Henüz otuzlu yaşlarının başında bir kadın gazeteci devriminin onuncu yılının üzerinden çok geçmemiş genç Cumhuriyet ile değişen İstanbul’da adeta unutulmuş bir yaşam süren mahalleleri, sokakları gezmekte, ekmeğinin peşinde ayakta kalmaktan başka gayesi olmayan yoksul insanlar açısından hiç değişmeyen, ekonomik buhran ile birlikte giderek zorlaşan, görmezden gelinen, yok sayılan bir hayatın izini sürmektedir.
Mahmutpaşa’da, Fatih’te, Edirnakapı’da, Suriçi’nde bekâr odalarında, kulübelerde, izbeliklerde, hatta mağaralarda yaşayanlar; şoförler, kadın berberleri, lokantacılar, kapıcılar, kitapçılar, terziler, kasaplar, otelciler; Topkapı’da, Meşrutiyet Mahallesi’nde, Rüstempaşa’da, Sultanahmet’te, Fatih medreselerinde ölümü bekleyen veremliler; eskiden fabrikalarda çalışırken sakat kalıp ya da çalıştığı özel şirket kapanınca yaşından dolayı bir daha iş bulamayanlar, fabrika fabrika, atölye atölye, dükkân dükkân gezip tüm gün iş arayanlar, günlük işlerle ayakta kalmaya çalışan, emeğiyle geçinip onurlu bir yaşam sürmeyi arzu edenler; bakımsız Boğaziçi’nin tenhalaşan mahallelerinde yaşayanlar, eskiye özlem duyanlar, yeniyi kucaklayanlar; Karaköy’ün, Galata’nın, Beyoğlu’nun arka sokaklarında yaşayan sefiller, yankesiciler, sabıkalılar, hayat kadınları, sarhoşlar, konsomatrisler…
Hepsi, tüm bu hayatlar Mayıs 1935 ile Mart 1937 arasında Cumhuriyet, Son Posta ve Tan Gazeteleri’nde yer alan röportajlarında Suat Derviş’in kaleminden çıkıp okur ile buluşur.
Yaşar Kemal, Ağustos 1975’te Milliyet Sanat’ın röportaj soruşturmasına verdiği yanıtta (Röportaj Yazarlığında 60 Yıl, YKY, 2011, s.8) röportajı da bir tür olarak içine alan edebi üretimin sadece kurmacadan ibaret değil, gerçeği görünenin ötesindeki tüm olguları, çelişkileri ve trajedisi ile kavramaya dönük bir yaratma eylemi olduğunu hatırlatıyor bizlere:
“Röportaj bir edebiyat dalı sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür. (...) Röportaj bir yaratmadır. Gerçeğe, gerçeğin, yaşamın özüne yaratılmadan varılamaz. Yaratmadan hiç kimse hiçbir şekilde gerçeği yakalayamaz, yakalarsa da karşısındakine anlatamaz. (...) Haberin arkasında neler var, neler dönüyor, ne yaşamlar, dramlar, sevinçler var, haber bunu bize veremez. Röportaj haberin varamadığı yere varandır, nasıl, yaratarak, gerçeği değiştirerek değil, yaratarak.”
Suat Derviş, edebi bir tat alarak okuduğumuz röportajlarında böyle bir eylemliliğin içindedir. Dönemin İstanbul’unda İstanbulluların, özellikle de kentin görece varlıklı insanlarının hayatlarına değip geçen başka hayatları anlatmaya çalışır. Bazen gördüklerine kendisi de inanmaz, ama asıl niyeti de şehrin kimi zaman göbeğinde saklı bir handa, bir mahallede, kimi zaman arka sokaklarında bir izbede yaşanan bu hayatlara ışık tutmak, bu hayatların varlığına inanmayanları, inanmak istemeyenleri sarsmaktır sanki.
İstanbul halkı nerelerde oturur?
İyi bir gözlemci ve anlatıcı olarak tasvirleri ile bulunduğu yeri, o yerin insanlarını, yaşayışlarını tüm detayları ile aktarır. Girdiği sokakta çamur birikintilerinde oynayan çocuklardan bir hanın bekâr odalarına açılan galerisinde asılı kirli, renkli iç çamaşırlarına kadar izlenimlerini ustaca, okuru da mekânın parçası kılacak şekilde sunar. Yeri geldiğinde bir polisiye hikâyenin içindeymişçesine Beyoğlu’nun arka sokaklarında kendi korku ve heyecanlarına ortak eder bizi. Hiç olmadığını düşündüğümüz, belki de yok saydığımız bir gerçekliğin orta yerinde, onun parçasıyızdır artık.
