Bir yıldönümü yazısı: On yıl önce, yüz yıl önce

'Onlar cumhuriyetimizi yıktıysa, biz de onların düzenini yıkacağız. Yıkacağız ki, inandığımız değerleri yaşatacak bir ülke kurabilelim. Yıkacağız ki, tekrar bir halk olabilelim.'

Nevzat Evrim Önal

Nostalji duygusunun kökünde bugün yaşanmakta olan mutsuzluk karşısında geçmişte yaşanmış mutluluklara ya da en azından olumlu hislere tutunmak, bunlarla avunmak vardır. Bu yüzden, sabırla göğüs gerilmesi ve belki de yası tutulması gereken kişisel üzüntüler karşısında nostalji bir metanet kaynağı olabilir.

Ama siyaset söz konusu olduğunda nostalji, “atı alıp Üsküdar’ı geçmiş” adamın arkasından bakıp, atınızın ne denli güzel olduğu, koşarken yelelerinin ne güzel rüzgârda savrulduğu ile avunmaya çalışmaktır. Bu yüzden mutlak anlamda kötüdür, silahsızlandırıcıdır. Çünkü siyaset bireysel bir mesele değildir, tek tek insanların duyguları siyasette yalnızca edilgen, genelde de yönetilen unsurlar olarak yer alır. İnsanlar kitlesel siyasi eyleme, tutundukları ortak değerlerle, yani ideolojiyle geçer ve ideolojilerine de eylemleri şiddetlendikçe ve sonuç aldıkça daha sıkı tutunurlar.

Yakın ve daha yakın tarihten bahsedeceğiz, bu yüzden başlarken bu notu düşmek istedim. Şu kara günlerde, eğer tarihten örnekler verip, dersler çıkartıp geleceğe doğru bir şeyler yapmak istiyorsak, nostalji bizden uzak olsun.

***

On yıl önce bugün, Türkiye tarihinde görülmemiş kitlesellikte eylemler başladı.

Bu eylemler, başlangıcına vesile olan Taksim Gezi Parkı direnişinin ismiyle anılsa da coğrafi anlamda da, ideolojik açıdan da bir “kamusal alan direnişi”nin çok ötesindeydi. Ülkenin neredeyse her ilinde, neredeyse her kent merkezi eylemlere sahne oldu. Bugün Erdoğan’a en yüksek oranda oy çıkan iller dahi bu dalgadan muaf değildi; dileyen arşivden açıp Çankırı’da, Yozgat’ta, Sivas’ta yaşanmış eylemlerin haberlerine bakabilir. Mesele de gerçekten “üç beş ağaç” değildi. Ağaçlar AKP’nin yıkmakta olduğu cumhuriyetin sembolü haline gelmişti ve kitleler o cumhuriyetin ilerici değerlerini korumaya çalışarak harekete geçmişlerdi.

Gezi, bir laiklik savunusuydu. AKP’li yalancıların iddia ettiği gibi bir “ayyaşlık hakkı” talebi değildi ya da daha genel anlamda bir “serbest yaşam savunusu”ndan ibaret de değildi. Gezi’ye katılan ve AKP gericiliği tarafından muhtelif sıfatlarla yaftalanan tüm toplumsal öbekler, yalnızca kendi kimliklerine dokunulmazlık talep etmiyor, toplumda kimlik çatışması istemiyorlardı. Ve bunun ancak laiklikle sağlanabileceği yönündeki bilinç, eylemlerin taşıdığı en güçlü, en hâkim ideolojik unsurlardan biriydi. Kitleler bu bilinçle “halk”a dönüşmüştü.

Gezi, bağımsızlıkçı ve yurtseverdi. AKP’li yalancıların iddia ettiği gibi “emperyalistlerin oyunu” değildi. Gezi’nin en önemli tetikleyicilerinden biri AKP’nin Suriye politikası, buradaki iç savaşta cihatçı katillere verdiği destekti ve o dönemde AKP’nin bütün politik faaliyetleri içinde en uşakça, en Amerikancı olanı buydu. Bu politika, Gezi’den günler önce Reyhanlı’da 50’den fazla yurttaşımızın öldüğü katliama zemin hazırlamış, görünüşe göre de halkın sabrını taşıran bu olmuştu. Dahası, eylemlerde AKP iktidarının devrilmesi için batıcılık yapan, ABD ve Avrupa Birliği’ne bu yönde çağrı yapan en ufak bir ideolojik yönelim yoktu. Buna benzer şeyleri Soros finansmanlı “Turuncu Devrim”lerden yakından biliyoruz. Gezi bunlardan muaftı. Eyleme geçmiş halkın bağımsızlıkçı hassasiyeti böyle bir manipülasyonu meydanlara sokmazdı, nitekim sokmadı. Ve ülkemizin bağımsızlığının sembolü olan ay yıldızlı bayrak, eylemlerin de temel sembolüydü.

Gezi, özgürlükçüydü. Ancak “canının istediğini yapabilme” arzusu ile harekete geçen bir kişisel serbestlik hareketi değildi, yukarıda bahsettiğimiz iki ideoloji, yani bağımsızlık ve laiklik bağlamında özgürlükçüydü. Gerçek anlamda özgür bir ülkede yaşamak istemek, kimsenin kimseye göre ayrıcalıklı olmasını istememek eylemlerin en güçlü harekete geçirici temalarından biriydi.

