Beş küçük tabut

Sadaka verip çocuk isteyen, yoksulun canı pahası zengin semirten bu kahrolası düzeni yerle bir etmek, beş küçük tabuta söz olsun, boynumuzun borcudur.

Asaf Güven Aksel

Koskoca bir alayın yöresinde olmak ne şans. Nereden baksan 2 bin asker vardır. Çarp üç öğün karavanayla. İlerideki araziye atsalar bütün artanları. Çarp üçle.

Arazi, zifirden bir bulamaç olmuş yüzeyindeki dökülen yemek artıklarıyla toprak birleşince. Nelere rastlanır bu balçıkta? Besili, kalın solucanlar? Tabii. Gergin karınlarıyla yatıp yuvarlanan erkek köpekler? Tabii. Sarkık memeli dişileri? Tabii. Kargalar, küçük kuşlar, alıcı kuşlar? Olmaz mı?

Gayet doğal bir devinimdir bu keşmekeş, uçanı, sürüneni, dişlisi. Peki, ya insan? Sivil yani? Yalınayak çocuklar? Kocakarılar? Orhan Kemal yazıyorsa, onlar da bir parçasıdır çöplüğün. Çünkü o “merhametsiz”dir. Ellerindeki paslı teneke kutulara artıkları doldururken onları da gördüğünü gizlemez bu can pazarında. Utandırır hece hece. İçiniz kalkarmış, zihninize çakılan bu manzaradan. Gözünüzü yumasınız, burnunuzu tıkayasınız gelirmiş. Umursamaz. Öyle görmüştür, öyle yazacaktır. Kayırmadan, simle kaplamadan, merhametsiz.

Ne görüldüğünü ben yazarım, neden görüldüğünü çözmek, elimden kalemi çekip almak için sizi yanıma çağırırım.

Burada dursun istersiniz hiç değilse. Ama yok. Alay taşınır, yerini bölük alır. “Ekmek kavgası” kızışır iyice. Altı üstü yüz küsur askerin artığı kapışılacaktır artık. O eski “bolluk, bereket” neredeee?

Hayatın merhametsizliğini anlatır, durmaz. Küçülmüş pay için, yalınayak çocuklar, kocakarıların baston yaptığı değneğe vurup onları devirir, ellerindeki kemiği kapar. Köpekler boğazlaşır, kemikteki ilik, insanı insanla, köpekle hırlaştırır.

Burada dur, yeter diyesiniz gelir, neredeyse öfkelenirsiniz kayda geçirene. O tutar, hem kış bastırtır, hem bölüğü de birkaç nöbetçiye düşürür…

İşte o zaman, ellerinde bomboş paslı teneke kutularıyla, iki kocakarı oturur ıslak toprağa, kapışılacak bir şey yoktur ya, usulca bit kırar, dertleşir. Bet bereket vardı anam. Fasulyeler, nohutlar, pilavlar, doyardık da komşulara dağıtırdık. Ya kemirdiğimiz karpuz kabukları. Eee, onlar da bir günmüş. Allah bundan geri komasın…

Askercikler nereye gitti ki? Harp varmış, Moskof kafa kaldırmış. Allah sen gösterme, bundan geri koma…

Yanıtı bize bırakır madem, soralım: Neden? Bu paslı teneke kutudaki çürümüş artığı özleten, boş kalmışına bile şükrettiren merhametsizliği ne doğurur? İçine bırakıldığınız hayat mı, seçip kurduğunuz hayat mı? Biz hayat diyelim, siz düzen.

İzmir’in Selçuk ilçesinde beş çocuğun ölümüyle yanarken içimiz, ellerinde paslı teneke kutularla balçıktan artık yemek toplayan insan öyküsünün gözümüzde canlanması, aynı isyanın ateşleyicisi olmaları nedeniyledir belki de. Biri 1950’lerin öyküsü, biri 2024’ün. Hep aynı düzen altında hep aynı insanlar…

Olayı bilmeyen kalmamıştır. Bazı medyanın “tek katlı ev” deyip müstakil konut zannettirdiği bir gecekondu bile denilemeyecek barakada yaşayan ailenin beş çocuğu, elektrikli sobadan çıkan yangında, karbonmonoksitle boğularak öldü. Baba hapisteydi. Anne dışarıda, hurda toplayıp ekmek getirme derdinde. Beş çocuk da, kilidi olmadığı için, güvenliği kapı kolu sökülerek alınan “ev”de. Anne baba ötesinde, bu korkunç olaya yol açan elektrikli soba bile, bize bir veri sunuyor. En ucuzları bile uzun zamandır standart emniyet mandallı üretilen, devrilme bir yana zemindeki bir dengesizlik halinde bile sönenlerden değilmiş belli ki.

AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin, hani şu bir ara kadınlarla ilgili yasalara kırmızı çizgi dedi diye, neredeyse “AKP içindeki devrimci çekirdek” ilan edilecek olan, sonra sırmaları dökülüveren  zat var ya, “her şeyi paraya bağlamayın, annenin yaşam tarzı, ihmali var buradaki meselede” dedi. Yani, anne Melisa Akcan’ın hurda toplaması, ekmek getirmek istediği çocukları yalnız bırakmak zorunda kalması, kendi seçimiydi, tarzıydı.  Yoksullukla, tek başına yaşam uğraşıyla ilgisi, ikincildi. Kadın Dayanışma Komiteleri, Özlem Zengin’in ağzının payını verdi. “Biz ‘her şeyi paraya bağlayacağız’. Devlet kaynaklarından verdiği üç kuruşluk yardımlarla övünen utanmazların da dünyalarını başlarına yıkacağız.”

