ABD Başkanlığına Donald Trump’un seçilmesiyle birlikte bölge politikalarında yeni fırsatlar yakalayabileceği umuduna kapılan Türkiye’deki sermaye temsilcileri, önceki gün New York Times’ta yayımlanan ve sonrasında başka kaynaklardan da desteklenen “son dakikada bir değişiklik olmazsa, Dışişleri Bakanı’nın Florida Senatörü Marco Rubio olacağı” yönündeki haberlerle telaşa düşmüş olmalı.
Türkiye medyasına da yansıyan haberlerde, bunun Türkiye siyasetini nasıl etkileyebileceği konusunda ilk ham yorumlar yapılırken devletin bu konuda çok daha ayrıntılı bir çalışma içine girmiş olması beklenir. Türkiye-ABD ilişkilerinde medyada yeni bir “manipülasyonlar” sayfasının açıldığını söyleyebiliriz.
Kabine ve diğer postlar için yapılan ilk tercihler belirginleştikçe Trump yönetiminin, ABD yerleşik düzenince (establishment) kuşatılarak şekillendirileceği de görünür hale geliyor.
ABD siyasetinin, emperyalist liderlik konumu sarsıldıkça, fazlaca sarsıntılı süreçler yaşadığı ve toplumsal algıda da “iyice çıldırdığı” doğru olmakla birlikte, yerleşik düzenin -hâlâ- biraz daha bağışık ve profesyonelce işlemeye devam ettiğini varsaymak gerekiyor. Çıldırma halleri siyasetin dümenini kontrol etmeyi çok zorlaştırıyor olmalı ve bu, çelişkilerin birikmesinin de temel dinamiği; ancak henüz sürdürülebilir olmaktan çıkmadı.
Bu kurgu içinde, ve zengin manipülasyon olanakları da düşünüldüğünde, Trump’ın ABD emperyalizmi için kullanışlı bir aygıt olarak görev yapacağını, gelecek dönem olası sert viraj almalarda “feda edilebilecek bir başkan olacağını” dahi söylemek mümkün. Bir yandan yönetilmesi giderek zorlaşan çelişkiler birikmeye, çıkar çatışmaları sertleşmeye devam ediyor. Sonunda bu ancak “ölü bir başkan” tarafından yönetilebilir hale de gelebilir şimdilik Trump’la devam ediliyor.
Türkiye’nin Osmanlıcı dış politika erbabının, bu burjuvanın mizacı ve Erdoğan’la “muhteşem” iletişimine dayandırdığı umutları (ya da umut tacirliği) da burada boşa düşüyor. Çünkü, henüz ölü başkanlar dönemine geçmemiş olan ABD’de, Dışişleri Bakanlığı için düşünülen isim, ihtiyaç halinde Türkiye politikalarına devlet ayarı verecek bir figür olarak belirginleşiyor. Tıpkı 2018 dönemecinde olduğu gibi, Trump fazla ileri gidip kişisel vaatlerini geri çekmesi gerektiğinde, bunun düzelticisi ve belki de kırılma noktası Rubio olacak gibi görünüyor.
O dönemki bir kaç olayı yeniden su yüzüne çıkarmak konuyu açmak için elverişli malzeme sunuyor. Ama ondan önce genel dış politika başlıklarında Rubio; Trump iktidarının neresinde durabilir, bununla ilgili veriler üzerinde duralım.
Ukrayna savaşını bitirmek şahsi mesele mi?
Trump’ın Pensilvanya’daki seçim mitinginde Zelenskiy hakkında, "Bence Zelenskiy tarihin en büyük pazarlamacısı. Ne zaman ülkeye gelse 60 milyar dolarla geri dönüyor" şeklindeki popülist çıkışları (ABD’nin savaş başladığından beri Ukrayna’ya yaptığı yardımların Kasım ayı başında 60 milyar doları aştığını biliyoruz) kişisel-burjuva tarzına bağlanabilir.
Aynı mitingde, "Eğer seçimi kazanırsam Putin ve Zelenskiy'i arayacağım ve savaşı bitirmeleri için bir anlaşmaya varmalarını söyleyeceğim" diye konuşan Trump’ın ABD’nin Ukrayna’ya desteğini sıklıkla eleştirdiğini ve kendisinin bu savaşı bitireceği (hatta 24 saat içinde) vaadi olduğunu biliyoruz.