Göçmenler, işçiler, esnaflar, seyyar satıcılar, işsizler birer birer, öyle bir vesikalık fotoğraf soğukluğunda değil, capcanlı karşımızdadır. Suat Derviş onların yerine söz söylememeye özen gösterir. Çaresizliklerini, ümitlerini, hayallerini, boşvermişliklerini ya da öfkelerini onlar anlatır bize. Ancak kendi duygularını, utancını, isyanını, korkusunu da bastırmaz “muharrir hanım”, kendisini bir uzak objektif gibi konumlandırmaz, bu yaşamlara dokunan bir tanık olarak metne dahil olur.
“Kaç para yevmiye alır?”
“Üç lira…”
“Günde mi? Maşallah”
Gülmesini hiç bilmez zannettiğim bu ciddi yüzde peyda olan garip bir kırışıklık bana romanlarda yazılan “acı acı güldü” sözünün bütün manasını öğretti.
“Nerede o bolluk?” dedi. “Haftada… Haftada üç lira alıyor.”
Çaresiz ve örgütsüzdür yoksullar, ama mağrur, içten içeyse öfkeli:
“Burada gazeteciler için ne iş var? Bizim çıplaklığımızı, yoksulluğumuzu mu yazacaksın?”
“Yazsam ne çıkar?”
“Kendimizi âleme anlatmaya ne lüzum var? Bir bakan, bir yardım eden mi bulunacak bize?”
Düne nazaran nasıl yaşıyoruz?
Cumhuriyet ile toplumsal yaşama dahil olan, lise veya üniversiteye giden genç kızları, meslek sahibi kadınları görürüz röportajlarda. Balolara giden, saçına, giyimine kuşamına özen gösterenleri de, haftada üç liraya çalışıp dişinden tırnağından arttırdığı ile o varlıklı kadınlar gibi görünmeye çalışan işçi kızlarını da. Ve bir de ekonomik buhranın etkisini:
“(...) Bazen zavallı fakir kadınları gelir, saçını kestirir. Sonra da avcunun içinde sımsıkı tutmaktan ısınmış yirmi beş kuruşu verir. Onun için harcayabileceği bütün para budur. Onu vücudunun hararetiyle ısıtmış ve saçı kesilinceye kadar avcunda ‘Aman kaybolmasın,’ diye sımsıkı tutmuştur. (...)”
Genç burjuvazi egemenliğini pekiştirirken işçileşme ve yoksullaşma 30’lar İstanbul’unun gerçeğidir. Bir mezat yerini gezen Suat Derviş, rehine verilen eşyaları, onların sahiplerini ve rehincilerdeki değişimi gözlemler. Rehine verilen eşya bir dikiş makinesidir artık. Mücevher, halı ve eşyaların satıldığı üç kısımlı mezat yerinde en çok satılan ve satın alınan şey eşyadır. Mezatta satılan eşyalar arasında ise gramofon, kanepe takımı ve büfelerin yanı sıra semaverler, yastık yüzleri vardır.
Veremlilerle konuştum
Diğer yandan İstanbul’un yoksul mahallelerinde verem hastalarının sayısı artmaktadır. Hastalar sanatoryumda, hastanelerde yer bulamamakta, acı kayıpların yaşandığı ailelerin pek çok diğer üyesi çaresizlik içinde ölümü beklemektedir. “İnanmıyor musunuz?” diye sorar Suat Derviş, “O halde benimle geliniz.”
İyi beslenmeye, iyi, sağlıklı konutlarda yaşamaya, hastanede bakıma, ilaca muhtaçtır görüştüğü kişiler. Çaresizdirler. Yine de sanatoryumda ancak dört ay yatabileceğini bildiği kızı için “ya iyileşmezse" sorusuna, “Hasta yalnız benim hastam değil ki… Milletin içinde daha tedaviye muhtaç ne kadar insan var.” diyebilen onlardır. Öfke, içten içe biriken bir duygudur. “Çocuğuma doktor, hastane, ilaç, gıda lazım. Doktor ‘Çocuğa her şeyini ver, besle,’ diyor. Ben ona kuru fasulyeden başka bir şey veremiyorum. Gazeteye yazarsanız bize bunları verecekler mi? Vereceklerse yazınız, yoksa boş söze ne lüzum var?” diye isyan eder bir kadın.
Gördükleri Suat Derviş’in yakasını bırakmaz, yazmak, anlatmak bir sorumluluktur. İster ki okurun da iki yakasında olsun yoksulların, veremlilerin elleri:
"Ve bir kâbustan kurtulmak ister gibi hızlı hızlı yürümeye çalıştıkça, tıpkı bir kâbustaymışım gibi ayaklarımız yapışkan çamurlara saplanıyor, kan ter içinde adım atıyoruz."