Özlem Zengin, sermaye düzenini açıktan kayırdı, yoksulluğu pas geçip suçu yaşam tarzına attı da, sonunda ürkekçe “yoksulluk”a bağladığı sözlerinin girişinde CHP Genel Başkanı Özgür Özel ne yaptı, ne dedi peki? “Emekli felsefe öğretmeninin kızı”ydı, Melisa. Daha “22 yaşında kendi isteğiyle, hurdacılıkla geçinen, suç kaydı kabarık bir erkekle evlenmiş”ti. Yetmez gibi, “her yıl bir çocuk doğurmuş”tu. Sonra “hem büyük bir acı yaşamış, hem bize yaşatmış”tı. Ah Melisa… Sen seçmişsin sefaleti, düzenin suçu ne? İşte sermayenin partilerinin özde buluştuğu yer. Gerisi söz ola…

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, kaymakamlık, büyükşehir ve ilçe belediyeleri filan, tam 17, yok yok 18 defa ziyaret etmişlerdi aileyi. Aylık ödemeler dahil para yardımı yapmışlardı. Neredeyse kişi başı iki ekmek ederdi günde! “Çocukların yeterli bakım görmediğini saptayıp tamamını koruma altına almak” istemişlerdi. Ama aile, bütün bu şefkate nankörlük etmişti, elden ne gelirdi?

Bir yaşanabilir konut mu, bir düzenli ve uygun iş mi, “yeterli bakıma elveren” bir maaş mı, bir kreş, bir yuva mı, gerektiğinde rehabilitasyon programı mı? Zaten dünyanın sadakasını vermişlerken, yaşam tarzlarıyla, “kafa yapıları”yla belli ki er geç batağa gömülecek insanlar için bunca masrafa, bunca organizasyona, değer miydi? 17, yok yok, 18 ziyaret az mıydı iyi niyetli el uzatmayı görmek için?

Son derece hazin bir cenaze töreninde, baba Hakan Akcan elleri kelepçeli olarak küçücük tabutları öptü başını eğip, alnını koydu üstlerine. Kelepçe, törende Allah’a avuç açmaya sıra geldiğinde çıkarıldı. Bu yeterdi yoksula, tevekküldü evvela…

O tabutlarda beş çocuk vardı. Devlet almak istediğinde verilse, şimdi hayatta olabilecek beş çocuk. Hayatta olmaları niye kesin değil de, olasılık, konumuz o değil.

Vermemişlerdi çocuklarını. Vermeye kıyamamışlardı can parçalarını. Sonra, eşi hapiste, 27 yaşında bir beş çocuk annesi, içinden belli ki yağış ve rüzgâr geçen barakaları biraz ılınsın, çocuklar üşümesin diye elektrikli sobayı açık bırakıp, kimse girmesin, bir zarar vermesin diye kapı kolunu söküp 20 dakikalığına ekmek bulmaya gitmişti. Sonra beş küçücük ölü, bir kelepçe, bir çığlık.

Yoksullukla ne ilgisi var, hurda toplamanın, hadi hırsızlığın, kelepçenin, barakanın, sobanın, ekmeğin… Ne ilgisi vardı, pantolonundan, çocuğundan, bir külah dondurmadan, borcundan, kirasından, bakkalından intihara varmayla? Öyküdeki balçıktan bir nebze iyi haldeki pazar yeri çürümüşlerinden, çöp yığınlarından iki lokma toplama, yoksulluktan mıydı sanki? Yaşam tarzı, seçimler… Niye seçmezsiniz Rolex’li, Ferrari’li, kayak merkezli, casino’lu hayatı? Villasız, fenomensiz, otoyolsuz sığlıktan. Ola ola emekli felsefe öğretmeni kızı ve hurdacı sevdası…

O balçıkta kemik arayan kocakarılar, hiç duymuş mudur, felsefeyi? O yalınayak çocuklardan kaçı Aristoteles’i telaffuz etmiştir ileride? Nasıl bir seçimdir, bir askerîye civarında rızkını aramak? 1950’lerde… Bir hurdalıkta? 2024’te…  

O canımızı yakan isimlere dikkat ettiniz mi? Nefes (5) var, karbonmonoksite yenilse de. Peri (4) var, büyüyüp mucizevî düşleri süsleyemeyen. Aslan (3) var göğe varmaya nazire yapan. Masal (2) var, Işık’lı, anlatılsa çocuklara geniş tebessüm, aileye sığınılacak umut. Aras Bulut (1) var, bir oyuncudan mı çağrıştı bilinmez.

Bunlar, devlete vermeye razı olunacak çocuklara, “düşkün tarzlı” ebeveyn tarafından konulmuş isimler gibi mi duruyor?

Muhtemeldir ki, karşılıklı otursak anneyle, babayla, zorunluluklar doğuran seçimler ve hayata bakış konusunda tartışırdık, nasihatler ederdik epeyce. Kim bilir. Ama, hayat, olan bitendir. Olan bitenin getirip götürdüklerini insan lehine çözme, onarma felsefesine dayanır sosyal devlet. Onurlu ve huzurlu yaşam sunma yükümlülüğüdür. 

İzmir’in Selçuk ilçesinde beş çocuğun ölümüyle yanarken içimiz, ellerinde paslı teneke kutularla balçıktan artık yemek toplayan insan öyküsünün gözümüzde canlanması, aynı isyanın ateşleyicisi olmaları nedeniyledir belki de. Biri 1950’lerin öyküsü, biri 2024’ün. Hep aynı düzen altında hep aynı insanlar…

“Al sana sadaka, ver çocuklarını” diyen, yoksulun canı pahası zengin semirten  bu kahrolası düzeni yerle bir etmek de, beş küçük tabuta söz olsun, boynumuzun borcudur.