"İnsanlar işçi olmak istemiyorsa, işçi olan işçiliğinden utanıyorsa, bunu geçici olarak görüyorsa, bu sorunları aşamadığı için bireyselleşiyor, bireyselleştikçe psikolojik sağlığını yitiriyor."
Eren Korkmaz
Sol Portal’da son dönemde işçi olmanın değeri üzerine değerli yazılar yayınlanıyor. Bu tartışma birkaç sene öncesinde İngiltere’de işçi sınıfı kimliği ve kültürü üzerine yapılan tartışmaları hatırlatıyor. İngiltere bilhassa (kendiliğinden) sınıfsal kültürün ve kimliğin belirgin olduğu, insanların tavır, davranış, kıyafet ve aksanlarından sınıflarının tahmin edilebildiği, sanat ve kültür alanında her sınıfın temsilcilerinin belirgin olduğu bir ülke ve sınıfsal anlamda yüzlerce yıllık bir birikim ve konumlanış var.
Bunun sosyalist bir harekete yönelme ve destekleme konusu ayrı bir yazı olmakla beraber nesiller boyu işçi olan, en önemlisi bununla gurur duyan, yaşamını bu kültür ve bilinç içinde sürdüren bir sosyal olgunun son yıllarda ciddi bir darbe aldığı da görülüyor. Bunda 80’lerden bu yana ülkenin ciddi şekilde sanayisizleşmesi, önemli sanayi ve maden şehirlerindeki fabrika ve kurumların kapatılması, yaygın işsizlik, sendikaların gücünü ve tabanını yitirmesi, ülkenin ekonomisinin ve gelişmişlik seviyesinin Londra ve birkaç merkez şehirle sınırlı kalması ve finans başta olmak üzere beyaz yakalı işlerin ve hizmet sektörünün öne geçmesi gibi konuların etkisi yadsınamaz.
Yoksulluğun çaresi girişimcilik mi?
Bu durum dünya genelindeki genel eğilime de uygun ve Türkiye ile belirli benzerlikleri görmek mümkün. İngiltere’de bahsettiğim tartışmayla aynı dönemde ülkemizde beyaz yakalıların, plaza çalışanlarının aslında işçi olduğuna dair tespitler gündeme geliyordu. Burada da bu kesimin orta sınıf olarak kendisini tanımlasa da bunun doğru olmadığı, özel okul, yaz tatili, ev sahibi olma ve tüketim harcamalarının ancak borçla çevrildiği belirtiliyordu. Son birkaç yıldaki ekonomik krizle bu kesimin beklentilerinin ciddi bir darbe aldığını ve artık maaşlı haliyle ev sahibi olmanın, çocukları özel okula göndermenin, gündelik tüketim alışkanlıklarını sürdürmenin, yazın tatil yapmanın mümkün olmadığını geniş kesimler yaşayarak görüyor. Bunun borç ve kredi ile dönmesi de artık mümkün değil. Bu açıdan İngiltere’de bir süredir normal kabul edilen durum ülkemizde de kendisini gösteriyor.
Peki, ekonomik hayattaki bir durum işçi olma halini ve bilincini pekiştiriyor mu? Bu noktada bir kolektif tepki ortaya çıkıyor mu? İngiltere üzerinden baktığımızda buna olumsuz cevap vermede iki temel yaklaşıma değinebilirim.
İlki, nesiller boyu işçi olmanın ve sendikal mücadele vermenin övüldüğü dönemler geride kalıyor. Bunun yerine önceki nesilleri suçlayan, küçümseyen, onları cahil, yetersiz veya en olumlusundan naif bulan bir yaklaşım öne çıkıyor. İkincisi maaşlı çalışma, işçi olma ve bunun getirdiği yoksulluk, kurtulunması gereken bir çaresizlik, eziklik olarak tanımlanıyor ve bundan çıkış yolu da girişimcilik oluyor. Girişimcilik övgüsünün ülkemizde ve dünya genelinde de gelişen bir yaklaşım olduğunu görmek mümkün.
Yoksulluğu aşmaya dair 2 temel yaklaşım
Burada iki temel bilgi kaynağı öne çıkıyor. Bunların ilki kişisel gelişim trendi üzerinden, genelde işin içine spiritüel içerik de katarak, “sen istersen olur, doğru istersen olur, bu programa katılırsan 3-5 ayda zenginliğe kavuşursun, evrenden iste versin” gibi vaatlerle bireyselliği pekiştirmesidir. Bunun seküler ve dini türevlerine rastlamak mümkün. Dolayısıyla yoksulluk utanılacak bir sorunsa ve kişisel bir suçsa ve çözüm kişisel gelişimde ve paraya nasıl ulaşacağını bilmekte ise o zaman elbette sendikalı olmak, politik mücadele vermek, kolektif hareket etmek gibi konular gündeme gelmiyor. “Neden diğer ezik, yenik, yoksul, kayıp insanlarla hareket edesin ki, onlardan ayrıl, sürüden çık ve zengin ol, bunun için etik ve ahlaki kural ve sınırları takma, bunlar o ezikler için geçerli, sen yap, çocuğun Ferrarisine binerken umrunda olmaz” deniyor.