Günü gününe yaşayanlarımız
Bir zamanlar çalıştıkları işlerinde sakatlanan, çalışırken hastalanan, işyerleri kapanınca ya da kendileri yaşlanıp iş göremez hale gelince bir kenara atılan, güvencesiz yaşamlara da dokunur Suat Derviş. “Ben muavenet de istemiyorum. İş istiyorum.” der eski tramvay şirketi işçisi ihtiyar İsmail, “Hasta karıma bakmak, onu aç öldürmemek için iş istiyorum.” “Fukaranın hanı, iradı olmaz. Talihi varsa hayırlı evlat yetiştirir.” der bir yoksul anne. Oğlunu yetiştirmiş, fabrikaya işçi etmiştir, ama ustabaşı bir gün neden yokken kovunca oğlu işsiz kalmıştır. Öfkelidir anne. “Yazacak olursan, sabahleyin, işine güle oynaya giden, akşama ve yarına ekmek param vardır, diye gönlü ferahken öğleüstü kolundan tutulunca bir köpek gibi kapı dışarı kovulan amelelerin suçunun ne olduğunu soran bir yazı yaz.” der Suat Derviş’e. Feriköylü Ayşe ise yıllarca çalışıp usta olduğu sırma fabrikasında makineye kaptırdığı parmağının diyetini ister. “Ben çalışmak istiyorum. Bana işimi geri versinler.” der. “Yüzkaram varsa ben de bileyim.” der. Onur, işçiler için önemlidir. Onuru ile yaşamak, onuru ile ölmek isterler.
İşsiz Celal ile bir gün boyunca Celal’in iş arayışına tanıklık etmek için dolaşır Suat Derviş. Kumaş fabrikası, çivit fabrikası, Feriköy ve Bomonti civarındaki imalathaneler, fabrikalardan iş çıkmayınca nalbantı, tamircisi, elektrikçisi, sobacısı, manavı, Osmanbey civarındaki inşaatlar… İşsizliğin varlığını, güvencesizliği, sigorta ve emekli sandığına, iş ve işçi bulma kurumuna ihtiyacı, sosyal devletin gerekliliğini tartıştırır daha o yıllarda. O ve okurları sorularla başbaşa iken Celal iş aramaya devam edecektir.
“Celal daha gezecek misin?”
“Evet,” diyor. “Bir de bostanlara uğrayacağım.”
“Benim halim kalmadı arkadaş. Ben evime gidiyorum.”
Çöken Boğaziçi
Sonra Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy, Rasathane, Kandilli, Göksu, Anadoluhisarı, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, Arnavutköy, Bebek, Rumelihisarı, Emirgan, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere’de görürüz Suat Derviş’i. Zaman ve hayat değişmektedir. Eski yaşam biçimleri ve onun sembolleri ortadan kalkmaktadır. Serpilen burjuvazinin tercihinde, yeni kentli hayatın içinde Boğaziçi’nin yeri önemsizleşmektedir. Eski “görkemli” zamanların, saltanat yıllarının sayfiye yerleri tenhalaşmakta, bu mahallelerdeki yalılar ya bakımsızlıktan yıkılmakta ya da artık odaları tek tek emekçilere kiraya verilmektedir. Şirketi Hayriye’nin vapur sefer ücretlerinin pahalılığı, erzakların pahalılığı, bazı mahallelerde okul olmaması, şehir merkezi ile ulaşımın zorluğu, sokaklarda elektirkli sokak aydınlatmalarının bulunmayışı önemli sorunlardır. Hal böyleyken bu mahallelerin sakinlerinin bir bölümü eskiyi özlemle anmakta, bir bölümü ise tarih sahnesinden silinip gidenin olağanlığını kavramakta, ancak yaşadığı yerin de modern yaşamın koşullarına uygun biçimde gelişimini arzu etmektedir. Bu yerlerin arasında Paşabahçe ve Beykoz’da cam ve deri fabrikalarının yaşamı farklılaştırdığına da tanıklık ederiz. Zenginler buralarda yaşamazlar, ama röportajlardaki diğer yerler gibi tenhalaşmamışlardır da. Nüfusun önemli bir ağırlığını artık yoksul emekçiler oluşturmaktadır:
“Boğaziçi’ne işleyen vapurlardan şirket çok fazla bilet parası alıyor diye şikâyet ediyorlar. Siz de o fikirde misiniz?”
“İstanbul’a gidip gelmeye mecbur olanlar için bu doğru. Fakat bizim gibi işi Beykoz’da olan fakir fukara bu işin pek de farkında değiliz. Ve esasen Beykoz’un asıl kalabalığı da bu fakirlerden başkası değil.”
Suat Derviş, yaşanan bu değişimde tarafsız değildir. Eskinin, eski yaşam biçiminin yıkılması onun için geçmişi ahlar içinde yad edecek bir romantik unsur değildir hiçbir biçimde. Hünkâr İskelesi’nden kendi halkının, yurttaşlarının “en yakın dostları olanların sularına ulaşan Karadeniz Boğazı’na” doğru bakarken iyimserlik içindedir. Dünya başka bir dünyadır ve “en yakın dost”, sosyalist bir ülke değişen çağın ümididir.
