Girişimciliğin 'gerçekçi' yolu, tek kişilik CEO'lar ve melek yatırımcılar

"Para kazanmasını engelleyen ülkeden kurtulacağına ve kendisine 'hak ettiği değeri' veren ülkelerde bunu başaracağına inanan birçok kişi örselenmiş, tükenmiş ve yalnız şekilde işçiliğe devam ediyor."

eren korkmaz

29 Aralık tarihli "Ölü Girişimciler Derneği" adlı yazımda İngiltere’de ve Avrupa’da genel bir yönelim olarak işçi olma halinin küçümsendiğine ve bireysel zenginliğin yolu olarak girişimciliğin öne çıkarıldığına değinmiştim. Bu yazıda bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. Bilhassa üniversite gençliği ve akademisyenlerden başlayarak mühendisleri ve birçok işkolunu kapsayacak şekilde insanlara sunulan çözüm, bir ürünü ve hizmeti geliştirmek, ticarileştirmek, bunun için yatırım bulmak ve ardından satarak zengin olmakla sınırlı. Ancak bu yola çıkanların yüzde 90’ından fazlasının başarısız olduğuna vurgu yapmıştım. 

Kısaca hatırlatmak gerekirse, insanların birkaç senesini ve birikimini harcaması pahasına sunulan bu “kısa” ve “gerçekçi” yola çıkanların;

  • yüzde 80’inin yatırım bulamadan fikir aşamasından öteye gidemediğini, 
  • yatırım-para bulabilen yüzde 20’sinin yaklaşık yüzde 80’inin kârlı bir şirket oluşturamadığını, aldıkları parayla ekip kurup piyasaya ürün çıkardıklarında başarısız olduklarını ve sürecin sonunda borçlu hale geldiğini, 
  • yatırım-para bulan yüzde 20’nin kâr elde edebilen beşte birinin büyük çoğunluğunun ise yeterince karlı bir iş kuramadığı için yatırımcı tarafından exit’e, yani satışa zorlandığını, 
  • tüm bu sürecin sonunda iş kurup yüksek kârlı iş kuran toplamın yüzde 1-2’lik kesiminin ise genellikle zengin ailelerden geldiğini ve bu çevreye ve arka plana dayanarak başarılı olduğunu görüyoruz.

Girişimcilikten göçmenliğe

Ancak bu yol birçok üniversite öğrencisi ise gerçekçi ve hızlı bir yol olarak görülüyor. Buna sosyal medya ile çeşitli kişisel gelişim ve iş geliştirme programları eşlik ediyor. Dolayısıyla üniversitede bir öğrenci, akademisyen veya mühendis için artık kolektif örgütlenmelerde bir araya gelip çalışma şartlarını düzeltme, hak elde etme ve bunun üstüne yeni bir düzen için harekete geçme zorlu, riskli, tehlikeli ve ütopik olarak görülebiliyor. 

Burada insanların kendilerine göre gerçekçi bir analiz yapmaya çalıştıklarını kabul edebiliriz. Ama işin mantığı sorunlu ve bu mantığı kimin yaydığı önemli. Örneğin Türkiye’de bir üniversite öğrencisi, doktor veya mühendis startup kurup, ürün geliştirip, bunu satıp, hızlıca zengin olma hayallerini incelerken ve bu yönde sosyal medyadan üniversite inovasyon merkezlerine ve yerel ve merkezi yönetimlerin ilgili birimlerine kadar tüm süreci takip ederken bu hedefe varmasının önündeki en büyük engelin kapitalizm değil de Türkiye gerçekliği olduğu sonucuna varabiliyor. Dolayısıyla eğer sol düşünceye yakınsa duyarsız ve hareketsiz toplumu ve gerici iktidarı da analizinin içine katabilir, politik değilse veya iktidarı destekliyor olsa dahi ülkemizin bu imkânları sunamadığı sonucuna varıp yurtdışına göçü gündemine alabilir. 

Türkiye’de birçok önde gelen üniversitede bilgisayar mühendisliği gibi belirli bölümlerden mezun olanların hiçbirinin Türkiye’de kalmadığını veya tıp okuyanların daha ilk senelerinde Almanca, İsveççe gibi dilleri öğrenmeye başladığını ve üniversiteyi aslında yurtdışına göçe hazırlık için değerlendirdiğini görüyoruz. On binlerce doktorun, mühendisin ve diğer iş kollarından insanların aileleriyle birlikte İngiltere, Almanya, Hollanda, Kanada, BAE (Dubai) gibi ülkelere göç ettiğini biliyoruz. 

