Filistin sorunu: İşgal, inkâr ve sömürü

Filistin sorunu mevzu bahis olduğunda topu taca atan siyasal İslamcılar, kınayarak büyüttükleri ticari işlemler ile kârlarına kâr, servetlerine servet ekliyor.

Özkan Öztaş

1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde bir araya gelen Yahudiler, yaşadıkları baskılara kalıcı bir çözüm bulmak için bir kongre toplama kararı almışlardı. Bu kararın ürünü alan Birinci Siyonizm Kongresi’nde Yahudilerin Avrupa’da yaşadıkları baskıları da hafifletecek gündem önerileri tartışıldı.

Kongre’de ateşli konuşmaları ile bilinen Siyonist gazeteci Theodor Herlz’in tezleri, kongreden bir yıl önce, Şubat 1896 yılında kaleme aldığı “Yahudi Devleti” kitabına dayanıyordu. Bugün yaşanan sorunların Siyonistler tarafından ilk adımlarının atıldığı kongre, Yahudiler için bir devlet öneriyor ve bunu da kutsal kitaplarında sözü geçen vaat edilmiş toprakları işaret ederek yapıyordu. Adlı adınca Filistin işgal planı bu kutsal referanslarla Yahudiler nezdinde makul bir öneri haline getirilmişti ve Uluslararası Siyonist Örgütleri’nin, Yahudilerin Filistin’e göç etmesi için çalışmalara başlaması kararlaştırılmıştı. 

İzleyen yıllarda dalga dala yaşanan göç dalgaları ile 1947 yılına gelindiğinde, Yahudiler Filistin topraklarının yüzde 6’sını ellerinde tutarken nüfusunun ise üçte birini oluşturmaya başlamıştı. 

İlk ciddi göç dalgası ise 1917 sonrasında başladı. Ortadoğu’nun emperyalistler tarafından nasıl paylaşılacağına dair temellerin atıldığı bu yıllar Birinci Dünya Savaşı’nın sonrasına denk geliyordu. Bolşevikler tarafından ifşa edilen Sykes-Picot anlaşması ile Ortadoğu haritasının emperyalistler tarafından nasıl dizayn edildiğini öğreniyordu dünya halkları.

1917’de Filistin topraklarına demir atan İngiliz emperyalizmi, Siyonistlerin Filistin’e yerleşmesini salık veriyor ve bir Yahudi Devleti taahhüdünde bulunuyordu. Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour tarafından “Yahudilere Filistin’de bir vatan” sözünün verilmesi ile süreç hız kazanıyordu. Bugün hafızalara Balfour bildirisi olarak kazınan süreç bu şekilde başlamış ve 1950 yılına doğru Filistin’e göç eden Yahudi sayısı bir milyona yaklaşmıştı. 

Tabii bu göçlerde, göç eden herkesin Siyonist emeller ile buralara geldiğini söylemek tarihsel bir hata olur. Aynı zamanda Avrupa’da faşizmden kaçıp canını kurtaran yüzbinlerce Yahudi emekçi de bu göçün içinde yer alıyordu. Ancak oluşturdukları demografik tablolar Siyonistler tarafından bir stratejiye dönüştürülüyordu. 

Bu sürecin bir sonucu olarak 14 Mayıs 1948 tarifinde kurulan İsrail Devleti’nin kuruluş günü ise bölge halkları tarafından El Nakba, yani “kara gün,” “felaket günü” olarak adlandırılır.  

İşgal, direniş ve antiemperyalist mücadele

Filistin topraklarındaki sosyalist mücadelenin tarihi uzun yıllara dayanmaktadır. Benzer Arap ülkelerine kıyasla işgal altındaki topraklarda verilen mücadelelerde Marksist etkileşim, komşu ülkelerden daha çok Rusya ve Avrupa merkezli olmuştur. Bunda o dönem bir arada yaşayan Arap ve Yahudi aydınların ve örgütlü bireylerin Yahudilerin yoğunluk gösterdikleri yerlerden yaptıkları göçler etkili olur. Yahudiler daha çok Avrupa ve Rusya’daki kent merkezlerinde yaşarken, bir yandan sanayileşen bir yandan da siyasallaşan kentlerde Marksist hareketler ile temas kurmuş ve bu etkileşimi Filistin topraklarına taşımışlardır. Filistin’deki devrimci mücadeleler öncelikle bölgedeki İngiliz Emperyalizminin mandacı yönetimine karşı başlayıp akabinde Siyonist işgale karşı süreklilik kazanır. 1923 yılında kurulan Filistin Komünist Partisi bu dönemin ürünüdür. 1950’den sonra kurulan İsrail Komünist Partisi ile süreç bölünmüş iki devlet arasında bir bütünlük kazanır.

