Covid-19 Pandemisi ve sağlıkta patent

Vaka ve ölüm sayıları artarken, tüm dünyada gündemde aşı çalışmaları var.

Gökçe Cihan Üstündağ

2019 sonunda başlayarak, tüm dünyada 1,5 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan Covid-19 pandemisi, bir durgunluk döneminin ardından bu sonbaharla birlikte yeniden ciddi boyutlara ulaştı. Vaka ve ölüm sayıları artarken, tüm dünyada gündemde aşı çalışmaları var.

22 Aralık 2020 itibariyle klinik geliştirme aşamasında toplam 61 aşı, Faz-3 aşamasında ise* toplam 16 aşı yer alıyor.1 Faz 3 çalışmalarının ön verileri doğrultusunda farklı ülkelerde acil kullanım onayı alarak Aralık-Ocak aylarında yaygın uygulanmasına başlanan ya da başlanacak olan beş aşı özellikle gündemde.

Ve şimdi tüm sağlığa erişimdeki eşitsizlikler ve sağlık ürünlerinde patent konusu da yeniden tartışılıyor. Gelişmiş ülkeler olarak adlandırılan merkez kapitalist ülkelerde daha aşılar piyasaya sürülmeden alımlar yapılırken; gelişmekte olan, düşük gelirli ülkeler için aşıya erişim belirsizliğini korumaya devam ediyor. Eylül ayı itibariyle acil kullanım onayı için başvuran bazı şirketlerin aşı stokunun yüzde 51'inin dünya nüfusunun yüzde 13'üne sahip zengin ülkeler tarafından satın alındığı biliniyor 2. Halbuki enfeksiyon hastalıkları kaynaklı salgınlarda, hastalıktan daha fazla etkilenenlerin, yeterli beslenmeyi sağlayamayan dolayısıyla bağışıklık sistemleri kuvvetsiz ve destekleyici tedaviye de ulaşamayan toplumlar olduğu açık bir gerçek. Türkiye şu an için Sinovac firmasının ürettiği CoronaVac aşısından 50 milyon doz sipariş etti. Bu toplamın sadece 25 milyon insanı bağışıklamaya yeteceği düşünülürse, ülkemizde salgınla mücadele için yeterli olmayacağı aşikar. Toplumsal olarak bakıldığında da sürü bağışıklığının sağlanabilmesi için toplumun en az yüzde 60-70’inin aşılanması gerekiyor. Önümüzdeki aylarda ne gibi girişimlerde bulunulacağı belirsizliğini korurken, Türkiye’de de aşıya erişimde ciddi bir eşitsizlik yaşanacak gibi görünüyor.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken Hindistan ve Güney Afrika geçtiğimiz Kasım ayında bir hamlede bulundu. İki ülke Covid-19 salgını boyunca, en az yüzde 60-70 civarında olduğu düşünülen küresel sürü bağışıklığı sağlanana dek, tıbbi ürünlerde patent haklarından feragat edilmesi için Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) başvuruda bulundu. Birçok sivil toplum kuruluşu (STK) yaptıkları açıklamalarla ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) genel direktörü Tedros Adhanom attığı tweet ile (!) bu adımı desteklediğini duyurdu. Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF), “Küresel sağlık için bu kritik dönemeçte tüm hükümetleri, insan hayatını kârın önüne koyan bu çığır açıcı öneriye acilen destek olmaya çağırıyoruz… Küresel bir pandemi bile ilaç şirketlerinin her zamanki yaklaşımlarını sergilemelerini engellemeyecektir." diyerek bu hamleye ilk destekte bulunanlardan oldu. Teklif, DTÖ’de toplam 99 ülke tarafından genel memnuniyetle karşılandı ve destek gördü. Ancak feragat önerisi ABD, Birleşik Krallık, Japonya, Kanada, Avustralya, Norveç, İsviçre ve Avrupa Birliği ülkeleri de dâhil olmak üzere birçok zengin ülke tarafından desteklenmemekte.3 Başvuruyla ilgili net bir karar henüz çıkmış değil fakat DTÖ’de kararlar görüş birliği ile alındığından, teklifin reddedilmesine kesin gözüyle bakılıyor. Türkiye’de de Türk Eczacılar Birliği (TEB) geçtiğimiz ay yaptığı açıklamada, “firmaların salgında patentten vazgeçmesi gerektiğini ve aşıların uluslararası dağıtımlarının adil bir şekilde DSÖ tarafından denetlenmesi gerektiğini” söyledi. TEB’in açıklamasında aynı zamanda “aşılar ve Covid’de kullanılan tüm ilaçların her koşulda, herkes için kamu tarafından ücretsiz bir şekilde sağlanması gerektiği” de belirtildi.4 Diğer taraftan tüm dünyada daha fazla aşı üretimi yapılabilmesi için patent hakkından vazgeçmeyi reddeden Pfizer’in CEO’su: “Biz ticari bir şirketiz ve aşımızı geliştirmek için çok büyük finansal riskler aldık.” dedi. Burada, aşıyı tek başına geliştiren tarafın Pfizer olmadığının, araştırma aşamalarından ziyade klinik aşamada aşı çalışmalarına dahil olduğunun da altını çizmek gerekiyor. Pfizer'in fahiş fiyat uygulaması ve vergi kaçakçılığı gibi kirli geçmişi geçtiğimiz Kasım ayında Liberation News’te yer alan bir makalede tartışmaya açılmış ve aşının kontrolünün Pfizer’da olmaması gerektiği vurgulanmıştı.5

