'Beşli Çete'den oluşan sis perdesi: Kuruluştan bu yana bitmeyen çete(ler)

“Beşli çete” deyip durmayın! Beşli, elli beşli, beş yüz elli beşli çeteler hep vardılar. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana...

Cemil Fuat Hendek

Çetelerin kısa tarihidir...

Cumhuriyet’in kuruluşunun hemen öncesinde, ülkenin kalkınması için izlenecek yolun temel çizgisi saptandı. Şubat 1923’de toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde, genç Cumhuriyet’in kapitalist yolda ilerlemesine karar verildi. Ülkenin gelişmesi için verilecek mücadelenin önemli bir basamağını da “Üç Siyah, Üç Beyaz Programı” oluşturdu. Bu amaçla, yerli üretimi korumak ve teşvik etmek için yasalar da çıkarıldı. Amaç, aslen uzun savaşlar, işgal ve onu daha da ağırlaştıran kıtlık yıllarında, deyim yerindeyse, aç, açık ve çıplak kalan halkın yaşam düzeyini yükseltmek için ülkede sanayileşmeye hız vermekti. “Üç siyah”la kastedilen, sanayinin temelinde yatacak olan demir-çelik, sanayi ve ulaşımda gerekli enerji yani kömür idi. Bu “siyah”ın uzantısı olarak, inşaat için gerekli çimento ve raylı ulaşımı da sayabiliriz. “Üç beyaz” ise halkı giydirmek için tekstil, yedirmek için un ve şeker idi.

Sermaye ve sermayedar oluşturma mücadelesi

Ne var ki, ülkede bir başka sorun daha vardı! Her ne kadar, İzmir İktisat Kongresi’nde ülkenin kapitalist yoldan gelişmesi kararı verilmişse de, bu yolda kurucu işlev görecek bir sermaye birikimi yoktu. Öyleyse, bu görevi devlet üstlenecekti. Nitekim, öngörülen sanayi kollarında un, şeker, dokuma, çimento fabrikaları ve bunlara bağlı işletmeler devlet eliyle kurulmaya başladı. Ülkeyi “demir ağlarla örmek” ve ağır sanayi doğrultusunda demir-çelik üretimi için ilk adımlar devletçe atıldı. (En başından başlayarak, genç Cumhuriyet’in bu çabalarına bir başka genç cumhuriyetin, Sovyetler’in ne denli büyük, çoğu tamamen karşılıksız katkıları olduğunu her seferinde anımsatmayı görev bilirim; para, teknik donanım ve bilgi birikimi yüksek, deneyimli uzmanlar göndererek...)

Ülkede zaten tarım ve hayvancılığın temelleri vardı. Toprak reformu bir türlü yapılamadı, yaptırılmadı. Ama tarım ve hayvancılığı geliştirmek üzere bazı önlemler alındı. Bir yanda üreticiyi desteklemek, öte yanda fiyatlar üzerinde aracıların spekülasyonuna engel olmak için tarım ürünlerinin satın alımını düzenleyecek işletmeler kurulması, siloların inşa edilmesi bu politikanın uzantısıdır: Çay, fındık, tütün, pamuk, afyon, şeker pancarı... (Aldanmayalım: Bunlar yapılırken, varolan büyük toprak sahiplerine dokunulmadığı gibi -özellikle Demokrat Parti döneminde- yeni toprak ağaları yaratmaya da öncelik verildi.)

Devlet eliyle başlatılan bu programın temel hedefi de üç aşamayla ifade edilebilirdi: “Kur, işler hale getir, özel sektöre devret!” Bu hedef, devletin önüne bir acil görev daha koyuyordu: Üçüncü aşamada her şeyin devredileceği bir “ulusal burjuvazi” yaratmak. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti devleti, sadece fabrika ve işletme kurmakla kalmadı! Kuruluşu izleyen on yıllar içinde, zanaat, ticaret ve bankacılıkta geçmişten gelen birikime sahip azınlıkların mal ve sermayelerinin el değiştirmesi için bir dizi yasal/yasadışı adımlar attı, saldırılar düzenledi. Ermeni Tehciri sırasında başlayan, kısmen Orta ve özellikle Doğu Anadolu’da devletin ve düzenli ordunun göz yumduğu el koyma ve talan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren genç Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından azınlıklara karşı devam ettirildi. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından başlayan ve dönem dönem tekrarlanan “ulusal azınlıkların mübadelesi” sırasında başlayan bu süreçte, Varlık Vergisi’nden “6-7 Eylül Utancı”na, 1964’te Rumların bir kez daha korkutularak Yunanistan’a göç ettirilmesine dek uzayan, acılarla dolu bir tarih yazıldı. Peki, süreç o yıllarda bitti mi dersiniz?