Bu ülkelere göç edenlerin aradıklarını bulamama ve yaşadıkları psikolojik sorunları ayrıca değerlendirebiliriz. Ama bunda da esas motivasyon, kişinin zenginliğe erişimini, elindeki mesleği ve yetenekleri girişimcilikle pekiştirip para kazanmasını engelleyen ülkeden kurtulmak ve kendisine “hak ettiği değeri” veren, “insan gibi” davranan ülkelerde bunu başaracağına inanmasıdır. Bu da aslında ilk başta bahsettiğim 2-3 yıllık girişimci adayı olma macerasını 6-8 yıla çıkarıyor, yeni bir ülkeye alışma, anlama ve varsa çocukların okulları derken daha da çıkmaz yollara iletiyor, sürecin sonunda birçok kişi örselenmiş, tükenmiş ve yalnız şekilde işçiliğe devam ediyor. 

Örneğin İngiltere’de maaşlı olarak çalışan birinin ev alma, rahatça tatil yapma veya tüketim yapmasının çok zor olduğunu gözlemlemek mümkün. Mesela kalifiye bir işe yeni başlayan biri yıllık 36 bin pound alıyorsa bunun aylık maaş karşılığı vergi dilimine göre 2000-2400 pound arası oluyor. İşinde yükselip, yıllar içinde yönetici pozisyonuna geçse ve yıllık 90 bin pound alsa aylık maaşı 4500-5000 pounda çıkacak. Dolayısıyla yıllar içinde kariyerinde en yüksek aşamaya geldiğinde dahi hayat standartlarında radikal bir değişim ve zenginlik beklemek mümkün olmuyor.

Gündüz bordrolu, gece CEO

Maaşlı olma, işçi olma hali kurtulunması gereken, geçici bir durumsa ve “ezik” insanların işiyse en kısa sürede startup kurma, girişimci olma ve yatırım alma için harekete geçmek gerekir. Bu nedenle birçok göçmen Türkiye’den göç ettikten sonra gündüz çalışıp gece kendi işini kurmak için uğraşmayı sürdürüyor. 

Çok sayıda insan da, vize şartı nedeniyle, göç ettikten sonra hemen şirketini kuruyor. Bunlar doğrudan CEO olma hayallerine en azından kâğıt üstünde kavuşmuş oluyorlar. Örneğin Londra’da onlarca ülkeden gelen, maliye bakanlığının sitesinden kontrol edildiğinde, büyük çoğunluğunun doğru dürüst gelirinin ve kârının olmadığı, çoğunluğu tek veya iki kişilik startupta “CEO” olarak konumlanan binlerce “girişimci” adayı var. Bu insanların büyük çoğunluğu günlerini network etkinliklerinde ve yatırımcılardan para istedikleri “pitching” toplantılarında ve kendilerini yatırımcılarla buluşturan “accelerator-hızlandırıcı” programlarının çalışmalarında geçiriyorlar. Bu sırada bir yandan ülkeden yanlarında getirdikleri ve genellikle ev ve araba satarak elde edilen birikimlerini tüketiyorlar, öte yandan gece gündüz, kalan zamanlarında ufak tefek işleri alıp hayatlarını döndürmeye çalışıyorlar. 

(Hiçbir çalışanı ve parası olmayan CEO’lar ile aslında onlara bu unvanları veren yatırımcıların ve hızlandırıcı/inovasyon programları yürütücülerinin açıktan dalga geçtiğine birçok kez tanık oldum.)

Bu pırıltılı hayatı ben seçmedim

Türkiye’den bakıldığında, İTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerden mezun olan, startup kurup Londra’ya yerleşen ve şirketinde CEO olan, dışarıdan oldukça cafcaflı ve havalı görünen birçok girişimci adayının, Türkiye’de kalıp bir şirkette çalışsalardı, bu kadar stres, zorluk ve yoksulluk yaşamayacağını iddia edebilirim.

Dolayısıyla işçi olmaktan utanan, işçiliği küçümseyen, yoksulluğu bir sistem sorunu değil de kişisel başarısızlık hikayesi olarak gören ve girişimci olmanın tek çare olduğuna inanan binlerce insan bu motivasyonla yola çıktıklarında çareyi yurtdışına göçmekte buluyorlar. 

İyi bir üniversite mezunu olma, “beyin göçü”ne dahil olma, Londra’ya veya Amsterdam’a taşınma, şirket sahibi olma, CEO olma, pitching etkinliklerinde birkaç milyon pound talep etme, o etkinliklerdeki festival ortamından etkilenme, milyonlarca poundu dağıtabilen yatırımcılarla tanışma derken işin arkasında çok daha ağır çalışma şartları ve umutsuzluk açığa çıkıyor.

Bu nedenle zenginliğe bu bireysel erişim yolunun gerçekçi olmadığını veya en azından çok küçük bir kesimin ulaşabildiği bir imkân olduğunu ve çok küçük kesimin de genellikle alın teri ile değil ailelerinin sunduğu imkânlar ile ona eriştiğini görmek mümkün. Bunun örgütlenme, sendikalı olma, hak talep etme karşısında daha gerçekçi olmadığı da aslında net.

