal Cumhurbaşkanı tarafından dile getirildiğinden beri, Alman kamuoyunda bir mantra haline geldi. Meselenin özünde, kamuoyu desteğini sağlamak için öne sürülen insan hakları motiflerinin yatmadığını biliyoruz. 2015’te yazdıklarınızla karşılaştırdığınızda, yeni Alman emperyalizminin bugün her türlü araçla ve birçok cephede savaşması konusunda ne düşünüyorsunuz? Sizce federal hükümet dünya politikasında nasıl bir strateji izliyor?

Jörg Kronauer: Bugünkü Alman dış politikasında, Gauck'un 2014 başlarında Münih Güvenlik Konferansı’nda dile getirdiği görüşlerle pek çok benzerlik olduğunu ama aynı zamanda önemli farklılıklar da bulunduğunu düşünüyorum. Ortak özelliklerden biri, Almanya'nın ve Almanya önderliğindeki AB'nin dünya siyasetinde öncü bir rol üstlenmesinin talep edilmiş ve hâlâ edilmekte olmasıdır. Gauck bunun yanı sıra daha fazla militarize edilmiş bir Alman dış politikası talep ediyordu; bugün Alman hükümetinin bu militarizasyonu gerçekleştirmek için şartları nasıl zorladığını –yani askeri bütçedeki artış, 100 milyar avroluk özel silahlanma programı, Doğu ve Güneydoğu Avrupa'da NATO çerçevesinde giderek daha fazla askerin konuşlandırılması ve bir zamanlar militarizasyon konusunda bazı çekinceleri olan Yeşiller'in şimdi bunun bayraktarlığını yapması gibi- görmekten muhtemelen hoşnuttur kendisi. 

ABD ve AB’nin hesabı tutmadı

Öte yandan genişlemenin somut siyasi hedeflerinde kesinlikle farklılıklar bulunuyor. Gauck'un konuşmasını yaptığı dönemde, dış politika yapıcıları esas olarak Avrupa'nın etrafında Kuzey Afrika'dan Orta Doğu ve Doğu Avrupa'ya uzanan bir devletler çemberi oluşturmayı hedefliyordu. Mali'den Suriye'ye, Irak'tan Ukrayna'ya kadar birçok kriz ve savaş durumu hakimdi; Alman dış politika yapıcıları buraların tamamında kontrolü ele geçirmek, AB ya da Batı yanlısı hükümetler kurmak ve durumu kendi çıkarları doğrultusunda istikrara kavuşturmak istiyordu: Fiili olarak AB'nin etrafında işbirliğine istekli devletlerden oluşan bir çember kurulacaktı. Güçlü bir dünya politikası izlemek için güvenli bir temel atılmış olacaktı böylece. Aynı zamanda, ABD ile bir tür iş bölümü söz konusuydu: ABD, Çin ile güç mücadelesine odaklanırken, Almanya öncülüğünde AB, Kuzey Afrika, Yakın ve Orta Doğu ve Doğu Avrupa'da onları rahatlatacaktı. Bu hesap pazardan döndü; AB'nin kontrolü ele geçirmek istediği hiçbir yerde barışçıl koşullar tesis edilemedi ve savaşların en azından sona erdiği yerlerde de –Suriye gibi– Rusya’nın müdahalesi ile bir miktar sağlandı bu. 

Bugün Alman dış politikası yeni bir durumla karşı karşıya. Son yıllarda odak noktası giderek daha fazla Rusya ve Çin'e karşı güç mücadelesine, yani süper güçlere karşı güç mücadelesine kaydı. Almanya dış politikada, Avrupa'nın etrafında oluşturmayı hedeflediği devletler çemberi üzerinde kontrol sahibi olma amaçlı yurt dışı misyonlarını sonlandırdı – Afganistan misyonu gibi - ya da zaman zaman gündeme gelen Libya'ya müdahale planı gibi planlarından vazgeçti. Alman hükümeti, Rus ordusuna askerî açıdan serbest alan bırakmayacağından emin olsaydı, muhtemelen Bundeswehr'i (Federal Orduyu) Mali'den de çoktan çekmiş olurdu.