İkinci konu ise daha “teorik ve tarihsel” temelli bir yaklaşım olarak girişimciliğin övgüsünü yaparak bir yol çiziyor. Buna göre “eskiden zengin olmak aileden gelen parasal birikimle, fabrikayla veya tarlayla mümkündü. O dönemde parası olmayanların birleşip grevler yapması, mücadele etmesi mantıklıydı çünkü istese de zengin olamazdı, o nedenle yaşam koşullarını düzeltmesi gerekirdi. Ancak artık, yani son 15 yıldır, devir değişti. Artık dijital bir dünyadayız. Evimizde, mutfağımızda dahi iş kurup ürün ve hizmet satmak mümkün. O zaman bunu kullanmalı ve zengin olmalıyız. Bakın bir sürü de örnek var. X böyle yapmış, milyoner olmuş, Y başka bir iş yapmış, milyarder olmuş. Youtube’da içerik üret, onlyfans’te hesabın olsun, kripto oyna, evden çalış, kendi işinin sahibi ol, Çin’den Ali Baba’dan al, ürünü hiç görmeden Amazon’da sat, akıllı kişi al-sat ile kazanır, ne uğraşacaksın üretimle, işçiyle, bu devirde zengin olmak da yoksul kalmak da kişisel bir tercih, sen akıllı ol, uyanık ol, kurnaz ol, işine bak” deniliyor.
Bu bahsettiğim tespitler sosyal medyada bolca boca ediliyor. İnsanlar eskiden sertifika peşinde koşarken şimdi de üstüne kişisel gelişim ve girişimcilik paketleri buna ekleniyor. Yarı-doğru bilgilerle, biraz Jung biraz Freud okuyan spiritüel liderlerin ve sözde psikologların online paketlerini alıp aile köklerini sorgulayan, kendisini yeniden yaratan, mutlu olmak için kendini zorlayan, huzuru meditasyonda arayan veya iyice dini tarikatlara gömülen milyonlar var.
Üniversitelerin inovasyon merkezlerinin rolü
Ama bunun daha derinlikli bir politika olduğunu görmekte fayda var. Örneğin İngiltere’de üniversitelerde kurulan inovasyon merkezleri ve öğrenci grupları üzerinden lisans ve lisansüstü programlarıyla eşgüdümlü şekilde girişimci olma, startup kurma, yatırımcıya “pitching” yapma, yani fikrini etkili şekilde tanıtıp yatırım alma dayatılıyor. Bir yerde maaşlı çalışma küçümseniyor veya çalışacaksanız dahi “buralarda gerekirse para almadan, herhangi bir yüksek para talebinde bulunmadan geçici şekilde çalışın, biraz işi öğrenin, biraz network yapın ve ilk fırsatta startup’ınızı kurun, fikrinizi ticarileştirin, bir yatırımcıyı ikna edin ve ürününüzü satıp hemen zengin olun” deniliyor.
Bu da geçici olması gereken ama hayatın gerçekliği karşısında, az bir maaş karşılığı uzun saatler ve stres altına çalışırken bir iş kuracak ön hazırlığı yapmanın mümkün olmadığını görenleri yeni bunalımlara sürüklüyor. İşine geçici bakan, işyerinden nefret eden, ama daha önemlisi iş arkadaşlarından da nefret eden, bu nedenle ortak mücadeleye zaman ve emek ayırmaya gerek duymayan ve iş dışındaki zamanını verimli kullanamayıp gelecekteki esas işini kuramamanın stresi içinde yaşayan bir kitle ortaya çıkıyor.
Bu durumda dahi “zaten uzun saatler çok yoruluyorum, böyle iş kurulmaz” denilmiyor da iş dışı yaşamda verimliliği artırma ve iş kurmaya odaklanma eğitimlerine katılma veya bu yönde Youtube videoları izleme öne çıkıyor. “Gelecekte yaşamak istediğin yaşamı şimdi bir aktör gibi oyna, evreni/Tanrıyı bu sayede kandır, işyerinde mutlu görün, her şey bir oyunmuş gibi hayal et, sürekli network yap, stratejik düşün (yani bencil ol), bu arada gelecekteki güzel günlerin hazırlığını yap”! Elbette bu güzel günler milyoner veya milyarder olma, yatlara binme, özel jet ile uçma ile temsil ediliyor. Karşı çıkana ise verilecek çok sayıda başarı hikayesi var. “Herkes çalışırken o bitcoin aldı, bir anda zengin oldu. Diğeri pandemide aklını kullandı, Çin’den maske getirdi sattı, milyoner oldu” vb. Burada ortaya çıkan psikolojik sorunlara bu yazıda değinmiyorum.