Güvencesiz CEO

Diğer yandan kartvizitine CEO da yazsa, aslında güvencesiz şartlarda çalışmanın “girişimcileri” işçilikten çıkarmadığını görmek gerekiyor. Belki bir işyerinde çalışsa sendikalı olabilir, tatil izni olabilir, maaş pazarlığı yapabilir. Ancak girişimci olunca, kendisine hızlandırıcı programlarında anlatılan “girişimci maceracıdır, bilinmeyene adım atmaktan çekinmez, dayanıklıdır, güçlüdür, ama sonunda ödülünü alır ve toplumun en zengin % 1’ine girer” masallarını dinleyince, bir de göç ettiyse ve zaten vize türü gibi legal sebeplerle her yerde istediği gibi çalışması da mümkün değilse ve giderken kendisine alkış tutan yakın çevresinin döndüğünde kendisine yenik muamelesi yapacağını bildiği için bilinmeyen içinde tek başına çabalamaktan geri durmaz. 

Bu sadece yatırım, para arayıp bulamayanlarla ilgili değil, bu networkler üzerinden zengin bir “melek yatırımcı” bulup onunla “yola çıkan”lar için de geçerli. Diyelim ki aradığınız 1 milyon poundu buldunuz ama bu sizin pound milyoneri olduğunuz anlamına gelmez. Sizin ekip kurmanız, en azından 4-5 kişiyi işe almanız, ortak veya kendinize özel bir ofis tutmanız, belirli teknik altyapı ve eşya masrafını yapmanız gerekir. Bunun içine kendi CEO’luk maaşınızı da yazarsınız. Bunları toplar, 2 veya şanslı iseniz 3 senelik masrafı hesaplarsınız. O para zaten bu masraflara gider. Yatırımcı bunun karşısında sizin şirketinizin önemli bir kısmını hisse olarak alır. Ama zaten parayı verdiği için hesap soran odur, patron odur. Ayrıca birçok startup örneğinde “normal” olan, co-founder’ların (yani kurucuların) bir veya birkaçı bu aşamada yatırımcı tarafından elenir, yani yola çıktığınız arkadaşınızı satmak zorunda kalırsınız. Yine çoğu durumda yanınıza yatırımcı yeni bir “co-founder” getirir, artık onunla çalışacaksınızdır. Zaten şirketin avukatı ve muhasebesi de genellikle yatırımcının atadığı kişilerdir. Sizin size verilen süre içinde söz verdiğiniz ürünü üretmeniz ve satmanız ve para kazanmanız gerekir. Yatırımcı bazen size kendi imkânları üzerinden müşteri bulabilir. Bunların hepsini inovasyon merkezi ve hızlandırıcı programı yetkilileri derslerinde anlatır. Size o nedenle sizinle aynı vizyona sahip bir yatırımcı bulmanın değerini anlatırlar, o sayede müşteri bulmak kolaylaşır ve siz de tanrıdan veya evrenden öyle bir yatırımcı dilersiniz.

Vakumdan çıkmak kolay değil

Zengin olmak için çıktığınız, bunun için denizler, okyanuslar aştığınız, peşinizde ailenizi sürüklediğiniz bu yolda başarılı oldunuz, yatırımcı buldunuz, artık dışarıdan bakıldığında şirkete benzer bir yapı var, CEO’sunuz ve şirketinizde çalışan birkaç çalışan var, (onlar da genellikle biraz ortamı öğrenip kendi startuplarını kurmak için yola çıkanlar oluyor) ve önünüzde 2 veya 3 yıl var. Kâr edemezseniz borçlu olabilir, yeterince kâr edemezseniz “exit” yapmaya, şirketinizi satmaya zorlanırsınız, belki de her şey yolunda gider milyonlar kazanırsınız, hisseniz oranında kâr payı alırsınız ama daha durun, 2-3 yıl var onun için. Özetle, stresli bir yükün altındasınız. 

Üniversite öğrencilerinden akademisyenlere, doktorlara ve mühendislere on binlerce insanı, sadece ülkemizden değil, diğer ülkelerden de çeken, sadece bağımlı ülkelerin gençlerini değil, kapitalist merkezlerin gençlerini de içeren bir vakumun içine giriyorsunuz ve bu bireysel mücadelelerde hiçbir gücünüz yok, birçok şey aleyhinizde ve sizin cidden mucize yaratmanız lazım, orta sınıf yaşamına kavuşmanız için. Acaba üniversitede ve işyerinde sendikal mücadele verilse, yeni bir dünya, başka bir sistem için çaba gösterilse daha mı iyi olurdu?

