Emekten yana, değerli iktisatçıların da imza attığı bildiri, bizi yanlış bir tartışmaya sürüklüyor. Böyle yaparsak, her sene bu vakitlerde asgari ücret tartışır dururuz.
Evin Nagehan
Geçtiğimiz gün 130 civarında iktisatçının imzaladığı bir metin, zaten uzun süredir gündemde olan asgari ücret ve gelir dağılımı tartışmalarına tekrar dikkat çekti. Türkiye ekonomisinin holdinglerin ve onların çıkarlarına göre kararlar alan ekonomi bürokrasisinin kontrolünde işleyen mekanizmaları düşünüldüğünde, metnin çıkışındaki iddiayla içeriği arasındaki büyük bir açı olduğunu tespit etmek zor değil. Yoksulluğa mahkûm edilmiş emekçilerin mücadelelerinde bir yanılsama yaratan bu metni yakından incelemek ve daha ileri bir tartışma zemini kurmak gerekiyor.
Metnin ilk paragraflarında AKP hükümetinin iktisadi politikaları hakkında iyimser bir varsayım yer alıyor. Bu varsayıma göre hükümetin “enflasyonla mücadele etmek” diye bir amacı var ve maliye ve para politikaları da bu amaca göre şekilleniyor. Metnin geri kalanı da zaten bu çerçevenin dışına çıkmıyor, çıkamıyor, hükümetin “bilimin” yolunu takip etmesi telkin ediliyor. Buna göre enflasyona karşı ulusal bir mücadele seferberliği içerisindeyiz, sorunumuz da bunun “maliyetinin” “adil dağıtılması”.
Öncelikle hükümetin enflasyonla mücadele ettiği varsayımının hiç de gerçekçi olmadığını, hükümet enflasyonla “mücadele etmediğinde” de “mücadele ettiğinde” de kaybedenin emekçiler olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. AKP iktidarının enflasyonist döneminin öncesinden günümüze kadar reel ücretlerdeki ve ücretlerin toplam üretimdeki (toplam gelirdeki) payındaki düşüş artık tartışmasız bir olgu. Peki bir yerde kaybeden varsa, kazananın da olması gerekmez mi? Metinde buna dair bir ipucu bulmak kolay değil. İmza atanlar arasında emekten yana olduğundan şüphe duymayacağımız saygın iktisatçılar da bulununca, insan kazananların adının neden olmadığına şaşırıyor.
Aslında kaybedenler gibi kazananlar da gizli değil. Hepimizin bildiği fakat metinde yer almayan bir gerçeği hatırlatmamız gerekiyor: Artık ortalama ve aynı zamanda emekçilerin yarısından fazlasının aldığı bir ücrete dönüşmüş olan asgari ücret enflasyon karşısında eridikçe, holdingler, sermayedarlar, yani Türkiye burjuvazisi kârlarını katlamaya devam ediyor. Merak edenler, duymamış olanlar varsa mesela şuraya bakabilirler, ya da buraya…
Bir diğer ilginçlik de hükümete “bilimin” yolunu göstermek. Bir ara patronlar kulübü TÜSİAD da hükümete “Genel kabul görmüş iktisat bilimi kurallarına hızla dönülmeli” diyerek “bilimin” yolunu gösteriyordu. Şimdi de kimi iktisatçılarımız bu rolü üstlenmişler ama onların bilimi TÜSİAD’ınkinden farklı mı? Merak ediyoruz. Bunları sormamız ve cevaplarını almamız gerekiyor. Yoksa bilim dediğimiz sınıfsal bir şey mi? Kazananların bilimiyle kaybedenlerin ücretlerini tartışıyoruz ve boşa kürek çekiyoruz.
İktisatçılarımız çok dar bir alanda uzlaşmışa benziyorlar. Bu uzlaşı noktası hükümetin “beklenen” yerine “gerçekleşen” enflasyon üzerinden asgari ücrete zam yapması gerektiği. İyi de bu gerçekleşmeler nasıl oluyor, neden fiyatlar yükseliyor ve onun artış oranı olan enflasyon yavaşlamıyor? Uluslararası tekeller düzeninin işleyişini tartışmadan asgari ücret artışlarına odaklanmak bizi nereye kadar götürebilir acaba? Peki ya beklentiler, kimin beklentileri bunlar, nasıl oluşurlar? Yoksa enflasyon dediğimiz sınıfsal bir şey mi? Enflasyonlu veya enflasyonsuz, her durumda kazananların diliyle kaybedenlerin ücretlerini tartışıyoruz.
Ücret-fiyat ikiliğine hapsolmamış, iktisat denilen sosyal bilimin ana konusu olması gereken üretimin ne amaçla, kimin için, nasıl gerçekleştiği sorularının cevaplarını merkeze alan ve bundan hareketle üretim üzerinde kimin ne hakkı olduğuna odaklı iktisat tartışmalarına ihtiyacımız var. Bunun yolu da:
- Asgari ücret düzenine son vermenin ve ücretlerin hak temelinde ele alınmasının
- Sağlık, eğitim, barınma, enerji, gıda, ulaşım, madencilik, finans, savunma gibi temel sektörlerin devletleştirilmesinin
- Bu sektörlerin ürettiği tüketim malları ve hizmetlerinin parayla alınan ve satılan metalar olmaktan çıkartılmasının tartışılmasını gerektiriyor.
Metni imzalayan iktisatçıların çoğunluğunun tartışmayı bu zemine çekmeye niyeti yok, bir kısmının da niyeti bu olsa da güçleri tartışmayı bu zemine çekmeye tek başına yetmiyor. Bu niyette olanlar bu metni imzalamayı da bunun için bir ara aşama olarak görseler de projektörlerin, sağdan ya da soldan, toplu halde yanlış yere tutulmasına karşı emekçileri uyarmak gerekiyor. Eğer ara aşama veya aşamalar varsa, onlar da bu yukarda çizdiğimiz çerçeve içerisinde anca anlam kazanabilirler. Yoksa kapitalizmin ve sermayedarların çürüttüğü dünyamız ve ülkemizde dibe doğru batışımızın sonu yok…Birazcık nefes alabileceğimiz ara bir durak da.
Ulusal ve uluslararası tekellerin hükümetin ekonomi politikalarının da yardımıyla emekçileri limon gibi sıktığı bir ülkede artık emekçiler bile asgari ücret artışlarından kendilerine yarar gelmeyeceğini düşünmeye başladılar. Emekçiler asgari ücret artışlarından sonra gelen zamlardan şikâyet ettikleri için böyle düşünüyorlar. Bu her ne kadar yanlış bir yaklaşım olsa da meselenin özüne dair iktisatçıların bu düzen içinde düşünmeye devam ettikçe göremeyecekleri bir ipucu veriyor aslında bizlere. Emekçiler daha radikal bir değişiklik ihtiyacının nüvelerini taşıyorlar içlerinde…
Asgari ücret değil, hür ve günlük güneşlik bir ülke için, utanmaya, sıkılmaya, adını sakınmaya gerek yok, bize devletçi, sosyalist bir ekonomik düzen gerekiyor. Hava işçiden döndüğünde, yel işçiden estiğinde bu doğrultuda daha ileri metinler ele alınacaktır. Sorunumuz da zaten havayı döndürmek, lakin hava yanlış tartışmalarla dönmez. Yoksa her sene bu vakitlerde asgari ücret tartışır dururuz…