Derin ve karmaşık her şeyi içeriksizleştirip bir reklam filmine dönüştüren popüler kültür makinesi Gezi’yi de aynı yöntemle düzen açısından tehlikesiz ve pazarlanabilir bir markaya indirgedi. Dikkat edin, AKP’nin Gezi’ye dair yalanlarıyla Gezi’yi markalaştıran liberal pazarlamacılık her tartışmada karşılıklı olarak birbirini haklı çıkarttı ve yukarıda saydığımız üç unsurun üçü de, her iki tarafta da hasır altı edildi.

Oysa Gezi, bu düzenin ideolojik temellerinin kriz anlarında ne denli mukavemetsiz ve çatlamaya müsait olduğunu göstermiş, eylemler bittiğinde sadece AKP değil, düzenin bir kısmı yalandan destek veren bütün unsurları derin bir nefes almıştı.

***

On yıl önce bugün ayaklanan halk, kendisi politik bir güç olarak hareket ettiği müddetçe ilerledi ve kendisini temsil etme yetkisini düzen siyasetinin parti veya figürlerine teslim ettikçe geriledi. Gezi günlerinde de sonrasında da halk sokakta güçlüydü, düzenin tanımlı siyaset alanlarında ise yoktu. CHP (o zaman da MHP’yle birlikte çatı aday çıkartma bahanesiyle) Gezi’den bir yıl sonra yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde süzme gericinin teki olan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu aday gösterecek; ya da Gezi Parkı’nda kepçenin önünde şov yapan Sırrı Süreyya Önder’in partisi BDP’nin Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “Gezi’de darbeyi gördüklerini ve aralarına mesafe koyduklarını” söyleyecekti.

Eylemler sönümlendi. Türkiye’nin düzeninin devrim olmasa da büyük bir alt üst oluş yaşamadan asla yanıt veremeyeceği derecede ileri taleplerle sokağa çıkan halk evlerine kapanıp tekrar bir yalnız insanlar yığınına dönüştü. Böylece hem taleplerinin arkasına yığdığı kitleselliğinden gelen meşruiyetini yitirdi hem de yalnızlaşmanın yarattığı özgüven kaybıyla umutları yalanlarla çalınabilir hale geldi. Başka bir yerde “Pamuk Prenses’in cam tabutu”na benzettiğim seçim sandığı her geldiğinde, (zaman zaman “tatava yapma bas geç” düzeyinde alçakça kampanyalarla) siyaset sandığa hapsedildi.

Gezi’nin yukarıda saydığım talepleri düzen siyasetinde hiçbir karşılık bulmadı. Bağımsızlık, laiklik ve bu ikisine dayanan toplumsal özgürlük ne iktidarın ne muhalefetin repertuarına girdi.

Ve mesele, olacağına vardı. On yıl sonra bugün, cumhuriyetin kuruluşundaki ilerici değerleri kendi değerleri olarak benimseyen kimsenin saygı gösteremeyeceği ve umut bağlayamayacağı, Türkiye tarihinin gördüğü en sağcı, en gerici meclis bileşimiyle karşı karşıyayız. “Sokağa çıkmayın AKP’ye yarar”cılıkla, meclis aritmetiği ve stratejik oy hesaplarıyla, solcuları “bu halkın sağcı olduğuna” inandırmak üzerine kurulu bir ideolojik çerçeveyle gelinen nokta budur.

Gezi, halkın büyük, ilerici güç gösterisiydi. CHP ülkenin yerleşik düzenine zarar gelmesin diye, hatta o düzeni yeniden kurma iddiasıyla, BDP ve sonrasında HDP de bütün siyasi stratejisini Türkiye’de kendi etnik özgürlük mücadelesini gölgeleyecek ya da kapsayacak daha büyük bir ilerici mücadeleye alan tanımamak üzerine kurduğu için bu ilericiliğe sırt çevirdi. Sonuç ortadadır.

***

Yüz yıl önce, bu topraklarda büyük bir atılım yaşandı. Mustafa Kemal ve onun işaret ettiği devrimci doğrultuyu benimseyen dava arkadaşları, tarihin geri kalmış saatini, alabildikleri kadar ileri aldılar.

Yüzüncü yılında, cumhuriyet yıkıldı. Türkiye’nin ilerici insanlığına ondan geriye yalnızca Gezi’nin de birleştiricisi olan değerler kaldı. Bağımsızlık, laiklik ve bu ikisine dayanan toplumsal özgürlük. Deneye yanıla ve deneye yenile, artık görmüş olmamız gerekiyor: Bir, bu değerler bugün Türkiye düzeninin hiçbir partisi veya kişisi tarafından gerçekten temsil edilmiyor. Ve iki, bu değerler eşitlikçi bir toplumsal düzen olmadan kendi başlarına ayakta kalamıyor.

Ne on yıl, ne yüz yıl öncesinin nostaljisiyle avunacak değiliz. İşimiz var. Onlar cumhuriyetimizi yıktıysa, biz de onların düzenini yıkacağız. Yıkacağız ki, inandığımız değerleri yaşatacak bir ülke kurabilelim. Yıkacağız ki, tekrar bir halk olabilelim.