Peki Hindistan ve Güney Afrika neden patent feragat hakkı için DTÖ’ye başvurdu? Bu noktada biraz geriye gidip Dünya Ticaret Örgütü’nün çatısı altında bulunan TRIPS anlaşmasını hatırlamak gerekiyor.

TRIPS anlaşması ve sosyalist sistemin çözülüşü sonrası sağlıkta dönüşüm dönemi

DTÖ’ye üye ülkelerde etkin patent koruması sağlanmasına yönelik TRIPS Anlaşması (Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması) 1995 yılında yürürlüğe girdi ve anlaşmaya taraf ülkeler 2006 yılına kadar kendi iç yasalarını TRIPS’in ilkelerine göre şekillendirmekle yükümlü tutuldular. Anlaşmanın 95 yılında gündeme gelmesi tesadüf değil. TRIPS Anlaşması 90 sonrası, sosyalist sistemin çözülüşünün ardından neoliberal siyasetin sağlık hizmetlerini tekrar şekillendirme, sağlık ürünlerini metalaştırma ve kamusal alanı yağmalama hareketinin bir parçası olarak görülebilir. Anlaşma sadece patentleri değil telif hakları, markalar gibi diğer fikri mülkiyet haklarını da kapsıyor. TRIPS anlaşmasıyla ilaç ve aşı gibi tıbbi ürünlerde patent hakkı, patent sahibi şirkete içeriğin keşfinden itibaren 20 yıllık bir koruma sağlıyor yani başka şirket ya da kurumların aynı içeriğin benzerlerini (jenerik ilaç/aşı) üretip satmaları bu yasayla engellenmiş oluyor. Jenerik ilaç üretimi gelişmekte olan ülkeler için özellikle önemli çünkü ilaçta/aşıda tekelleşme tedavide maliyetleri de arttırıyor ve fahiş fiyatlar bu ülkelerdeki insanların ilaca daha zor ulaşması ya da ulaşamaması anlamına geliyor.6 Patent koruma süresi zarfınca elde edilen kârla, şirketin yatırımlarının karşılığını aldığı ve ayrıca patentlerin inovasyonu (yenilikçiliği) ve yaratıcılığı arttırdığı iddia ediliyor. Anlaşma beraberinde ilaç ve aşı sektöründe tekelleşmeyi de getirmiş oluyor. Kapitalist sistem bir yandan serbest rekabeti savunurken, devletçiliği tekelleşmeyle eleştirirken; bir yandan da Ar-Ge’ye yatırım yapabilen büyük sermaye gruplarının, hem de sağlık gibi en temel haklardan biri konusunda, tekelleşebilmesini uluslararası anlaşmalar yoluyla sağlıyor.