Genel olarak Trump için dış politika başlıklarının “ne kadar para gidiyor” ilkesiyle ele alındığı değerlendirmesi de, yine bu örnekte karşılık buluyor. Trump’la geçen Mart ayında görüşen Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın “Trump’ın Ukrayna-Rusya savaşına kuruş para vermeyeceğini, böylece de savaşın sona ereceğini” söylemesi bunun bir örneği. Zelenskiy’nin “Yeniden ABD başkanı seçilirse Trump'la çalışmak zorlu bir iş olacak” şeklinde konuştuğu da biliniyor.
Ancak bunlardan yola çıkarak “önce Amerika” diyen Trump’ın “dış müdahalelere karşı çıkmayı” ve Amerikan müdahaleciliğinin yarattığı muazzam maliyetleri gözden geçirmeyi merkeze alan yaklaşımının, yalnızca “Trump dış politikası” olarak görülmesi yanıltıcı olacaktır.
Bu noktada, “Rubio’nun son dönem Trump’ın ‘sonsuz savaşları sonlandırma’ çizgisine yaklaştığı” şeklindeki değerlendirmenin de aslında ABD çıkarlarının da bu çizgiye yaklaşması şeklinde okunabileceğini söyleyebiliriz.
Marco Rubio, son süreçte “Trump politikalarına yaklaşıyor”, evet; çünkü ABD çıkarları bunu gerektiriyor.
Avrupa-Rusya operasyonu tamam, Çin-Rusya-İran operasyonu sırada
Ukrayna savaşının “Biden’ın kişisel meselesi” olarak yansıtıldığı oldu; ama esası, ABD emperyalizminin Avrupa'yla Trump döneminde fazlaca açılan mesafesini kapatma ve Rusya’yla ilişkileri gelişen müttefiklerini hizaya getirme ihtiyacını Biden dönemi ve onun Ukrayna politikasıyla giderdiğini unutmamak gerek. Bugün gelinen noktadaysa, bu durum, bir süredir, -başka dünya denklemleriyle birlikte ele alındığında- “gözden geçirilecek başlıklardan biri” olarak görülüyor. Ve devreye Trump’ın Putin sevdası ve biri Lübnanlı babası şimdiden yoğun bir diplomasiyi sırtlanmış; diğeri Yahudi yerleşimlerinden rant hesapları olan damatları giriyor...
ABD dış politikasındaki “gözden geçirmenin” bir ayağı Rusya ile ilişkiler olarak belirginleşiyor. ABD yeni dönemde, Ortadoğu’daki gelişmelerin sonucu ortaya çıkan Çin-İran-Rusya denklemine müdahale etmek zorunda.
Aslında ABD emperyalizmi, “boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyor” durumunu yönetmeye çalışıyor. Ukrayna savaşıyla birlikte Avrupa ve Rusya düşman kamplara itilirken, Moskova bu sefer Pekin ve Tahran’la daha zorlayıcı ve özellikle Ortadoğu coğrafyasında ABD hesaplarını bozan bir konuma yerleşmiş oldu. Rusya bunu, Ortadoğu’da doğrudan varlık göstererek değil, Çin’in bu coğrafyada İran’a arka çıkarak yürüttüğü yumuşak diplomasinin önünü açarak yaptı. Stratejik anlaşmalar; stratejik koridorlarla temelleniyor.
Ama ABD’nin de bir Doğu Akdeniz stratejisi ve İsrail’i merkeze koyan bir başka stratejik koridor hesabı var. Gelinen noktada Ortadoğu’da yaşanan sıkışma, Rusya-Çin-İran denkleminin dinamitlenmesini gerektiriyor. Yolu yine İsrail’in açtığını; son dönem Lübnan’da odaklanan, Suriye’yi yeniden hedef almayı gözeten ve esasen İran’ı teslim almayı hedefleyen bölge politikasının ayrıntılarının zaman içinde netlik kazanacağını söyleyebiliyoruz.