Ulusal burjuvazi hayali

Biliriz: Hayatın gerçeklerine uymayan kararlar, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Ulusal burjuvazi yaratma kararı da hayatın gerçeklerine uymuyordu. Çünkü kapitalizm çoktan emperyalizm aşamasına yükselmiş bulunuyordu. Kuruluşuyla birlikte sisteme entegre edilen ülkenin de, ister istemez, o sistemin bir parçası olmaktan kurtulması mümkün değildi. Dolayısıyla, devlet eliyle zengin edilen, kısmen Anadolu mütegallibesi, kısmen de toprak ağalığından gelme bir avuç tufeylinin, kitaplarda yazıldığı gibi “ulusal” olmalarının hiçbir maddi temeli yoktu. Bunlar palazlandıkları ölçüde bir yandan devletin olanaklarına, diğer yanda da emperyalist ilişkilerin kendilerine açacağı olanaklara göz diktiler.

Devlet olanakları peşkeş çekilerek, emperyalist odaklarla yapılan anlaşmalar çerçevesinde çıkarılan yasalar ve kararnamelerle sürekli üretilen büyük burjuvalar “milli” olmak bir yana, hızla sömürgecilik dönemindeki “komprador burjuvazi”nin(1) görevini üstlendiler.

Bu çevreler, emperyalist odaklarla ilişki kurma istek ve niyetlerini zaten Demokrat Parti iktidarından çok daha önceleri dillendirmeye ve bu doğrultuda çıkışlar yapmaya başlamışlardı. Bunların sadece bir kısmının CHP’den ayrılarak Demokrat Partiyi kurduğu, bir kısmının ise CHP’de kalmaya devam ettiği unutulmamalıdır. Ayrılanlar yeni partiyi kurarken parti programıyla niyetlerini dünya aleme ilan ettiler. İktidara geldikleri andan itibaren de hızla bu niyetlerini gerçekleştirmeye ve devlet politikasını da tümüyle bu çerçeveye oturtmaya başladılar.

Burada bir parantez açalım: Ya CHP ve orada kalanlar?

Hani şu kimilerin “Kurucu Parti” diye toz kondur(t)madıkları, sürekli Kemalistliğinden bahsettikleri, bugünkü gidişatını eleştirenlerden bazılarının ise “fabrika ayarlarına dönmesini” arzuladıkları CHP neydi? DP kadroları ayrıldıktan sonra geriye ne kalmıştı? Sınıfsal büyüteç altına alındığında, CHP’nin hiçbir zaman kuruluştaki ayarından şaşmadığı, en başındaki ayarında devam ettiği görülecektir. Hayal kurmayalım: Kuruluşunda CHP’nin içinde sadece emperyalizme karşı savaşan ve en azından Misak-ı Milli sınırları içindeki halkı Osmanlı’nın çürümüşlüğünden kurtarma çabası içinde olanlar mı vardı? Emperyalist Batı’nın hayranları, bir zamanların Amerikan mandacıları, Anadolu mütegallibesi, sakallı gericiler, Doğu’nun Tehcir sırasında Ermenilerin mallarına çökmüş, kadınlarını esir almış Kürt toprak ağaları, Ege’nin kovulacak Rumların mallarına ve ticaret alanlarına çökmek ve bir an önce modern burjuva olmak rüyası görenleri... Bütün bunlar hep birlikte CHP içinde değiller miydi? İzmir İktisat Kongresi’nde ülkeyi kapitalist yola sokan, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ilk destekçisi Sovyet hükümeti ile dostça ilişkileri torpillemeye kararlı, işçi ve emekçi düşmanları hep birlikte bu parti içinde değiller miydi? Celal Bayar, Adnan Menderes, ABD uşağı Demokrat Parti kurucusu kadrolar daha önce nerede çöreklenmişlerdi? Bunlar henüz Mustafa Kemal ölmeden önce gemi azıya almaya başlamışlardı. Sadece bir kısmı ayrılıp DP’ye gittiler. Örneğin CHP’de kalan Kasım Gülek neydi?(2) Ya Adana’nın ağaları Satırlar, Manisa’nın büyük toprak sahipleri... Saymakla bitmez. CHP’nin ”fabrika ayarı” oldum olası budur! Gerek daha en başından, iktidarda olduğu sıralarda, gerekse daha sonraları. Demokrat Parti’nin son kalan yurtsever kadroları tasviye ederek, oluşumuna nihai formatı verdiği sermaye düzeninin ve onun devletinin savunuculuğuna ortak olduklarını da unutmayalım. Uzun muhalefet yıllarında ne yaptığı malum değil mi? Parantezi kapadık.