TRIPS imza süreci o dönemde tartışmaları da beraberinde getirmişti. Özellikle HIV/AIDS’in yaygın görüldüğü Sahra Altı Afrika ülkeleri bu anlaşmayı imzalamak istememişti çünkü uluslararası anlaşma kabul edildiğinde bu ülkelerde ucuz ilaç üretimi veya ithalatı ilgili ilaç firmasından onay olmadıkça 20 yıl mümkün olamayacaktı. Özellikle 2000’lerin başları, bir taraftan yürürlüğe girmeye başlayan TRIPS yasaları diğer taraftan özellikle “Üçüncü Dünya Ülkeleri”nde AIDS hastası milyonlarca insanın antiretroviral tedavi (ART) adı verilen tedavi paketine duyduğu ihtiyaçtan ötürü, birçok tartışmaya sahne olmuştur. Güney Afrika HIV ile mücadele çerçevesinde jenerik ilaç üretebilmek için ulusal yasalarında “acil durum” temeline dayanarak değişikliğe gitmiş ve 39 ilaç şirketi bu olay üzerine Güney Afrika’ya DTÖ bünyesinde dava açmıştır. TRIPS anlaşmasında “acil ulusal durum” halinde patent sahibi durumdan haberdar edilerek ve patent sahibine “makul” bir ödeme yapılarak, devletlerin jenerik ilaç ya da aşı üretebileceklerine dair bir ibare yer almaktadır ve Güney Afrika aldığı kararı buna dayandırmaktadır. 2001 yılında tüm dünyadan gelen tepkiler üzerine şirketler uzlaşmaya yanaşarak davayı geri çekmek durumunda kalmışlardır. Aynı süreçte ABD yönetimi Güney Afrika, ve benzer sebeplerle Brezilya ve Tayland’ı ambargo ile tehdit etmiştir6. Patent yasalarının üretimi engellemediği ülkelerde uygun fiyatlı jenerik HIV/AIDS ilaçlarının üretilmesiyle, HIV/AIDS salgını sırasında milyonlarca insanın hayatı kurtarılmaya çalışılmış fakat bu hamleler de ilaç tekellerinin müdahalesiyle karşılaşmaya devam etmiştir. Örneğin yine bu dönemlerde, yetişkin nüfusunun dörtte biri HIV pozitif olan fakat yüzde 2’den azı ART tedavisi alabilen Kenya, HIV ile birlikte seyreden fırsatçı bir enfeksiyon olan cryptococcal meningitis’in tedavisinde kullanılan flukonazol adlı ilacı Tayland’dan ithal etmek istemiş fakat patent sahibi olan Pfizer bu ithalatın durdurulması için baskı uygulamıştır. Kenya için bu ithalat yıllık tedavi maliyetinin 3000 US dolardan 104 US dolara inmesi anlamına gelmektedir. Yine bu yıllarda GlaxoSmith, Gana ve Uganda’daki ithalatçıları patentli ilaçları olan ART Combivir’i yarı fiyatına başka ülkeden ithal etmeye çalıştığı için DTÖ’ye şikayet etmiştir.7 Benzer tartışmalar 2000’li yıllardaki influenza (grip) salgınları esnasında da tekrarlanmış; anti-influenza ilaçların patentini ellerinde tutan ve fahiş fiyatlar belirleyen tekeller sağlık kuruluşları ve sivil toplum örgütleri tarafından eleştirilmiştir.8

2009 yılında BM sağlık hakkı özel raportörü BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “fikri mülkiyet hakkı yasalarının ilaca erişim olanaklarını ciddi şekilde etkilemeye devam ettiği, az gelişmiş ülkelerin TRIPS yasalarına dahil edilmesinin sağlık hakkının ihlali anlamına gelebileceğini “ belirtmiştir.9

Tıbbi ürünlerde mülkiyet hakları ile ilgili başka bir sorun, pandemi gibi büyük insan topluluklarını etkileyecek, çok miktarda ilaç/aşı üretimi yapılması gereken koşullarda tekellerin bu üretimi kısa sürede tek başına sağlayamayacak olmasıdır; tıpkı bugün yaşadığımız süreç gibi. İlk etapta belli sayılarda üretilebilecek olan Covid-19 aşılarının ilk taliplisi ekonomik gücü olan ülkeler olmuştur ve önümüzdeki aylarda dünya halklarının tümünün aşıya ulaşması ihtimali çok çok düşük görünmektedir. Bu tip acil durumlarda bile aşı ve ilaç tedariğinin özel sektörün insafına terk edilmesi akıl almaz bir işleyiştir.