Geçtiğimiz Ekim ayında şimdiki Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier (SPD) de Bellevue sarayındaki “Ulusa sesleniş” konuşmasında benzer bir yaklaşım sergileyerek dünyanın bir çatışma evresine girdiğini ve barışın kazanımlarının tüketildiğini, Almanya'nın bu üstünlük kurma mücadelesinde kendi ayakları üzerinde durabilmesi için kendini ortaya koyma iradesine, ama her şeyden önce güçlü ve iyi donanımlı bir orduya ihtiyacı olduğunu belirtti. Alman devletinin yeni bir askerî doktrini var mı, varsa yeni olan nedir?

Gauck'un konuşmasını yaptığı 2014 yılı başındaki dönemden temel fark, o dönemde Bundeswehr'in öncelikle zayıf devletlerdeki ayaklanmalarla mücadele görevlerine odaklanmış olmasıydı: Afganistan ya da Mali'deki gibi misyonlar ya da Somali açıklarındaki deniz misyonu gibi. Oralarda amaç, isyancıları ya da korsanları bastırmaktı. Silahlanma da bu tür müdahalelere yarayacak hale getirildi; örneğin daha az muharebe tankına ihtiyaç duyuldu ve uzak kıyılarda diğer savaş gemilerinden daha uzun süre seyredebilen ve örneğin korsanlara karşı operasyonlar için özellikleri optimize edilmiş F125 fırkateyni gibi savaş gemileri inşa edildi.

'Bir süper güce karşı savaş doğrultusu ağırlık kazandı'

2014 baharında Kırım'ın Rusya Federasyonu'na katılmasıyla Ukrayna çatışması doruğa ulaştığında Bundeswehr, bir süper güce karşı olası bir savaşa daha güçlü bir şekilde yönelmeye başladı. Bunun için askeri donanımın da yeniden düzenlenmesi gerekiyordu: Daha fazla muharebe tankına ihtiyaç vardı artık ve, örnek olsun, F125 fırkateyni elverişli bir donanım olmaktan çıkmıştı, çünkü deniz savaşları için işlevli veya füzelere karşı savunma için uygun değildi. Bu nedenle yeni bir savaş gemisi türünün inşasına başlanması gerekiyordu; önce çok amaçlı savaş gemisi 180 olarak adlandırıldı bu gemi. Çok amaçlı derken, örneğin korsanlara karşı operasyonlar için kullanılabileceği gibi, bir süper güce karşı bir deniz savaşı için de kullanılabiliyor. Bu gemi bugün Fırkateyn 126 (F126) adını taşıyor.

Bugünkü beklenti Bundeswehr’in, isyanla mücadele ya da korsanlık operasyonları için olduğu kadar, bir süper güce karşı savaş için de yeterli ve güçlü bir donanıma sahip olması. Zamanla, bir süper güce karşı savaş doğrultusu ağırlık kazandı. Ve bunun için gerekçe olarak sıklıkla “ulusal savunma” şifresi devreye sokuluyor. Örneğin Çin'e karşı bir savaşta Almanya'yı savunmak veya kendi ülkesini korumak söz konusu olmasa bile, bu şifreler geçerliliğini koruyor.

Bununla bağlantılı olarak; koalisyon ortakları arasında ve devlet yönetimi içerisinde de bir ayrışma olduğu biliniyor. Örneğin Şansölye Scholz’un Çin'e yaptığı gezi, federal hükümet içindeki ve şirketler ile Yeşiller arasındaki bölünmüşlüğü açığa çıkarmış oldu. Alman emperyalizminin isteksizce ABD'nin kuyruğuna takıldığı iddiası ortalıkta dolaşırken Scholz'un geçtiğimiz yılın Şubat ayında dillendirdiği "Zeitenwende" (dönüm noktası), politik bir rota olarak nereye oturuyor? Alman emperyalizmi bir kriz içerisinde diyebilir miyiz?