Çeteler düzeninin “doğal” kabulü

Ülkemizin böylece yıllar içinde ekonomik, siyasî -dolayısıyla diplomatik ve askerî- alanlarda emperyalizme göbekten bağlı hale getirilmesi, tabii ki, ideolojik alanda hakimiyet olmaksızın gerçekleştirilemezdi. Bunun için siyasi arenada “merkez” denen, sözde denge unsuru olacak partilerden başlayarak, en sağda, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Görüş gibi ideolojik temelde birbirinden farksız partiler, örgütlenmeler peydahlandı. Cumhuriyet’in kuruluşu ertesinde birkaç çıkış yaptıktan sonra sindirilmiş ve toprak altına çekilmiş tarikatlara giderek daha çok göz yumulmaya başlandı. Bu yelpazede tabii ki, sol da “başıboş” bırakılamazdı. Sadece doğrudan ve idam cezasına uzayan yasaklarla değil!.. Sol içinde yer alacak kimi unsurlar da programın bir parçası oldu.

(Bu değinme sadece sola sızan ajan provokatörleri, sapkın akımları, liberal girdileri çağrıştırmasın. 1960’lı yıllardan itibaren işçi sınıfının ülke siyasetinde varlığını göstermeye başlamasıyla birlikte CHP’nin sosyal demokrasiyi keşfedivermesi de bu işgalin bir parçasıdır.)

Yaratılamayan ulusal burjuvazi

Ulusal burjuvazi mi? O nerede kaldı? Küçük esnaf, zenaatkâr, küçük işletme sahipleri, köşedeki bakkal Hasan Amca falan... Hani şu “küçük burjuvazi” sayılanlar. Bir de bunlara “orta direk” denen “amalgam”ı, memur, hizmetli, avukat, doktor, mimar, mühendis gibi serbest meslek erbabından olanları da katın... Bir avuç komünist, sosyalist devrimci ve aydın dışında bunların ezici çoğunluğu da hakim sınıfın ideolojisiyle bolca beslendiler. Zaten bunların emperyalizm aşamasında belirleyici bir rol elde etmeleri olanaklı değildir. Bu aşamada, kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu ülkelerde, işçi sınıfının siyasete ağırlığını koyamadığı her ortamda devlet politikasını ve hükümetlerin yönünü o ülkede hakim durumda bulunan bir çeşit “oligarşi” belirler. Türkiye’de de başka türlüsü olamazdı, olmadı. Bunlar da aynı siyasî hedeflere odaklanan, yani kapitalist üretim ilişkilerinin devamından yana yelpazenin orasına burasına, sözde “demokrasi nizamı”nda yer alan çeşitli parti ve akımlara dağıldılar ve sistemin taşıyıcı kolonlarını oluşturdular.

“Devletin malı deniz...

Yemeyen domuz!”muş. Halk arasında bilinen, sıkça tekrarlanan ve somut maddi temeli olan bu laf Osmanlı’dan kalma. Silahlı mücadele ve bir dizi devrimle kurulan Cumhuriyet’te de geçerliğini yitirmedi. İktidar sahipleri sürekli olarak devletin malını yemeye ve çevrelerindeki birilerine dağıtmaya devam ettiler.

Çocukluğumda ortalıkta dolaşan bir dedikodu vardı: İnönü’nün kardeşi onun konumundan yararlanarak işler çeviriyormuş. İnönü’ye şikâyet etmişler. O da “Yaa... Bizim birader de ticaretten anlıyormuş” demiş. Kimsenin kuşkusu olmasın: Her iktidar döneminde biraderler, akrabalar, oradan buradan türemiş asalaklar, devletin malından beslendiler.