Türkiye: Bir tarafta TRIPS diğer tarafta Gümrük Birliği

Türkiye’nin 1995 yılında TRIPS Anlaşmasına taraf olmasıyla Haziran 1995’te, 2005 yılında uygulamaya geçmesi koşuluyla Patent Yasası kabul edilmiştir. Türkiye’nin on yıllık bir geçiş dönemi hakkı olmasına rağmen bu hak kullanılmamış; anlaşma başlangıç tarihi dönemin Tansu Çiller hükümetince öne çekilmiştir. Bir gece yarısı çıkartılan kararnameyle yürürlük tarihi 5 yıl önceye alınmış ve 1 Ocak 1999’dan itibaren patent yasası başlatılmıştır.10 Bu dönemde Eczacı Odaları, yabancı ilaç firmalarına büyük menfaatler sağlarken yerli ilaç sanayiinin gelişmesini engelleyeceği, jenerik ilaç üretimini durduracağı ve ilaç fiyatlarını arttıracağı için ilaçta patente karşı büyük bir kampanya yürütmüşlerdir. Hatta eczacı meslek örgütleri, başbakan olduğu dönemde ilaçta patent uygulamasını 2005'den 1999'a çeken kararnameyi yürürlüğe soktuğu için DYP Genel Başkanı Tansu Çiller hakkında Türkiye'nin çıkarlarını korumadığı gerekçesiyle savcılığa suç duyurusunda bulunmuşlardır.11

1995 yılı emperyalizmin Türkiye’yi iki kıskacı arasında sıkıştırdığı bir yıldır. Aynı yıl Türkiye AB ile Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzalamış ve ardından 1997 yılında Ortaklık Konseyi’nde alınan bir kararla 2001 tarihinden itibaren AB menşeli ilaçlarda “veri imtiyazı” uygulama taahhüdünün altına girmiştir. Veri imtiyazı, TRIPS ile koruma altına alınan patentten farklı, patente ek bir ticari imtiyazdır. AB ve ABD’de belli bir süre için sağlık otoritelerinin jenerik ürün ruhsat başvurularını kabul etmelerini engelleyen, patent süresinin bitiminden sonra bile devam eden ve süresi değişiklik gösterebilen ek bir pazar koruması olarak özetlenebilir. Süreç belirsizliklerini korurken, 2003 tarihinde Avrupa Farmasötik Endüstrileri ve Dernekleri Federasyonu (EFPIA) Avrupa Komisyonu’na başvurarak Türkiye’yi bu konuda şikayet etmiş; veri imtiyazı böylelikle, AB’ye üye ülke olmamasına rağmen baskılarla 2005 yılında uygulamaya konmuştur.12 İlave olarak 2001-2003 yılları arasında Sağlık Bakanlığı’nca daha ucuz olan yerli eşdeğer ilaçların geri ödenmesine izin veren, kamu yararı gözeten kararlarının ardından, ABD ve AB kaynaklı raporlarla Türkiye DTÖ’ye defalarca şikayet edilmiş ve Türkiye’nin DTÖ ile yapılan TRIPS anlaşmasından doğan yükümlülüklerini yerine getirmediği dayanak gösterilmiştir.

Veri koruma, sağlığı mı kârı mı korur?