Çin ve İran görevleri
“Trump dış politikası”nın geleneksel hedefi olan Çin söz konusu olduğunda, Rubio’nun “sertlik yanlıları” listesinde adının geçmesi ABD dış politikasının güncel ihtiyaçları açısından bir başka çakışma. Yukarıdan devam edersek, Ortadoğu’daki “üst arabulucu” rolünü Çin’e kaptırma tehdidi altındaki ABD’nin seçenekleri daraldığından, yeni bir açılım ihtiyacı var. Bu tabloda İran ve Çin karşıya alınmaya devam edilirken, Rusya’nın buradan ayrıştırılması gerekiyor. Trump ve “Küçük Marco”su bu görev için uygun profil sunuyor.
Rubio’nun CV’sinden, Çin konusunda epey çalıştığını ve “insan hakları ihlalleri” gibi başlıklar üzerinden geleneksel ABD dış politika formatlarına uygun malzeme üretmiş olduğunu görüyoruz. Tuhaf biçimde “Hamas yanlısı, İsrail karşıtı propaganda yaydığı için” TikTok’un kapatılmasını da istiyor. Ama günümüzde böyle tutarsızlıklar üzerinde kimse durmuyor.
Rubio’nun İran konusunda “sertlik yanlısı”, İsrail yandaşlığındaysa “azılı partizan” tutumları ihtiyaç halinde tamamlayıcı olacaktır.
Açılacak yeni sayfada, yeni rol kapma telaşı
Türkiye’de alıcısı fazla olan ve son dönemde Robert Kennedy Jr.’ın Trump’ın seçimi kazanmasının ertesinde bir TV programında gündeme getirdiği bir başlık, ABD’nin Suriye’den asker çekmesi konusu. Küçük Kennedy, Trump’ın seçimi kazanmasının ardından katıldığı bir TV programında, kimi ayrıntıları net olmayan ama özü itibariyle Trump’ın Suriye’den ABD askerlerini çekmeyi isteğinin altını çizen bir anekdot aktarıyor. Bu aktarım, Trump’ın ABD askerlerinin Suriye’de “kim vurduya gidebileceği” bir tabloya izin vermeyeceği izlenimini güçlendiriyor.
Haber, Ortadoğu’da medyanın üzerinde durduğu; Türkiye’yle ABD ilişkilerine iyimser bakmak isteyenlerin aradığı bir malzeme oldu. Tahmin edileceği gibi, daha önce aynı başlıkta Türkiye-ABD arasında ve yine Erdoğan-Trump arasında yaşananları hatırlatmak pek prim yapmıyor henüz. İşte o daha önce yaşananların kimi karelerinde müstakbel Dışişleri Bakanı Rubio da duruyor; üstlendiği “sertlik yanlısı” rolleriyle. Hatırlayalım.
Trump’ın ilk dönemi, Türkiye-ABD ilişkilerinde bir enkazın devralındığı bir dönem. Obama’yla 2013 Nisanı’nda gerçekleşen ve içeriği sonraki manipülasyonlarda bölük pörçük açıklanan “Kırmızı Oda” buluşması bir kırılma noktasını sembolize ediyor. Özeti: 2012’de ABD emperyalizminin kimi odakları için İhvan-Türkiye-Katar-Suudi ortaklı projenin Suriye’de yenildiği idrak edilirken, bu konuda ABD’yi doğrudan bir Suriye saldırısı içine çekmeye çalışan Türkiye’nin artık dizginlenme ihtiyacı belirginleşmeye başlıyor. “Kırmızı Oda” buluşmasında bu konuda ham bir uyarı yapıldığını düşünebiliriz. İki taraf da boğazına kadar bataklıkta olduğundan kimse birbirine söz geçiremiyor.
ABD içindeki operasyonel odakların AKP iktidarıyla yürüttüğü “uyumlu çalışma” fiyaskoyla sonuçlandığında, Washington yönetiminin de bir süre yalpaladığı anlaşılıyor. Esad’ın devrilmesinin yerini IŞİD’le mücadelenin alması ve yeni Suriye politikasının Kürt ortaklarıyla sürdürülmesi tercihleri, Türkiye ile köprülerin yıkıldığı bir süreç oluyor. Paralelinde Türkiye’nin emperyalist destekle yürüttüğü “açılım” projelerinin de.