Demokrat Parti ”her mahallede bir milyoner yaratacağız” sözü verirken neye güveniyordu dersiniz? Sadece bir örnek olsun: Amerikalı ağabeylerinin tavsiyeleriyle (siz “baskılarıyla” anlayın) ülkede ulaşımı raylardan karayollarına dönüştürür, dolayısıyla petrole bağımlı kılarken, verilen yol ihaleleri kimlere gidiyordu? 27 Mayıs sonrası Adalet Partisi kurulduğunda 27 Mayıs darbesinden kurtulan DP tufeylilerinin hemen tümü oraya üşüşüp, aynı yağma ortaklığını sürdürmedi mi?

Demirel’in uzun iktidar yıllarında hangi çeteler iktidarın olanaklarından yararlanarak devletin kasalarından beslendi? O’nun dönem(ler)ini sadece kardeşleri, yeğenleri, akraba ve yakınlarıyla, örneğin mobilya yolsuzluğu ya da batırılan Egebank, Bayındırbank, İnterbank’la kapatabilir miyiz dersiniz?

Ya ardından gelen Milliyetçi Cephe hükümetleri? Sadece siyasi amaçlarla devlet kadrolarını faşist ve dinci gerici suç ortaklarıyla doldurmakla mı yetindiler? O dönemde de kimler devletin olanaklarından beslendiler?

Devam edelim: Sanırım rekor ANAP’lı Mesut Yılmaz’da kaldı. “Kanuna ve genel ahlaka aykırı şekilde mal edinmek suretiyle görevini kötüye kullandığı” iddiasıyla açılan meclis soruşturması sonucu Yüce Divan’a sevki kararı alınmıştı. O dönemde hakkında tam 12 Araştırma Komisyonu kurulması söz konusuydu. Erken seçim kararı, Çiller ve DYP’li vekillerin verdiği red oyları sayesinde paçayı kurtardı.

Ya Çiller döneminde ayyuka çıkan yolsuzluklar? O paragraf da sadece Sayın Tansu Hanım’ın ve eşi Özer Beyefendi’nin İstanbul Bankası rezaletiyle, Örtülü Ödenek’ten son anda çekilen ve Meclise soru önergesi verilmesine neden olan beş milyar lirayla, Çiller ailesinin o dönemde tartışma konusu olan (hani şu Özer Beyefendi’nin “kayınvalidenin çıkınında bulduğunu” iddia ettiği) servetiyle mi sınırlıydı? O da Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı sayesinde malvarlığı beyanından kurtuldu. Kısacası o dönemdeki iki düzen partisi ANAP ve DYP birbirlerinin yolsuzluklarını akladılar.

Ecevit’e, hani şu en büyük başarısının komünizmi engellemek olduğuyla öğünen, CHP’nin kapısına “sosyal demokrat” tabelası asan lidere gelince... Yolsuzlukları örtbas etme çabaları Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’i bile çileden çıkaracak boyutlara ulaşmıştı. Örneğin enerji alımı ihalelerindeki yolsuzluğu inceleyen komisyona ve savcıya (Beyaz Enerji Dosyası) engel olduğu için, Sezer kafasına Anayasa kitapçığı atmamış mıydı?

Kentlerde imara açılan alanlar, hortumlanan bankalar, “üç kuruşa” özelleştirilen işletmeler, yarı tehditle, yarı zorla bürokratlara verilen rüşvetlerle yaptırılan işler vd... Tabii bu arada parlamentoda reddedilen inceleme komisyonları, ya da üyelerinin bir türlü biraya gelmemesi nedeniyle çalışamayan komisyonlar... Her dönemde ne beş, ne elli beş... Devletin malı iktidarın merkezinden başlayarak dışarıya doğru oluşan halkalar içine üşüşen sayısı belirsiz asalak tarafından yağmalandı. Bu yağmada lokmanın büyüklüğünü yağmacıların hükümete yakınlığı belirledi. Devletin en alt kademelerinde yer alan küçük memurun aldığı rüşveti de bu çemberden sayabiliriz. “Benim memurum işini bilir” diyen Özal’ın aslen bizzat kendisinin organize ettiği büyük yağmadan küçük memura da böylece kırıntı dağıttığını unutmayalım. Bu yağmaların listesi ciltler dolusu kitap olur. Oldu da! Ama okuyana...

Yeni olan ne?