Hızlandırıcı programlarındaki yüzbinler

Bunun boyutlarını anlamak için sadece hızlandırıcı programı denilen, sizi alıp birkaç ay içinde pitch deck hazırlama, bütçe planlama ve yatırımcı ikna etme sürecini öğreten programların sayısına bakmak yeterli olacaktır. Sadece Avrupa’da 700 civarında hızlandırıcı (accelerator) programı var. Bunların çoğu kamudan destek alıp startuplara eğitim veriyor, bir kısmı girişimcilere kurs boyunca maaş veriyor, bazıları başarılı olanlara bir “tohum yatırımı” yapıp hisse  alabiliyor. Bunların üstüne hemen her üniversitenin inovasyon merkezi var. Öğrencilere ve akademisyenlere şirket kurduruyor. Ayrıca kendisine “impact hub”, “startup bootcamp” gibi isimler veren benzeri kurumlar var. Büyük şirketlerin ve belediyelerin kendi programları var. Bunları da katınca Avrupa’da 1000’den fazla startup programının olduğunu tahmin edebiliriz. Bunların yılda ortalama 4 program yaptığını ve her birine 20 şirketi temsilen 40 kişinin katıldığını tahmin etsek, Avrupa genelinde en az 160 bin kişiden bahsediyoruz. Dolayısıyla her sene yüz binlerce insan bu programlarda belirli bir yol haritası doğrultusunda fikirlerini pazarlamaya çalışıyor. Bu programlara katılmayıp kendi yolunu bulanları da düşününce ve startup işlerine hiç bakmayıp kendini büyük bir şirkette iyi bir pozisyona atmak için stajlardan sertifika programlarına koşan yüz binleri eklediğimizde üniversitelerde sosyal ve siyasal mücadelelerin zayıflığını, bu kadar soruna rağmen gençliğin nelerle meşgul olduğunu anlamak mümkün oluyor. 

Türkiye açısından ise hem Türkiye’nin kendi içinde bu yönde çok sayıda program ve bu yönde çaba gösteren genç var, hem göç eden on binler var hem de yurtdışındaki programlara aktif şekilde katılan çok sayıda genç var. Genel olarak Türkiye’deki gençlerin bu alanlarda çok aktif ve istekli olduğunu, öne çıktığını iddia etmek mümkün.

Tek kişilik şirketler

68 milyon nüfusa sahip Birleşik Krallık’ta 5,5 milyon şirket olması, bunların büyük çoğunluğunun tek kişilik şirketler olması esnafların ve zanaatkârların yanı sıra bir yerde maaşlı çalışmak yerine kendi işini kurma, özgür olma, çok para kazanma, danışmanlık yapma trendinin bir sonucu. Bunların büyük çoğunluğunun da kurtulmak istedikleri çalışma yaşamına nazaran aynı saatlerde veya daha fazla çalıştığını ve aynı geliri elde ettiğini biliyoruz.

Meseleyi sadece ücretli olma veya şirket açma ile sınırlı tutmak da yetmez. Üniversite inovasyon merkezlerinde startup dışında bir iş ve mülkiyet biçimi de gösterilmiyor. Örneğin kooperatifler de bir alternatif olabilir, farklı işbirliği yöntemleri de gündeme gelebilir ama gelmiyor. İlla “startup kur, CEO ol, yatırım ara” deniliyor. Bu öyle bir gündem oluyor ki örneğin akademisyenlerin ve mühendislerin sendikaları, girişimci ekosistemi oluşturma çabalarına yönelik müdahalede bulunmuyor, mesela en azından topluma ve dünyaya katkı sunan icatların üretilmesi için kamudan daha fazla hibe ve destek dahi talep etmiyor. 

Bunu güncel bir moda olarak düşünmek yeterli olmaz. Bilhassa İngiltere’de yaygın olan “her koyun kendi bacağından asılır” ve “zayıf olan elenir” vaazı veren sosyal darwinizmin köklerini, liberalizmin “bireyler halinde yaşayan insanların sosyal bir anlaşma ile devleti oluşturup yaşamlarını düzene sokması” tarih teorisini de görmek mümkün. Buna eşlik eden diğer bir etken olarak, özellikle solda sınıfsal yaklaşımın benzeri şekilde küçümsenmesi, işçi olmanın bir kimliğe indirgenmesi ve kimlik temelli, bilhassa cinsiyet temelli, erkeğin ve kadının yeniden tanımlanmasına yönelik tartışmaların öne çıkması da yadsınamaz.

Dolayısıyla emeğin en yüce değer olduğunu, insanın toplumsal bir varlık olduğunu, kolektife, dayanışmaya ihtiyacı olduğunu ve bu şekilde daha iyi şartlarda yaşamı mümkün kılacağını yeniden hatırlatmanın değerli olduğunu düşünüyorum.