Baş-Kıç Hareketi ile yatırım almak
Burada kendi çalışmalarımdan gözlemlerimi paylaşmak istiyorum. İngiltere’nin ve dünyanın önde gelen üniversitelerinde okuyan ve akademisyen olarak çalışan yüzlerce girişimci adayı ile görüşme ve “pitching”lerini izleme imkanı buldum. (Türkçede bunun ismi nedir bilmiyorum ama teknik sözlükte “baş-kıç hareketi” deniyor ve gayet uygun)
Bu pitching etkinlikleri festival ortamında oluyor, girişimciler tek tek sahneye çıkıyor, 5-10 dakika içinde birbirinin benzeri sunumlarda fikirlerini, gelir modellerini anlatıyorlar, istedikleri parayı söylüyorlar. Karşılarında izleyicilerin dışında bir grup yatırımcı hakem var. Bu yatırımcılar genellikle risk sermayesi (venture capital) denilen başka zengin ailelerin paralarını işleten şirketler. Veya aile ofisleri denilen zengin ailelerin kendi paralarını kendilerinin işlettiği şirketlerdeki yeni nesil üyeler oluyor. Onlar sorular sorup girişimciyi “kızartıyor” (grilling), eğer girişimci bunlara etkili cevaplar verirse, o da işin elbette kâr ve yatırımın geri dönüş süreci ile ilgili kısmı oluyor, belki yatırımcı ile görüşme sürecine başlayabilir. Şirketinin ciddi bir yüzdelik hissesi karşılığı o parayı alırsa kendisini başarılı hissedebilir. Bu durumda hayaller gerçek olmuş oluyor!
Gerçekten oluyor mu? Öncelikle startup girişimlerinin yüzde 80’i başarısız oluyor, yani yatırım bulamıyor. Bunu anlayıp yatırım alamayacağını fark etmek bazen birkaç yıl sürebiliyor, kişi tüm gelirini ve birikimini harcamış olabiliyor. Yatırım çeken yüzde 20’lik “şanslı” kesimin en az yüzde 80’i kârlı bir iş yaratamıyor. Dolayısıyla yatırımcıya beklediği kârı ve parayı getiremiyor. Yatırım alırken coşkuyla imzaladığı belgelerle kendini iyice bağladığını ve bu 3-5 yıllık sürecin (yatırım alma, ardından iş planı doğrultusunda ekip kurup çalışma, ürünü piyasaya çıkarma ve satış için bekleme) sonunda borçlu oluyor. Yüzde 20’nin kâr eden yüzde 20’sinin önemli bir kısmı ciddi kâr edemiyor ve bir aşamada parasını geri çekmek isteyen yatırımcının baskısıyla “exit” ediyor, yani şirketini başka bir şirkete satıyor. Başarılı örneklerde “girişimci” ekibini alıp büyük bir şirketin bir biriminde işbaşı yapıyor ve yeniden ücretli yaşama, daha “senior”, yönetici düzeyde katılıyor. Herkesin dilinde olan, belki de yüzde 1-2 denilebilecek bir kesim ise ciddi kâr ediyor ve unicorn oluyor, yani milyar avro düzeyinde değerleniyor.
Unicorn arayan risk sermayesi
Risk sermayesinin (VC) riski de burada. Klasik hesaplamaya göre risk sermayesi 10 şirkete yatırım yapar, 7’si batar, 2’si “ok” derecede kâr elde edip exit yapar, 1’i unicorn olursa süper olur. İdeal VC budur. Unicorn olan şirkette “girişimci” genelde şirketin çoğunluk hissesine sahip değildir. Ayrıca bunların büyük çoğunluğu aileden zengin, bu tür networkleri ve desteği olan insanlar ama bunun bir değeri yoktur.
Bu öyle ilginç bir durum ki, Oxford Üniversitesi'nde post-doc yapan çok sayıda bilim insanı tüm bu süreci ve başarı oranını bildiği halde araştırmasını bırakıp buna kendini adayabiliyor ve 3-5 sene koşturabiliyor. Bunda da en önemli sorun akademisyenlerin oldukça güvendiği üniversitenin inovasyon merkezinin yönlendirmesi. Bir de patenti üniversiteye aldırdıysa şirket kurmama gibi bir hakkı zaten olmuyor. Dolayısıyla “bu kadar iyi bir üniversitede başarılı bir akademisyen yatırımcıyı ikna eder, bu üniversiteye girmek de küçük bir ihtimaldi, bunu yapan onu da yapar” diye düşünüp bu hedefleri benimsiyor.