Yağmanın özünde değişen bir şey hiç olmadı. Her iktidar döneminde, bir kısım yağmacının değişmesi, birileri kalırken onlara yeni yetme başkalarının katılması “yeni” değildir. Yağmacıların beslendiği kaynakta da değişiklik yoktur. Sistemde sadece bazı özneler değişmekte, onlara yenileri eklenmekte, “deniz” de bu arada sürekli büyümekte, genişlemekteydi. Sistem “eskisinin tıpkısı” olarak kalmaktaydı. AKP iktidara gelene dek...

AKP ile sistem yine aynı kalmakla birlikte, çok önemli bir değişiklik vuku buldu. 1923 Cumhuriyeti’nin, - bir kısmı kağıt üzerinde kalmasına rağmen- “tüm yurttaşlar için eşit olarak geçerli” olduğu iddia edilen yasaları vardı. Bu yasalar çerçevesinde iyi kötü işleyen bir dizi kurum vardı. Danıştay, Sayıştay, Anayasa Mahkemesi vd... Adalet mekanizmasının da bağımsız olduğu varsayılır, orada görev alan hakim, savcı, mübaşir, her kim varsa en azından görüntüyü muhafaza etmeye dikkat ederdi. Tabii en başta da “milletin vekilleri” olduğu düşünülen birilerinin toplandığı yasama organı, parlamento... Bunların varlığıyla, büyük yağma biraz gizli kapaklı yürütülüyor, biraz “kitabına uyduruluyor”, çevrilen işler sınırı aşıp da kamunun dikkatini çekerse, mahkemeye, meclis araştırma komisyonlarına, dahası Yüce Divan’a konu olabiliyordu. Kısacası, herkes (biraz) ayağını denk almak zorundaydı. AKP iktidara gelene dek...

AKP’nin yelkenini dolduran rüzgar

AKP’nin iktidara gelişi, Sovyetler Birliği ve Dünya Sosyalist Sistemi’nin yıkılışı ardından oluştuğu söylenen “tek kutuplu dünya”ya denk düştü. Yaratılan liberal fırtına, sermaye dolaşımının ve uluslararası ticaretin önünde kalmış tek tük engelleri de tamamen yıktı. Halkı baskı altında tutma görevi dışındaki rollerin tümünü devletin elinden alma politikası yürürlüğe kondu. Bunlar ve sivri ucu emekçi halklara dokunan bir dizi önlem “globalleştirildi”, dünya çapında sisteme bağlı tüm ülkelere dayatıldı. Öyle bir dönemdi bu!

ABD emperyalistlerinin atadığı danışmanların önerdiği stratejik, taktik doğrultuda kurulduğu artık herkesçe bilinen AKP, arkasına işte bu fırtınanın rüzgarlarını alarak pupa yelken yola koyuldu. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve bir dizi kurucusunun ABD’nin çeşitli odaklarıyla yaptığı açık-gizli, yazılı-sözlü anlaşmalara Avrupa Birliği’nin dayatmaları da eklendi. Devletin (halkın) malı olan dev fabrikalar ve işletmeler, zaten çoktan halka “zarar ettikleri” yalanı yutturularak özelleştirilmeye başlamıştı. Bu yalana “özel sektör tarafından daha ucuza maledileceği” yalanı da eklendi. Önceleri “devir-teslim işlemleri” kitabına uydurulmaya çalışılıyordu. AKP bütün bunlara son verdi. 1923 Cumhuriyeti’nden kalan ne varsa yerle bir etti. Kurumlarını ya yok etti, ya da tamamen işlevsiz hale getirdi. (Parlamentoyu da bunlar arasında sayalım.) Artık devletin -aslen halkın- malı olan deniz “babalar gibi” satılır, ona buna peşkeş çekilir hale geldi. Bir şey daha var: Bu hortumlama, pazarlama, üstüne konma işinde “yerli”-yabancı ayırımı da hepten gözetilmez oldu. Doğrudan ülkenin güvenliğini (ve bekâsını) ilgilendiren alanlar bile parayı bastıran herkese akıtılmaya başladı. Enerji, telekomünikasyon, limanlar, tank fabrikasına dek... AKP döneminde bütün bunlar da yetmedi,. Ülke uyuşturucu ve karapara aklama merkezine dönüştü.

AKP dediysek... Onun “hükümet değil, devlet iktidarı”na, pervasız “ekonomi politikası”na nereden geldik dersiniz? Özellikle 1938’den itibaren ayrımsız bütün hükümetlerin ekonomi politikasına son ve önemli bir dokunuş daha oldu: Sosyal demokratımız Bület Ecevit hükümetinde, 2001 tarihinde Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı yapılan ve aslen “emperyalizmin casusu işlevi” gören Kemal Derviş’in açtığı “ekonomi patikası”nı izleyerek bugünlere gelindiğini arada not etmek gerekiyor.