Öyle diyebiliriz. Alman emperyalizminin her zaman kırk tarakta bezi olmuştur. Bir yanda ekonomik olarak çok kârlı ve askeri olarak son derece kullanışlı transatlantik bağlar daima mevcuttu. Ne de olsa dünyanın en büyük askeri gücü olan ABD ile müttefik olanın eli güçlüdür, değil mi? Öte yandan, Rusya ile özellikle doğal gaz alanında her zaman ekonomik açıdan kârlı ilişkiler söz konusuydu; Rus doğal gazı Alman sanayisi için çok önemliydi çünkü ucuz enerjiyi garanti ediyordu. 

Alman emperyalizminin ikilemi

Rusya'nın Ukrayna harekâtı Alman emperyalizmini bir ikileme sürükledi: Eğer Rusya'yı kendi haline bıraksaydı, bu Doğu ve Güneydoğu Avrupa'da güçlü bir rakibin Alman çıkarlarını tehlikeye düşürmesi ihtimalini beraberinde getirecekti; böylelikle Almanya'nın Doğu ve Güneydoğu Avrupa'daki hâkimiyet iddiası boşa düşecekti. Bu durum Alman hükümetini, önemli enerji ilişkilerini bozma pahasına da olsa, büsbütün ABD'nin yanında Rusya'ya karşı güç mücadelesine girmeye yöneltti. Bazen merkezi bir hedefe ulaşmak –yani Doğu ve Güneydoğu Avrupa'da hakimiyet kurmak- ancak diğer hedeflerden vazgeçmekle mümkün oluyor. 

Ancak Rusya'ya karşı güç mücadelesinin tırmanması, aynı zamanda Almanya'yı ABD'ye daha da bağımlı hale getirdi. Pek çok örnekte bunu görmek mümkün: Şu anda Doğu ve Güneydoğu Avrupa'da konuşlandırılan birlikler AB değil, NATO birlikleridir; Ukrayna'nın somut savaş yönetiminde ve silahlanmasında tonu Almanya ya da AB değil, ABD belirliyor; silahlanmada Alman hükümeti sık sık ABD silahlarına başvurmak zorunda kalıyor, çünkü örneğin Fransız-Alman yapımı yeni nesil savaş uçağı FCAS (Future Combat Air System) gibi Alman, daha doğrusu Avrupa silahları henüz tam olarak geliştirilemedi. Buna ek olarak, Federal Almanya Cumhuriyeti sıvılaştırılmış gaza geçtiğinde ABD kaynaklarına bağımlı hale gelecektir. Ayrıca, Rusya pazarından çekilmek zorunda kalan şirketler, örneğin Çin'e mi yatırım yapacaklarını, yoksa Çin'den farklı olarak yaptırımlara maruz kalmayacaklarını bildikleri ABD'yi mi tercih edeceklerini, üç ya da dört kez düşüneceklerdir. ABD'ye olan bağımlılığın önemli ölçüde artması, aslında bizzat kendisi, daha doğrusu AB ile birlikte bir dünya gücü olmak isteyen Almanya için ciddi bir sorun. 

SPD ile Yeşiller’den oluşan ilk koalisyon hükümetinde (1998-2005) dışişleri bakanlığı yapan J. Fischer zamanında "Yeşiller’in dış politikası olmaz, Almanya'nın dış politikası olur" demişti. Almanya’nın bugünkü dış politika öncelikleri, Merkel hükümetinden farklıymış gibi görünüyor. En azından Annalena Baerbock gibi saldırgan bir figür oturuyor Dışişleri Bakanlığı koltuğunda. Gerçekten iki hükümetin dış politikası arasında köklü bir farklılık var mı? Varsa, bu yeni siyaset, Alman sermayesinin istekleri ve planlarıyla uyumlu mu?