Suat Derviş, açıkça geçmişin saltanatına tırpan vuran devrimci çağdan ve yalıları oda oda kiralayıp içlerinde güç şartlarda yaşayan yoksul emekçilerden yanadır:
"Ne yapalım! Tek kasada yaşayan muazzam servetlerin yıkılması birazcık Boğaziçi’ni harap etsin. Yıktığımız şeylerin yıkılması için bu kadarcık bir fedakârlık değmez mi?
Biz Boğaziçi’nde hepsi birer sefahat haneye benzeyen muazzam saraylar görmek isteyen bir neslin çocukları değiliz.
Biz Boğaz’ın sahillerini süsleyen sahil sarayların ihyasını değil, buralarda küçük, temiz, mütevazı evlerin çoğalmasını istiyoruz. İçinde bir pazar günü gezdiğimiz şu parkı, bütün hafta çalışan İstanbul hemşerilerinin doldurmasını istiyoruz.
İstediğimiz şey… Boğaz’da sefahat âlemlerinin ihyası değildir. Memlekette çalışan sınıfların refahının artması ve şehrin güzel yerlerinden onların istifade etmesidir."
Yaşar Kemal’in “gerçeği yaratmak” diye tarif ettiği eylem, gerçeğe yaklaşımda bir tutumun varlığını da gerektirmektedir demek.
İstanbul’un altında kimler yaşıyor?
Ve bir gece vakti, Suat Derviş eski yankesici Sinabar Recep’in rehberliğinde kendini Galata’nın izbelerine, Beyoğlu’nun arka sokaklarına atar. Sefiller, sarhoşlar, esrarkeşler, sabıkalıların arasına girer, onların hikâyesini sunar okuruna. Bu gündüz gözüyle ya da korunaklı mekânlarımızdan bakarak gördüğümüzden başka bir İstanbul’dur. Suat Derviş bu düşkünlere duyduğu merhameti de, karanlık sokaklardaki korkusunu da bir duygu olarak taşır röportajlarına. Adeta bir roman gibi içine çeker bizi röportajlar. Sokak sokak gezeriz Suat Derviş ile. Sinabar Recep’in hikâyesine ortak oluruz. Hapse girdiğinde ona bir arkadaşı ile tütün göneren, göğsüne “Gülmedim ah!” diye dövme yaptırmasının sebebi olan kızı tanırız. Eli para gördüğünde bir kilo leblebi alıp Alemdar Sineması’na gidip, oyun başlayınca leblebileri üst bölümden halkın üstüne fırlatmasını aynı çocukça sevinç içinde anlatır bize de. “Gençlik hataları”nın bedelini sabıkalı olarak yaşayıp bir daha iş bulamayarak ödeyen insanların arasından geçip gideriz.
Beyoğlu’nun arka sokaklarında sabıkalıları, işsizleri, berduşları, sarhoşları, hayat kadınları, Rum konsomatrisleri, garsonları, çalgıcıları, Rus göçmenleri, Musevi Alman göçmenleri, bir kahvede “Heil Hitler” diye bağıran faşist Almanları, kumarbazları ile başka bir hayat yaşanmaktadır.
"Şimdi Abdullah Efendi Lokantası’nın hizasındayız. Lokanta kapısının önünde üstleri başları yırtık bir sürü fakir insanlar arka arkaya dizilmişler."
“Bunlar burada ne bekliyorlar?” diye sordum. Sinabar Recep “Bu lokanta, artık yemekleri, gece bu fakirlere bedava dağıtır,” diye cevap veriyor. Ellerinde eski bir konserve kutusu ile bir sürü genç, ihtiyar biçare artık yemek bekleşiyorlar.
Suat Derviş’in röportajları gelen yeni çağı kucaklayan, bunu yaparken işçilerden ve yoksullardan yana saf tutan, ayağını memleket topraklarına basmış, ümidini ve bakışını Karadeniz sularının ulaştığı dost kıyılara yöneltmiş genç bir aydının izlenimleri üzerinden fikirlerine ışık tutuyor. Yazının başında andığımız soruşturmada Yaşar Kemal “İnsan ancak gerçeğe, o gerçeği, o insanı, insanları yaşayarak varır.” (age, s.10) demiş. Suat Derviş Yaşar Kemal’in bu ifadesinden kırk yıl önce gerçeği aramış, onu yaşamış, onu somut bir tavır içinde kavramış, yeniden yaratmış ve anlatmaya çalışmış. Emekçilerin, yoksulların, kadınların, göçmenlerin hikâyeleri gözümüzün ucunda, burnumuzun dibinde. Yaratılmayı bekliyor…