İlaç ve aşı gibi ürünlerin patent ile korunmasında temel argüman, şirketlerin ar-ge faaliyetleri için gereken masrafın çok fazla olduğu ve dolayısıyla masrafların ürünlerden çıkarılması gerektiğidir. Oysa örneğin, şirketlerin promosyon ve reklam giderlerinin ar-ge harcamalarından kat kat fazla olduğu bilinen bir gerçek. Big Pharma olarak anılan büyük ilaç ve aşı tekellerinin yıllık gelirlerinin milyar dolarları bulduğu ve ilacın dünyadaki en karlı sektörlerden biri olduğu da yine bilinen başka bir gerçek.13 İlaç ve aşı üreticisi büyük şirketler bu ürünleri pazara sürerken, ürünlerin fiyatlarını patent korumasının da getirdiği fırsatla ilk yıllarda yüksek tutmakta ve zengin ülkelere satış yaparak büyük karlar elde etme yoluna gitmektedir. Aşı geliştirme için harcanan yıllık ortalama 500 milyon doların sadece 40 milyon doları, enfeksiyonların yüzde 95’inin görüldüğü gelişmekte olan ülkeler için ayrılmaktadır. Dünya bankasının tahminlerine göre, dünyadaki hastalık yükünün yüzde 93’ü gelişmekte olan ülkelerin sırtındadır, buna karşılık tüm sağlık harcamalarının sadece yüzde 11’i bu ülkelerdeki hastalıklara ayrılmaktadır.14 Aşı üretici firmalar tüberküloz, sıtma ve HIV/AIDS gibi gelişmekte olan ülkelerde hala çok büyük bir sorun olmaya devam eden ve milyonlarca insanın ölümüne yol açan eski enfeksiyon hastalıklarına karşı aşı üretme çalışmalarına kaynak aktarmamaktadır çünkü yeterince karlı bulmamaktadır. Aynı sorun bugün yaşadığımız koronavirüs pandemisinin arka planında da yaşanmıştır. Bilindiği gibi SARS-CoV-2 virüsünün neden olduğu Covid-19 pandemisi yaşadığımız ilk koronavirüs salgını değil. 2002-2003 yıllarında yaşanan SARS-CoV salgını ve 2012’deki öldürücülüğü çok daha yüksek olan fakat coğrafi olarak Arap yarımadası ve çevresiyle sınırlı kalan MERS-CoV salgını yaklaşan SARS-CoV-2 pandemisinin habercileriydi. Fakat büyük şirketler bu konuya güncel olmadığı ve dolayısıyla kârlı olmadığı için yatırım yapma ihtiyacı duymamıştır. ABD’li bilim insanı Dr. Peter Hotez, 2020 Mart ayında yaptığı açıklamada; 2016 yılında ölümcül bir koronavirüs türü için aşı geliştirmeye yaklaştıklarını ancak araştırma ekibinin, buluşlarını insanlar üzerinde test etmek için mali yardıma ihtiyaç duyduğunu belirtmişti. Tıp Fakültesi’nden bilim insanlarıyla birlikte başlattıkları çalışmaları bırakmak zorunda kaldıklarını söyleyen Hotez, çalışmayı kliniğe taşıma amacıyla yatırımcıları ikna etmek için çok uğraştıklarını ama ilgilerini çekemediklerini dile getirmişti.15 Pfizer ve diğer büyük şirketler aşı siparişleri gelmeye başlayınca konuyla “bilimsel” olarak ilgilenmeye başlamış gibi görünüyor.

Patent sorunu içinden geçtiğimiz pandemi döneminde sadece aşılar için değil tüm farmasötik ve tıbbi ürünler için kendini gösteriyor. Örneğin geçtiğimiz Mart ayında İtalya’da Covid-19 salgını çok trajik boyutlara ulaşmışken, bir grup genç mühendis İtalya'daki hastanelerde Covid-19 hastalarına solunum desteği sağlamak için kullanılan bir maskenin kapak sistemini 3D yazıcı kullanarak düşük maliyetle ürettiğini duyurmuştu. Bu olay üzerine genç mühendisler, patent hakkı olan tıbbi cihaz şirketi tarafından ürünün çoğaltılması halinde patent davası açılmakla tehdit edilmişlerdi. Basında yer alan haberler ve yoğun toplumsal baskı sonucunda firma geri adım atmış ve haberleri yalanlayan bir açıklamada bulunmak zorunda kalmıştı.16 Şu an klinik test aşamasında olan yeni antiviral ilaçlar için de önümüzdeki senelerde patent sorunu ve ilaca ulaşımdaki eşitsizliklerin tekrar gündeme gelmesi kesin gibidir.

Fikri mülkiyet hakları söz konusu olduğunda öne sürülen bir başka argüman ise, patentlerin inovasyonu (yenilikçiliği) ve yaratıcılığı arttırdığı iddiasıdır. Fikri mülkiyet olmadan yeni ilaçlar, üretilemeyecek, yeni buluşlar yapılamayacaktır. Sistemin işleyişine bakıldığında “yaratıcılığı” arttıran şeyin kâr güdüsü olduğu görülmektedir. Fakat paranın izini süren bu yaratıcılık, insan sağlığını değil, şirketlerin kârını arttırmaktadır. Ayrıca geçmişte ve günümüzde sosyalist ülkelerin sağlık sistemlerindeki gelişkinliğe bakıldığında, “yaratıcılık” için kâr odaklı üretimin gerekli olmadığı görülmektedir. Bugün Küba kısıtlı kaynaklarıyla, dünyanın en iyi ve eşitlikçi sağlık sistemlerinden birine sahiptir. Ayrıca her sene Küba laboratuvarlarında yeni ilaç, aşı ve biyoteknolojik ürünler, patentlerin verdiği “ilhama” gerek duyulmadan üretilmektedir.