Bu konuda Joseph Fischer ile ilk kez aynı fikirde olduğumu söylemeliyim. Almanya’nın büyük düzen partileri arasında dış politika konusunda kesinlikle farklılıklar mevcut. Ancak, dış politikayı fiilen şekillendirenler, sanıldığından çok daha dar bir hareket alanına sahiptir. Bir yanda siyasetin, iş dünyasının, ordunun ve başka çıkar gruplarının Almanya'da sahip oldukları ve birinden birine zarar vermeden korunması mümkün olmayan sayısız dış çıkarları söz konusu. Diğer yanda ise hareket alanını sınırlayan ittifaklar söz konusu: Her hükümet değişikliğinden sonra, örneğin AB veya NATO'da büyük rota değişikliklerini hesaba katmak gerekseydi, bu ittifakların istikrarlı ve süreğen bir politika izlemesi pek mümkün olmazdı. 

Kanımca, Alman hükümetinin bugün Merkel yönetimindeki büyük koalisyondan farklı bir dış politika izliyor olmasının başlıca nedeni, Ukrayna savaşının çerçeve koşullarını büyük ölçüde değiştirmiş olmasıdır. Bu arada: Ukrayna savaşına kadar kırmızı-sarı-yeşil (SPD-FDP-Yeşiller) koalisyonun dış politikası, kırmızı-siyah (SPD-CDU) hükümetinkine oldukça benziyordu; örneğin Baerbock bile görev süresinin başında Kuzey Akım 2 boru hattını savunuyordu. 

Ancak Baerbock ve Scholz'un belli bir ölçüde farklı çıkarlara hizmet ettiği aşikâr. Scholz, -örneğin Çin pazarından asla vazgeçmeyecek olan- ekonominin çıkarlarını kesinlikle daha fazla önemsiyor. Baerbock ise daha çok büyük müttefik ABD'ye yönelmiş durumda; Washington gibi o da çok daha agresif bir Çin politikasını temsil ediyor. Ben bunu ABD'ye boyun eğmek olarak da görmüyorum: Almanya, ittifaklardan vazgeçebilecek kadar büyük değil, dolayısıyla müttefiklerini de hesaba katmak zorunda. Ayrıca güç politikası açısından, bir dünya gücü olarak Çin, Alman emperyalizminin ilgi duyacağı bir şey değil kesinlikle. Sonuçta Almanya kendisi de bir dünya gücü olmak istiyor. Scholz ve Baerbock arasındaki farklılıklar, şu anda Dışişleri Bakanlığı'nın hazırladığı Çin stratejisi üzerindeki tartışmalarda iyice belirginleşiyor.

Federal Almanya Cumhuriyeti, bilindiği gibi, tekelci sermayenin egemen olduğu bir toplumsal yapıya sahip. Ekonomi ve siyaset arasındaki ilişki tam olarak emir ve itaat olarak tanımlanabilir. Almanya’da, özellikle Yeşiller Partisi’nin aşırı Atlantikçi tutumundan rahatsız olan bir sermaye bölmesinin olduğunu gözlemliyoruz- aynısı AFD (Almanya için Alternatif partisi) için de geçerli. İkisi arasındaki ilişkisinin temelinde ne yatıyor? Örneğin Kuzey Akımı 2 projesine yapılan sabotajı ve sonrasında Alman hükümetinin tutumunu bu çatışma bağlamında değerlendirebilir misiniz?

Ukrayna savaşı Alman sermayesi içinde çok sayıda fraksiyon çatışmasına yol açtı. Gerçekten de Rusya ile ticaret yapmaya güçlü bir yönelim gösteren bir grup vardı, özellikle de enerji sektöründe. Bu fraksiyon şimdi kendini tümüyle yeniden konumlandırmak zorunda. Kuzey Akım boru hatlarına yapılan sabotaj, Rusya ve Ukrayna arasında bir gün barış anlaşması sağlansa bile, doğal gaz endüstrisini artık Rusya ile ticari ilişkilerini yeniden tesis edemeyeceği bir noktaya getirdi. Muhtemelen tabuta son çivi çakılmış oldu. Bu durum kuşkusuz ABD'nin çıkarına, çünkü Rusya ticaretinin sona ermesi, Alman ekonomisinin ABD ile transatlantik ticarete olan bağımlılığını güçlendiriyor. 

