İşsizlik kaygısı, ekonomik zorluklar, çürümüş insan ilişkileri; Türkiye gençliğinin önemli bir bölümünün hayata baktığında gördüğü tek şey bunlar.
O meşhur şiirine “Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım / 19 yaşım” diye başlıyor Nâzım. Bu satırları ise yirmi sekizinde yazıyor. Kuşku yok ki 19 yaşındaki heyecanından hiçbir şey kaybetmemiştir. Dinamiktir, enerjiktir, yeni hayatı kurmak heyecanı içindedir. Heyecanının kaynağını aynı şiirde vermiştir: “24 saatte 24 saat Lenin / 24 saat Marks / 24 saat Engels.”
Nâzım Hikmet’in doğduğu dünya imparatorlukların son demlerini yaşadığı, burjuva cumhuriyetlerin çatırdadığı bir dünyaydı. Anadolu’daki millî mücadeleyi, Sovyetler’deki yeni insanın doğuş çabalarını, Kemalist Devrim’in hem ileri adımlarını hem de burjuva karakterinin onu nasıl karşıdevrimci bir konuma çekebileceğini, Latin Amerika’nın ABD’nin “arka bahçesi” olmayı reddedişini gördü. Tarih nehrinin gürül gürül aktığı bir dönemdi.
Ama şimdi Cumhuriyet yıkıldı, siyasal İslâm her alana girmeye çalışıyor, Türkiye bir ucuz emek cehennemine döndü, yerli-yabancı sermaye için cennet bir ülke yaratıldı, işsizlik en yüksek seviyelerde, “nitelikli eğitim” sadece küçük bir azınlığın elinde. Dünyanın bir kutbunda oligarkların yönettiği Rusya, bir kutbunda ahtapot gibi dünyayı sarıp yok eden ABD, diğer tarafta yıllardır sermayeye alan açan Çin. Ne Cumhuriyet’in ileri adımlarının eserlerini yaşayabildik ne de güçlü bir sosyalizm görebildik.
“Durum böyleyken gençlik nasıl umutlu olsun?” diyenler muhakkak olacaktır. Ancak şunu bilmek ve her defasında hatırlamak gerekiyor: Anadolu’da Millî Mücadele başladığında da Rusya topraklarında Ekim Devrimi gerçekleştiğinde de tarihin tekerleğini bu denli ileri döndürme fikri bir avuç genç ve dinamik devrimcinin aklındaydı. Evet, Türkiye’de gençlik bir karşıdevrim batağının içinde doğdu. Düzen edebiyatıyla, sinemasıyla, kültürüyle karşıdevrimi normalleştirmeye devrimi ise çağdışı göstermeye çalışıyor. Bütün bu baskıların tarihin akışı, işçi sınıfının devrimciliği ve sınıfla bütünleşen gençliğin dinamizminden kurtuluşu olmayacak. Yeter ki “Umudun insanda,” bizde olduğuna inanalım. Geçmişe bakalım ve değiştirme gücümüz olduğunu görelim.
Çok uzağa gitmeyelim gücümüzü görmek, umudu aramak için. Gezi’nin Haziran’a döndüğü günlerin 10. yılını yaşıyoruz. AKP’nin en güçlü olduğu dönemde, başta gençlik, AKP karanlığını reddedip alanlara çıktı. Milyonlar AKP’nin Cumhuriyet’le hesaplaşma girişimini AKP’nin başına geçirmek için sokaklarda buluştu. Belki devrim değildi ama Türkiye’nin sandıklara hapsedilemediğinin en güçlü kanıtı oldu. Umutları sandığa hapsetmeye çalışanların suratına tokat gibi çarptı Haziran Direnişi. Gerçek olan sokaktaydı. Türkiye gençliği, dinamizmini göstermişti.