İlaç, aşı ve biyoteknolojik ürün üreten firmaların sözü edilen ar-ge masraflarını bir başka açıdan irdelemek de mümkün. Şirketler ilaç ve aşı geliştirebilmek için devletlerden çok yüksek miktarda kamu kaynağı, yani insanların vergilerinden oluşan kaynağı kullanıyorlar. Kamu kaynakları denildiğinde hem kamudan aktarılan maddi destek hem de üniversitelerle yapılan ortaklık anlaşmaları kapsamında iş gücü desteği işin içinde yer almakta. Ayrıca farmasötik ürünlerin araştırma ve geliştirme safhalarında kullanılan temel bilimsel bilgilerin neredeyse tamamı kamuya ait araştırma kurumlarında geliştirilmiş ya da geliştirilmekte olan bilgilerden oluşmaktadır. Kamu kaynağı dediğimiz şey halkın vergilerinden karşılandığına göre aslında patentler tüm dünya insanlarına aittir. Tıpkı Salk ya da Curie’nin basitçe ifade ettikleri gibi... Bilimsel bilginin kimin “malı” olduğu tartışmalarının yeniden yapıldığı bu günlerde, araştırmaları ve söylemleriyle insanlığın yoluna ışık olan iki bilim insanını anmamak olmaz: Marie Curie ve Jonas Salk.

20. yy’nin başlangıcında radyumun tıbbi tedavilerdeki etkisinin ortaya çıkmasıyla birlikte, maden filizlerinden saf radyum elde etmek isteyen işletmeler Marie ve Pierre Curie ile iletişime geçerler. Çünkü radyumun ayrıştırma yöntemi sadece küçük laboratuvarlarında, büyük bir özveri ve zahmetle radyoaktif elementler üzerine çalışan Curie’lerin elindedir. Araştırmalarının sonuçlarını henüz paylaşmamışlardır. Pierre Marie’ye Amerika’daki bir işletmeden gelen talebi iletir ve önlerinde iki seçenek olduğunu söyler: ya kendilerini radyumun mucidi sayarak ve saflaştırma yöntemini patentleyerek hak temin edecek ya da araştırma sonuçlarını herkesle paylaşacaklardır. Sohbet kısa sürer. Marie Curie patent alma fikrini reddeder ve şunları söyler: “İmkanı yok. Bilimin ruhuna uymayan, aykırı bir iş olur… Bulduğumuz şeyin ticari bir geleceği varsa, bu, faydalanmaya yanaşamayacağımız bir tesadüften ibarettir. Hem radyum hastaları tedavi etmeye de yarayacak… Bundan bir çıkar elde etmek, bence imkansız bir şey.”Marie Curie: Bir bilim kadınının olağanüstü yaşam öyküsü. Yazan: Eve Curie. Bilim ve Gelecek Kitaplığı. 2014.

Marie Curie’nin bu sözleri söylediği tarihlerde sinir sistemine saldıran bir virüsün (poliovirüs) neden olduğu oldukça bulaşıcı ve ölümcül bir hastalık olan çocuk felci her yıl binlerce çocuğun sakat kalmasına ya da ölmesine sebep oluyordu. Bu önemli hastalığın çaresi yaklaşık 50 sene sonra bilim insanı Jonas Salk tarafından geliştirilecekti. 1947’de Pittsburgh Üniversitesi’nde poliovirüsler ile ilgili araştırmalarına başlayan Salk, 1952 yılında araştırma ekibiyle birlikte çocuk felci aşısını geliştirdiğini duyurdu. O günden bugüne belki milyonlarca çocuğun hayatını kurtarmış olan Salk, aşısından daha fazla insanın yararlanabilmesi için aşının patentini almayı reddetti. Bir televizyon programında kendisine “Bu patentin sahibi kim?” diye sorulduğunda verdiği cevap günümüzde yeniden alevlenen patent tartışmalarıyla birlikte sıkça akla gelir oldu: “Ne patenti? O insanlığa ait, patent filan yok. Güneşi patentleyebilir misiniz?”https://www.youtube.com/watch?v=erHXKP386Nk