Mucitlerin girişimcilik ile imtihanı
Ben “iklim teknolojileri” denilen bir alana yoğunlaşıyorum. Burada enerji, tarım, havacılık, kimya gibi sektörlerde karbon emisyonunu azaltma ve iklimsel bir sorunu çözme amaçlı çözümlerden bahsediyoruz. Bunları geliştiren akademisyenler ve mühendisler aslında birer mucit. İcatları ile dünyadaki bir soruna çözüm buluyorlar. Bunu da onlarca yıllık eğitimlerine ve araştırmalarına borçlular.
Genelde fikir aşamasından MVP denilen ilk ürünün üretilip test edilmesi ve çalıştığını kanıtlaması sürecine kadar kamu hibeleri ile ilerliyorlar. Bu ülkemizde de, dünya genelinde de benzer. Bu aşamaya geldiğinde kamu kendisini geri çekiyor. Mucit akademisyen bir anda “girişimci” olmaya “terfi ediyor”. Artık yanında ona “destek verecek” inovasyon merkezi yetkilileri var. Onlar bu ürünün çok değerli olduğunu ve sadece sosyal ve çevresel bir soruna çözüm olmayacağını, aynı zamanda kendisini milyarder dahi yapabileceğini söyleyip gözleri kamaştırıyorlar. Peki ne yapması lazım? 6 aylık programa girecek, pitching sunumu hazırlayacak, bunu nasıl sunacağını öğrenecek, eğitimin sonunda yatırımcılar ile buluşacak, yatırımcıyı ikna edecek, parayı alacak, ürünü üretecek ve satacak. Oldukça basit. Üniversite zaten her an yanında olacak, onu destekleyecek, zaten şirketin yüzde 20’si de üniversitenin.
Akademisyenlerin büyük çoğunluğu alanında çok iyi olabilir, ürününü saatlerce anlatabilir. Ama yatırımcı ve para dünyası tamamen farklı. Burada kimse senin bilgini umursamaz. Çok isterse senin gibi yüzlercesini istihdam eder. “Sen onu bunu bırak, bunun kârını söyle” der, “bu yatırımın geri dönüşü ne kadar alır?” diye sorar. İşte bu aşamada, ne kadar birçok rakamı ezberlese de sahnede akademisyenin yaşadığı stresi hissetmemek, görmemek mümkün olmaz. Hayatında hiç böyle bir deneyimi yok. İcat ettiği ürüne insanlığın ve dünyanın ihtiyacı var ama karşısında, o ürün hakkında hiçbir bilgisi olmayan ve kendisini “etki yatırımcısı”, “sosyal yatırımcı” şekilde tanımlayan kişilerin sorularına tatmin edici cevap vermesi gerekiyor. Dolayısıyla çoğu kaybediyor. Şanslı ise lab’ına geri dönüyor. Birçok fikir ölüp gidiyor. Kimse de üniversiteyi, inovasyon merkezini, yatırımcıyı sorgulamıyor. Kimse farklı mülkiyet biçimlerini, işbirliğini, kamunun rolünü gündeme getirmiyor.
Sosyal belediyecilik örneği olarak Risk Sermayesi kurmak
Dolayısıyla insanlar işçi olmak istemiyorsa, işçi olan işçiliğinden utanıyorsa, bunu hayatının geçici bir dönemi olarak görüyorsa, bu sorunları aşamadığı için bireyselleşiyor, bireyselleştikçe psikolojik sağlığını yitiriyor. Bugün İngiltere’de en yaygın sağlık sorunlarının psikolojik sorunlar olması şaşırtıcı değil.
Bu yöntemin işe yaramadığı net şekilde görülse de mesela VC tarzı şirketler ülkemizde de pıtrak gibi yayılıyor, zengin ailelerin genç nesilleri yurtdışında okurken gördükleri VC modelini ülkemize getiriyor. İTÜ, Boğaziçi, ODTÜ gibi üniversitelerde inovasyon merkezleri açıyor, aynı pitching sessions, hackathon yarışmaları ülkemizde de yaygınlaşıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yeni bir risk sermayesi fonu kurarak genç girişimcilere destek vereceğini, bunun sosyal belediyeciliğin bir parçası olduğunu ilan ediyor.
Bu gözlemlerin tartışmaya katkı sunmasını umuyorum.