Kuşağımız belki şimdilik öyle büyük devrimler yapamadı, şahit de olmadı ama AKP’li olmanın moda olduğu yıllarda TEKEL Direnişi’ni, ODTÜ Ayakta eylemini, Fethullah çetesine soruları çaldırmayacağını haykıran gençliği gördük. “Boyun Eğme”meyi oralara bakarak öğrendik ilk. Memleketimizin tarihindeki güçlü öğrenci hareketini yaşamadık ama okuduk. Ülke sorunlarını bir kenara bırakıp kariyerine bakmayı reddeden Denizleri, Mahirleri gördük tarihimizde; büyük grevler, kalabalık ve örgütlü 1 Mayıslar, üniversite işgalleri…
Nâzım’a bakmalı. Yıllarını içeride geçirirken bile umutlu olmayı ondan öğrenmeli, devrimci estetiği onun şiirlerinde aramalı, azla yetinmemenin önemini onun dizelerinde bulmalıyız. Beklenen günlerin, güzel günlerin bizim elimizde olduğunu; en güzel günlerimizin henüz yaşamadıklarımız olduğunu onun dizelerine bakarak hatırlıyoruz. “Duvar” şiirindeki şu satırlarda diyalektik materyalizmi buluyoruz ve aradığımız umudun hiç de öyle basit bir şey olmadığını; umudumuza karşı çıkanların, aslında neye karşı çıktığını görüyoruz: “Bize karşı koyanlar, / karşı koymuş demektir. / Maddede hareketin, / yürüyen cemiyetin / ezeli kanunlarına. / Sükûn yok, hareket var / bugün yarına çıkar / yarın bugünü yıkar / ve bu durmadan akar / akar / akar.”
***
“Ben / daha ölümü düşünmüyorum. / Ben daha bir çocuk doğuracağım / Hayat taşıyor içimden. / Kaynıyor kanım. / Yaşayacağım, ama, çok, pek çok, / ama sen de beraber.” diye yazıyor Nâzım, 18 Şubat 1945’te, Bursa Cezaevinden Piraye’ye. Uzun süredir hapiste olmasına, çıkmasına da daha uzun yıllar olmasına rağmen hayat taşıyor içinden. Nâzım’da olan, tarih bilimini bilmenin rahatlığı bir yandan da.
***
1959 yılında Viyana’da gerçekleştirilen 7. Dünya Gençlik ve Öğrenci Festivali’nde Nâzım, gençliğin tanımını şöyle yapıyor: “Gençlik hayal demektir. Gençlik inanılmaz, mucizevi bir şey olarak anladığı hayatın içine girmeye hazır olan, yaşamın eşiğinde duran insan demektir.” Devamında, biyolojik olarak genç olan ancak ruhu kocamışlardan bahseder. Nâzım’a göre onlar hiçbir şeye inanmaz, inansalar bile yalnız ölüme inanırlar ve ölüm önünde eğilirler. Kendisini ise “genç kuşağa ait olan yaşlılardan” sayar ve ekler: “57 yaşındayım. Önemi yok! Ama diğer ‘biyolojik bakımdan genç olanlardan’ daha gencim. Çünkü hayal kurabiliyorum. Çünkü insanlığın aydınlık geleceğine inanıyorum. Çünkü güzel ve iyi olan için, adaletli olan için kavgayı seviyorum.”
Nâzım budur. İlk şiirini 13’ünde yazacak, 20’sine varmadan milli mücadeleye omuz verecek, 21’inde TKP’siyle buluşacak, 22’sinde Sovyetlerde kurulan yeni düzene şahit olacak, 28’inde kocaman putları yıkacak ve ömrünün sonuna kadar genç kalacaktır. Ve hâlâ memleketindeki gençliğin, arkasına bakıp güç alacağı bir mücadele verecektir. Arkasında Türkiye halkı için zengin bir cephane bırakacaktır. Nâzım, öyle laf olsun falan diye değil gerçekten hâlâ yaşıyor. Onun için “Yaşıyor” denmesinin sebebi metafizikî bir düşünceden kaynaklanmıyor. Nâzım, ölümünün 60. yılında yaşıyor çünkü sokaklarda “Bu memleket bizim!” derken yanımızda onun soluğunu hissediyor, o sloganı atarken ondan güç alıyoruz.
Sadece biyolojik olarak değil ruhen de genciz. Ölümü değil yaşamı düşünüyoruz, “Çocukların ama bütün çocukların kırmızı elmalar gibi gülüşü”nün mümkün olduğu yaşamı. Sınıfımızla birlikte yeni yaşamı kurma kavgasındayız. Tıpkı Nâzım’dan öğrendiğimiz gibi kavga ediyor, örgütleniyoruz. Bugünün yarına çıkacağını, yarının bugünü yıkacağını bilerek…
Nâzım Hikmet hakkındaki son sözü Aziz Nesin’e bırakmak doğru olacaktır: “Bir kuş düşünün. Kanat ister. Ama kanadını kendi yaratır. İşte Nâzım! Bir gemi, yol rüzgârı ister ama rüzgârını da kendi yaratır. İşte Nâzım!” 1
- 1. Fahri Erdinç, Kalkın Nâzım’a Gidelim