Nâzım’ı anlamak, Nâzım gibi olmak…

'Bu tabloya bakıp kaybettik, oturalım diyenler, kötü koşulların üzerine gitmeyip umudu kesenler Nâzım’a bakmalıdır. Nâzım’a bakanlar, anlayanlar onun gittiği yolu anlatmalıdır.'

Kayra Köksal

1902 doğumlular tarihte incelenen değerli ve önemli bir kuşaktır. Bu kuşağın üzerine yazılanlar çoktur, onlar bir krizin içine doğmuş ve insanlığın silkelenişinin birer parçası hatta öznesi olmuşlardır. Doğduklarından hemen birkaç yıl sonra 1. Dünya Savaşı çıkacaktır. Emperyalizm dünya topraklarını sömürgeleştirmek ve paylaşmak için bir harekata girişmekteyken karşı bloğun güçlenmesi de beraberinde gelmekteydi. Avrupa’da var olan işçi hareketleri bir dinamik oluştursa da ihanetler, döneklikler Avrupa’da hareketi geriye çekti. Yoksul Rus halkı ve savaştan harap düşmüş askerler barış ve ekmek için kol kola girip yaşanılan tabloda yeni bir kanalı açmıştı. 1902’liler insanlığın sömürüsüz bir yaşam mümkün iddiasını arşa çıkardığı vakit çocuk yaşlarındaydı. Sonra büyük krizler, mücadeleler ve savaşlar görecekti. 1902’liler yaşama bu toplumsallığın yarattığı koşulların birer çocuğu olarak atıldılar. 

Nâzım da bahsettiğimiz kuşağın mensubuydu. Emperyalist devletlerin paylaşma planları yaptığı bir ülkede doğdu. Selanik’te dünyaya gözlerini açtı. Doğduğu şehir Osmanlı’nın en yoğun şehirlerinden biriydi. Diğer ülkelerin insanları ile iletişime geçmek daha kolaydı, ticaretin önemli bir merkeziydi. Yalnızca üretilen mallar değil fikirler de yoğun taşınıyordu. Sonrasında önce Diyarbakır’a taşındı ardından yedi tepeli şehrim diye yazacağı İstanbul’a… 

Bu yazı Nâzım’ın biyografisini yazmak ya da yaşam öyküsünü anlatmak kaygısı ile yazılmıyor. Onun da çok değerli olduğunu belirtmek isterim ancak yazının asıl kaygısı Nâzım’ın insanlığa anlattığı ve kattığı öyküleri öne çıkarmak. Aslında Nâzım’ı Nâzım yapanın dört kolla sarıldığı mücadelesi ve oradan aldığı dirençle yeniden insanlık için üretmeye devam etmesi olduğunu unutturmamak Nâzım’ı en güzel anlatma ve anlama biçimi. 

Köhnemiş Osmanlı saltanatının işgalcilerle işbirliği içerisinde memleketi yiyip bitirdiği bir dönemde Anadolu’da başlayan bir hareket savaştan çıkmış yorgun halka umut ve direnç aşılamıştı. Nâzım da memleketinin ellerinden kayıp gitmesini izleyecek bir duruma sokmamıştı asla kendisini. Çocukluğundan beri sarıldığı kaleme ve kâğıda memleketi için sarılmıştı. Dizelerinde kurtuluşu aradı, her zaman o kurtuluşun parçası olmayı kendi yaşamına amaç edindi. Genç yaşlarında Milli Mücadele’ye destek için ailesinden habersiz Anadolu’ya gitti. Savaştan harap olmuş köylüleri ve o köylüleri harekete geçiren direnci yakından gördü. Gördüklerini yazdı ve insanlığın buna layık olduğuna bir an olsun inanmadı.  

İnsanlığın kurtuluşunu aramaktan ve bu kurtuluşa ulaşma mücadelesine katkı yapmaktan asla geri durmadı. Kalemini her zaman ezilenden ve haklıdan yana umutla kullandı.

Hep umutluydu; hapse düştüğünde, sürgün edildiğinde yaşama bağlanmaktan asla geri durmadı. Yine genç yaşlarında yazının başında bahsettiğimiz insanlığın büyük ilerleyişinin simgesi olan Sovyetler Birliği ile tanıştı. Kendi ekmeğini eline almak için ayağa kalkmış olanlara hayranlıkla baktı ve memleketinde de hayran olunacak bir tablonun yaratılması hayaliydi. Anadolu’da zaten o yıllarda hayranlıkla izlenen Sovyetler Birliği’nin de desteğini alan bir anti-emperyalist mücadele sergileniyordu. Nâzım burada elbette bu mücadeleden yanaydı ancak kazanılan değerleri yaşatacak bir toplumsal sistemin kurulması için uğraş veriyordu. Ufak azınlığın büyük çoğunluğa tahakkümünü reddederek ismi karalanmaya çalışılan insanlığın biricik umudu komünizme işaret etmişti. 

Bunları söylediği için memleketinden sürgün edildi, hapis yattı. Ancak yazmaktan vazgeçmedi. Çünkü örgütü vardı, Nâzım onla aynı düşü kuran ve bu düşe ulaşmak için kollarını sıvayanlarla yan yana olmayı her zaman her şeyin önünde tuttu. İnsanın örgütsüz hiçbir şey yapamayacağını ama örgütlü olduğunda neler yapabileceğini anlatıyordu. Mücadele azmi ve umudu buradan geliyordu.

Nâzım’ı yüzyıllarca yaşatmış ve yüz yıllarca da yaşatacak olan tam da buydu. Kavgasına bağlılığı, aynı zamanda yaşadığı zorluklar ve bir o kadar da umudu. Nâzım’ı yaşatmak için Nâzım’ın yaşamını anlamlandırdığı yere bakmak şarttır. Nâzım “aşk şiirleri”ne sıkıştırılacak biri değildi. Nâzım’ı bu zorluklarla karşılaştıran aslında verdiği mücadelenin getirdiği sonuçlardı ama Nazım toplumun yaşadığı zorlukları bertaraf etmek için umutla mücadele ediyordu yaratılan zorluklarla. Büyük bir miras bıraktı bize çok şey kattı. Yılmamayı, mücadeleyi bırakmamayı öğrendik ondan. 

Türkiye’nin yaşadığı günümüz koşulları da iç açıcı gözükmemektedir. Emekçiler büyük sömürü altında yaşamaya çalışırken dinci gericilik dört tarafı kuşatmıştır. Anadolu’da mantar gibi yabancı üsler yayılmıştır yüz yılda. Bu tabloya bakıp kaybettik, oturalım diyenler, kötü koşulların üzerine gitmeyip umudu kesenler Nâzım’a bakmalıdır. Nâzım’a bakanlar, anlayanlar onun gittiği yolu anlatmalıdır.  

Ve elbette bunun sonucunda insanlık komünizme doğru yürümelidir. Kurtuluşunun kendi ellerinde olduğunu fark etmelidir. Ölümünün 60. yıldönümünde onu anmak o yürüyüşü hızlandırma iradesiyle buluşmalıdır. Bu olmadan Nâzım’ı sulu gözlerle anmak Nâzım’ı anlamamanın sonucudur. Nazım’ı anlayanlar yürüyüşü devam ettirmektedir.  

Ona sözümüz yürüyüşü zaferle buluşturmaktır, bu irade ve umutla iyi ki vardın Nâzım!