ABD’nin Ortadoğu açılımını geri sarmasından sonra, günahların birbirine atılması dönemi başlıyor; eş başkanı payesini bir kez almış olan Erdoğan yönetimiyse ısrarcı ve tüm yıpratmalara karşın devam etme kararlılığını koruyor. Batıyla demokratik açılım süreçleri yerini, savaş ve diktatörlük açılımlarına bırakıyor.
Osmanlıcıların bugün unutmuş göründüğü bu bataklıkta, Türkiye’nin Suriye’deki paralı cihatçıları -aslında göz yumulan- karanlık finansal kaynaklarla yönetmesi, girdiği yolda devam etme dışında bir şansı bulunmadığından boyundan büyük işlere kalkışması, nihayetinde “söz geçirilememesi” ve yalnızlaşması var. Paralelinde patlayan bombalar; terörle yürütülen manipülasyonlar; şantaj ve nihayet darbe girişimi. Bir de Rusya seçeneğine yönelme.
Trump yönetiminin, bu enkaz karşısında özgün bir katkı içeren bir tutum geliştirme şansı bulunmuyordu. İktidara geldiğinde Halk Bankası ve Rıza Sarraf davası, Brunson krizi ve Türkiye’nin FETÖ’cüleri iade talepleri önüne düşmüştü.
Türkiye neden umutlanıyor?
Donald Trump’ın Erdoğan’la kabadayılık yarıştırması ama aynı zamanda pek samimi görüşmesi, tüm telefonlarına çıkması, krizler yaşandığında Twitter’dan (artık X) atar yapıp diplomasi tarihine geçecek mektuplar göndermesi gibi hamleleri, çıkışsız ABD-Türkiye ilişkilerine “renk katan” kişisel katkılar olarak görülebilir.
Trump’ın ABD siyasetinde yaşadığı iç gerilimler fonda devam ederken, “Suriye’den asker çekme” kararı aldığını sandığını ve sonrasında da hızlı bir biçimde geri sardığını hatırlayalım. Aslında Türkiye "Barış Pınarı Operasyonu"yla bölgede kendi “tampon bölge” hedefini gerçekleştirmek için ABD siyasetinin boşluklarına oynamayı denedi ve sonunda kısmi tavizler kopararak geri çekilmek zorunda kaldı.
ABD’nin yeni bölge politikasında Suriye’de yeni müttefiki PYD’yle devam etme kararlılığı değişmezken Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde sorumluluğu üstlenme hesabı tutmamış oldu.
Bu hamleler, Obama döneminde de olduğu gibi, ABD siyasetindeki Türkiye’yi cezalandırma yanlısı çevrelerin ağır tepkilerine sebep oldu. Trump’ın çekilme kararını eleştiren ve Türkiye’nin operasyonlarına karşı çıkan isimler arasına Marco Rubio da vardı. Rubio, Kürtlerin ABD’nin önemli müttefiklerinden olduğunu savunuyor ve onları hedef alan her türlü saldırıya engel olacaklarını söylüyor. Rubio, 2017’deki bir paylaşımındaysa “Şu anda Kuzey Irak olarak bilinen (Güney) Kürdistan’ın tamamen bağımsız olma zamanı gelmedi mi?” sorusunu ortaya atıyor.
Körler ve sağırlar
Suriye’nin kuzeyine dönük hesaplar gelecek dönem Türkiye-ABD ilişkilerindeki temel çıkışsız başlıklardan birini oluşturuyor. Esas olan Türkiye’nin çıkışsızlığıdır, ABD’nin bundan yarar sağlama yoluna gidip gitmeyeceği zamanla ve yeni ortaya çıkacak dengelerle netlik kazanacak.
Bugün ABD seçim sonuçlarının içeride Kürt açılımı hazırlıklarıyla karşılaması ve bir yandan ısrarlı bir biçimde PKK ve YPG’nin hedef alınması, Türkiye’nin hâlâ aynı çıkışsız politikaları zorlama denemesidir.
"Barış Pınarı" krizi sonrası, 13 Kasım tarihli Erdoğan’ın Trump’la ilişkileri normalleştirme buluşmasındaki konuşmaları hatırlayabiliriz. İki ülke arasında büyük restleşmeler yaşadıktan sonra gerçekleştirilen buluşmanın somut hiçbir çıktısı olma ihtimali yokken, taraflar ısrarla müttefiklikten bahsediyor; Kürtler üzerine konuşmalarsa tam bir sağırlar diyaloğu şeklinde gerçekleşiyor.