“Beşli çete” ve diğer sis perdeleri

Düzenin savunuculuğuna soyunmuş ve “biz daha iyi yaparız” iddiasındaki muhalefetten ısrarla yükselen “beşli çete” şikâyetinin ne işlevi var ki? “Saray rejimi”nden, “Cumhurbaşkanlığı sistemi”, ya da “tek adam rejimi”ne mırıldanmalar... Sürekli bunları hedef gösterirken “anlamıyorlar”, ''bilmiyorlar”, “yönetemiyorlar” iddiaları... Bunların tümü, sistemi görünmez kılacak bir sis perdesi çekme çabasından ibarettir. Halbuki pek güzel yönettiler. Cumhuriyet’in yıkılışını yönettiler. Ülkenin yağmalanmasını yönettiler. Eskiden kalan “çeteler”in (TUSIAD’da birikmişlerin başında yer alan -hani şu aynı yollardan geçerek bugünlere gelen ve varlıklarına herkesin alıştırıldığı Koç’lar, Sabancı’lar ve benzerlerinin) kasalarını daha da doldururken, yeni çeteler yaratmayı yönettiler. İşçi sınıfını baskılamayı, haklarını budamayı yönettiler. Halkı Cumhuriyet tarihinde ilk kez açlıkla karşı karşıya bırakacak kadar soymayı yönettiler. Ortaya dökülen fotoğraflardan, siyaset-mafya ilişkilerinin de sıkılaştığı ve bir biçimde yönetildiği anlaşılıyor. Ülke artık açıkça karapara aklama ve uyuşturucu ticaretini gözlemleyen uluslararası radarların listelerine de girmiş bulunuyor.

Deniz tükenmez, tükenecek olan belli

Devletin malı gerçekten deniz. Kolay kolay tükenmiyor. Aksine, bu deniz sürekli olarak ona akan nehirlerle... Fabrikada, madende, tarlada, masa başında alın teri, el emeği, göz nuruyla üretilen değerlerle besleniyor. Sürekli yağmalanan, çetelere peşkeş çekilen bu “deniz”, aslına bakılırsa, emekçi halkın malı. Halk bitmedikçe malı da bitmiyor, tükenmiyor, tükenmeyecek.

Çetelere gelince... Yağmaladıkları halk, milyonlarca işçi ve emekçi birgün (hep birlikte ve örgütlü olarak) “ağır ellerini toprağa basıp, doğruldukları zaman”... İşte o zaman... Ne beşi, ne elli beşi, ne beş yüz elli beşi... Tüm çeteler tükenecek.

(1) Komprador: Güney Amerika ülkelerinde, yabancılarla her türlü ilişkisi yasaklanmış olan halk ile sömürgeci ülke ortaklıkları arasında ticari işlerde aracılık yapan, yerli halktan kimse.

(2 )Kasım Gülek. Türkiye siyasi hayatına girişi... 50'li yılların CHP'sine damgasını vuran tarzı... İnönü'nün adayı Nihat Erim'e rağmen Genel Sekreterliği kazandığı 8. Kurultay'dan bu görevinden istifasına kadar olan (1950-1959) dokuz yıllık sürede yaptıkları... Ölümüne dek, tıpkı yakın dostu Osman Bölükbaşı gibi, her zaman konuşulan, tartışılan kişiliği ve ilişkileriyle bir fenomen olduğu söylenir. Kasım Gülek, Fethullah Gülen’le de dosttu. Gülek’in cenaze namazını Gülen kıldırmıştı. Kasım Gülek, CHP'den istifasına (1967) neden olarak, 18. Kurultaydaki “İleri Türkiye Ülkümüz” bildirisiyle partinin resmi görüşü olarak benimsenen ''Ortanın Solu'' politikasını göstermiş ve “İsmet Paşa'yı Roosevelt bile 'ortanın solu bir tutum takınacağız' dedi, diye kandırdılar” demişti. Gülek, Roosevelt'in “ortanın solu” değil, “ortanın biraz solu” dediğini de belirtmeden geçemiyordu!

https://haber.sol.org.tr/yazarlar/mehmet-yavuzkan/ortanin-solu-kimin-solu-ve-simdi-nereye-40899