Türkiye’den de yakından takip edilen, başta Deniz Gezmişler olmak üzere birçok Türkiyeli devrimcinin birebir etkileşimde de bulunduğu Filistin mücadelesi 1950’lerden sonra ivme kazanmaya başlar.

Bu dönemlerde özellikle Sovyetler Birliği ile güçlü bağlara sahip ilerici ve seküler yapılar Filistin Kurtuluş Örgütü içinde yer almaya başlarlar. Amaçları gayet nettir: Sömürüye ve Siyonist işgale son vermek. 

Bu dönem dünyadaki ilerici ve devrimci kamuoyunun büyük bir bölümünün de desteğini alan bu örgütlenmeler, İsrail karşısında verilen işgale ve sömürüye karşı mücadelede savaş meydanlarından sokaklara, edebiyattan sanata, uluslararası basından dayanışmaya kadar birçok başarılı adım atmıştır.

Kızıl bayrakların yerini İslamcılar alırken

1990’lara doğru gelirken hem Sovyetlerin çözülüşü hem de emperyalist merkezler tarafından açıkça desteklenen İslamcı unsurların bölgede güç kazanması birçok dengeyi değiştirir. 1990’lı yıllara doğru bölgede gelişen Müslüman Kardeşler örgütü ve Filistin’de de etkisini arttıran siyasal İslamcı örgütlenmeler hem Filistin sorununu bir Müslüman-Yahudi sorununa indirgiyor hem de direnişin uluslararası alandaki kazanımlarını bir bir tasfiye ediyordu.

Bugün İsrail’in “sorun Filistinliler değil Hamas gibi aşırı dinci örgütlerdir” mesajı gerçeklikten ne kadar yoksunsa, sorunun sömürü ve antiemperyalizm denkleminden çıkarılıp dinî bir zemine oturtulması da sorunun çözümünü bir o kadar güçleştirmektedir. 

Filistin’deki siyasal İslamcıların serpilip gelişirken arkalarına aldıkları Batı merkezli sermaye kuruluşları ve İsrail’in bu sürece sessiz kalışı da bir köşeye not edilmesi gereken olgular arasında yer almaktadır. 

Bugüne gelindiğinde ise tablo daha çok bir din çatışması olarak ele alınırken, Filistin direnişinin tarihsel kazanımları tasfiye edilmek ve ilerici damarı törpülenmek isteniyor. 

AKP, Davos, Mavi Marmara: Kınayarak zenginleşmek

AKP’nin bölgede büyük bir iştahla soyunduğu Yeni Osmanlıcık olarak tarif edilebilecek süreç her ne kadar bugün duvara çarpmış olsa da emperyalizmin Ortadoğu’da devrimcileri denklemin dışında tutma arayışının devamı olarak okunabilir. 

AKP, süreci ümmet-cemaat ve İslami vurgularla yeniden üretirken bir yandan da kendi geleneğinin kurucusu Erbakan ile başlamış ekonomik ilişkileri büyütmekten geri durmadı. Kamuoyuna “Kudüs Fatihi” olarak lanse edilen Erdoğan 2009’da Davos’ta İsrailli muhatabına karşı gelirken büyüyen ekonomik ilişkiler patronların iştahını kabartıyordu. 

2010 yılında Gazze ablukasını kırarak Hamas’a nefes aldırmaya çalışan Mavi Marmara girişimi, İsrail ordusunun saldırısı sonucunda kana bulanırken, Türkiye’de İsrail karşıtlığı siyasal İslamcılar nezdinde zirveyi görmüştü. Aynı yıl İsrail-Türkiye ticaretinde de zirvenin görüldüğü ve ticari işlemlerin 4 milyar doların altına düşmediği dönem olarak tarihe geçti. Bugün ise bu rakam yaklaşık 6,5 milyar dolar seviyesinde.

Geçtiğimiz günlerde İsrail’in ırkçı ve Siyonist saldırılarına bir yenisi eklenirken Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ümmetçi bir yaklaşım geliştiriyor, Erdoğan ise bayram mesajında İsrail hakkında tek bir cümle kurmayarak süreci geçiştirmeye çabalıyordu.  Hafızada kalan Mescid-i Aksa önünde buluşan kalabalıkların Erdoğan aleyhine yaptıkları miting oldu.

Filistin sorunu mevzu bahis olduğunda topu taca atan siyasal İslamcılar, kınayarak büyüttükleri ticari işlemler ile kârlarına kâr, servetlerine servet ekliyor. Ortadoğu denkleminde ilerici ve antiemperyalist, sosyalist özneler tekrar tarih sahnesinde hak ettiği yeri alana kadar bu kısır döngü devam edecek gibi duruyor.