Trump "Kürtlerle iyi bir ilişkimiz oldu, onlarla başarılı bir şekilde IŞİD’e karşı savaştık. Cumhurbaşkanıyla Kürtlerin arasında bir ayrılık olabilir ama onların da iyi ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de Kürtler de yaşıyor ve onlar da oldukça mutlu gibi geliyor. İyi bakılıyorlar eğitim ve sağlık açısından" diyerek yaklaşımını somutlarken Erdoğan, "Bizim Kürtlerle bir sorunumuz yok. Bizim sorunumuz terör örgütleriyle. Kürtlerin içinden çıkan bir kısım teröristler, bunlar PKK'nın uzantılarıdır. Esed'in kuzey Suriye'deki Kürtleri kabul etmediği dönemde onlara pasaportlarını vermesini söyledik. Parlamentoda partimin 50'den fazla Kürt milletvekili var" şeklinde konuşuyordu.
İsrail ve İran konusundaki örtüşmezlikler buna eklenebilir. Yeni Dışişleri Bakanı adayı Rubio, bu başlıklarda da Türkiye’nin “resmi” politikalarıyla bağdaşmayacak bir konuma sahip. Yine Türkiye için “hizaya getirici” bir rol üstlenmeye aday görünüyor.
“Kırmızı Oda” buluşması olurken, göçmen yasasıyla ilgili düzenlemelerin oylandığı Kongre’de kendi işine bakmakta olan Marco Rubio, o zamandan sonra ABD siyasetinin farklılaşan tercihlerinde Türkiye’yle mesafeyi açan; cezalandırma ve hizaya getirme yanlısı bir tutumun temsilcilerinden oldu.
Trump’ın Ocak 2019’da, Erdoğanla görüştükten sonra asker çekme vaatlerini açıklamasının hemen sonrasında Amerikan Basketbol Ligi (NBA) oyuncusu olan Enes Kanter'i makamında ağırlıyor ve Twitter hesabından AKP yönetimini kızdıracak paylaşımlar yapıyor.
Venezuela’dan FETÖ’ye ve Türkiye’ye tehditler
Trump döneminde “Sanal Latin Amerika Bakanı” olarak anılan Rubio, fanatik Venuela karşıtı politikalarını Ankara’nın Venezuela ilişkilerini de hedef alarak çeşitlendiriyor. 2019'da Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro hakkında Türkiye’ye nota verilmesi teklifinde bulunan Rubio, yine Twitter paylaşımında Türkiye’deki ABD Büyükelçiliği’ni etiketleyerek, “Maduro’nun Venezuela’dan altın çalmasına Türkiye’nin yardımcı olmamasını tavsiye etmenizi rica ediyorum” diyor ve yaptırım tehditleri savuruyor. Venezuela hassas konu, Peker de dikkat çekiyordu.
ABD’nin FETÖ yapılanması üzerinden dahil olduğu darbe sürecinin ardından ABD devletinin Ankara’yla yaşadığı gerilimlerde yine Rubio’nun aktif bir aktör olarak sahne aldığını görüyoruz.
Şubat 2021’de 50’den fazla senatör tarafından imzalanan ve yazıcılarından birinin Marco Rubio olduğu “insan hakları sicili üzerinden Türkiye’ye baskı yapılmasını” isteyen mektup Biden’a iletiliyor.
İnsan hakları ve dış politikada saldırganlık eleştirileriyle bezenen mektubun merkezinde, hapisteki FETÖ’cülerin serbest bırakılması ve Enes Kanter hakkında kırmızı bültenin kaldırılması konuları duruyor. Sık başvurulan bir provokasyon odağı olan Enes Kanter’in Rubio’yla yakınlığı sonucu, Uygur Türklerine yönelik politikası nedeniyle Çin'e eleştiriler yöneltmekle görevlendirilmiş olduğu anlaşılıyor.
Türkiye’nin Çin’le ilişkilerini geliştirirken, bizzat Hakan Fidan’ın bu konuyla ilgili politikalarını 180 derece farklı bir yöne evrilttiğini de hatırlayabiliriz.