Bilimsel çalışmalar bugün 50-100 sene öncesine göre çok daha fazla meta ilişkilerinin bir parçası halindeyken; kendi laboratuvarında kamu kaynaklarıyla, şirketlerden bağımsız bilim yapan Salk’lar ya da Curie’ler bugün uzaktan bakıp alkışladığımız 20. yy kahramanları. Günümüzde kamu kurumlarında çalışan bilim insanlarının bile maddi destek için araştırmalarının bir aşamasında özel şirketlere bağımlı kalması kural haline gelmiştir. Ayrıca yine günümüzde bilim insanları fikri mülkiyeti sorgulamak bir yana, bir akademik başarı konusu olarak görmektedirler. Bu muhakkak bilim insanlarının tek başına suçu değildir; sistem ideolojik olarak onlara bunu dayatmakta, bu durumu normalleştirmektedir. Tüm dünyada bilimsel yayınların yerini “bilimsel patentler”in aldığı bir dönemden geçmekteyiz. Özellikle Türkiye’de durumun son senelerde çok daha vahim bir halde olduğu gözlenmektedir. İçeriğinden bağımsız olarak, “patent sahibi” olmak akademik başarı ve yükseltmeler için kurumlar tarafından dayatılmış durumdadır ve son birkaç yıldır patent ofislerine çok ciddi paralar aktarılmaktadır. Bilimsel bilginin ancak bir tekniğe dönüştüğünde yani para edebilecek bir ürün olduğunda önemli olduğu fikri akademik çevrelere benimsetilmiştir. Ne yazık ki özel sektörle olan bu yoğun ilişki, hem bilimin hem de bilim insanlarının toplumsal saygınlığını azaltmakta; bilimsel üretime güvensizliği arttırmaktadır.

Tıbbi ürünlerde patente karşı durmak tek başına yeterli mi?

Mevcut kapitalist sağlık sistemi yani sınıflı sağlık sistemi eşitsizlikçi karakterdedir. Bu sistemde sağlık da pazardaki herhangi bir maldan farksız olarak görülür. Kâr odaklı sağlık hizmetinde temel dürtü toplum sağlığı değil, şirketlerin daha çok para biriktirmesidir. Bu durum, salgınlar, bulaşıcı hastalıklar ya da ender görülen hastalıklarda daha da can yakıcı bir hal almakta ve ayyuka çıkmaktadır. Aşı ve ilaç üretici firmalar ticari karşılığı olmayacağını düşündükleri başlıklarda araştırma ve yatırım yapmaya istek duymamaktadır. 2019 yılında gelişmekte olan ülkelerdeki 13,8 milyon çocuk hayatının ilk yılında hiçbir aşıya ulaşamazken,19 gelişmiş ülkelerde aşı karşıtlarının sayıları giderek çoğalmaktadır. Sistem eşitsizlikle birlikte, toplumlarda bir akıl tutulması da yaratmaktadır. Tıbbi ürünlerde patent söz konusu olduğunda uluslararası tekellere karşı ulusal ölçekli firmaları savunmak kısa vadede sağlık ürünlerine erişimi kolaylaştırdığından-ucuzlattığından mantıklı bir argüman gibi görünmektedir. Fakat olaya biraz daha geniş bir pencereden bakıldığında, yıllarca kamu kaynakları ile teşvik edilen küçük ölçekli yerli ilaç sanayiinin dünyada ve Türkiye’de hisselerini bir bir yabancı firmalara satarak; ortaklık paylarının büyük kısmını büyük ilaç firmalarına devrettikleri görülmektedir. Bu gayet doğaldır. Ulusal sanayii dediğimiz de sonuç itibariyle kâr elde etmek amacıyla kurulmuş işletmelerdir ve “ulusal” çıkarlar, maddi çıkarlardan sonra gelmektedir. Kısacası mevcut ekonomik sistem içinde arayışlar, dönüp dolaşıp tıkanmaya mahkûmdur. Bu tıkanıklığı aşmanın, tüm dünya insanlarının ulaşılabilir, eşit sağlık hizmeti alabilmesinin, sağlık sistemlerinin tüm dünyada, her aşamada kamulaştırılmasından başka bir akılcı yolu yoktur.