'Yeşiller’in Çin politikasından rahatsız sermaye kesimleri var'

Ancak Yeşiller’in başını çektiği Dışişleri Bakanlığı'nın agresif Çin politikasından rahatsız olan bir başka grup daha var: Çin ile güçlü ticari ilişkileri olan bir çıkar grubu. Alman endüstrisinin en büyük sektörü olan otomotiv sektörü burada elbette merkezi bir rol oynuyor; VW, BMW ve Mercedes gibi büyük otomobil şirketleri, araçlarının yüzde 30 ila 40'ını Çin'de satmakta ve Halk Cumhuriyeti elektromobilite alanında lider pazar haline geldiğinden, elektrikli otomobil sektörüne yönelik Ar-Ge faaliyetlerini de giderek daha fazla buraya aktarmaktadırlar. Çin, kimya endüstrisi için de uzun zamandır vazgeçilmez bir ülke; birkaç yıl içinde dünya kimyasal pazarının yaklaşık yarısı orada yoğunlaşacak ve o pazarda hazır bulunmayanlar, kendilerini marjinalleştirecek. Özellikle otomotiv ve kimya endüstrisi temsilcilerinin, Dışişleri Bakanı Baerbock'un Çin politikasından hiç hoşnut olmadıkları açık ve bunun nedeni ekoloji konusundaki görüş ayrılıkları değil kuşkusuz.  

Almanya’daki barış hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz? Oldukça köklü bir geleneğe sahip Alman barış hareketi, 1960’li ve 80’li yıllarda oldukça geniş kitlelere seslenebiliyordu, büyük bir halk desteği söz konusuydu. Bugün ise etkisi ve sözü zayıf bir barış hareketi görüyoruz. Özellikle Ukrayna-Rusya savaşı başlığında, üçüncü dünya savaşı gündemdeyken, oldukça etkisiz ve adeta nasıl pozisyon alacağını bilemez bir halde. Ne dersiniz? Barış hareketinin toplumsal etki alanını yitirmesinin nedenleri sizce nedir? Bu noktada geçtiğimiz haftalarda yayınlanan ve büyük tartışma yaratan “Barış manifestosu” metni -yazarlarının Sarah Wagenknecht (Die Linke) ve Alice Schwarzer (feminist yazar) olduğu düşünülürse- nasıl bir yere oturuyor? Ardından düzenlenen büyük barış mitinglerinin bir etkisinden söz edilebilir mi? 

Almanya'daki barış hareketi gerçekten de çok zayıf. Bunun kuşkusuz birden fazla nedeni var. Bunlardan biri Almanya'da solun genel zayıflığıdır ki bu da toplumsal hareketler açısından hiç elverişli bir durum değil. İkincisi, Rusya’nın- ve bu arada Çin'in de- siyasi olarak nasıl sınıflandırılacağı konusunda anlaşmazlığa düşen ve aynı zamanda ittifaklarını nereye kadar genişletecekleri konusunda da fikir ayrılığına düşen barış hareketi içindeki siyasi farklılıklardır. Üçüncü bir sorun da eski barış hareketinin kendi saflarında bir kuşak değişimini örgütlemeyi başaramamış olmasıdır. Bugün güçlü bir barış hareketinin yeniden ve oldukça ani bir toplumsal ihtiyaç haline geldiği gerçeği, Wagenknecht ve Schwarzer'in çağrısının, herhangi bir güçlü örgütün veya bir siyasi partinin kampanyası olmaksızın ne kadar hızlı bir şekilde yarım milyondan fazla imzaya ulaşmasında görülebilir; üstelik de düzen siyasetinin ve medyasının yoğun bir kara propagandasına maruz kalmışken.  Wagenknecht ve Schwarzer'in bu girişimi hakkında ne düşünülürse düşünülsün, başarıları aslında barış hareketini cesaretlendirmelidir. Durumun böyle olup olmadığını ve eğer öyleyse bunun barış hareketinde büyüme sağlayıp sağlamayacağını ilerleyen zamanda göreceğiz.

*Jörg Kronauer, 1968, Londra'da yaşıyor, sosyolog ve serbest gazeteci, neo-faşizm, Alman dış politikası ve Çin konularında uzman, German Foreign Policy haber portalının editörü.