Popüler kültürden ve onun dayattığı gerçeklikten bir kaçış yok. İnsan zihni iki karşıt kutba bölündü. Beğenenler ve beğenmeyenler. Bu yazı bir beğenme ya da beğenmeme hadisesi değildir. Bu yazı, İrlanda ulusunun tarihi gerçeklerini bir turizm nesnesine, reklam diline kurban edenlere güçlü bir itirazdır. Şimdi, aramızda olan ya da olmayan İrlandalı dostlarımdan tanıdığım bu kültüre duyduğum hayranlığı ve bu kültüre karşı girişilen güçlü saldırılara karşı onlarda gördüğüm direniş ruhunu satırlarıma yansıtmaya çalışacağım. Bugünün insanı ve politik insanların kültür diye tanımladığı şey büyük bir saldırı altında. Endüstri dev silindirini korkunç bir gürültüyle çalıştırıyor ve tüm kültürlerin üzerinden geçerek dümdüz ediyor. Bu yüzden İrlandalı yönetmen Martin McDonagh’ın senaryosunu yazdığı The Banshees of Inisherin filmini duygusal öğelerle, yarattığı karakterlere odaklanarak çözümlemeyeceğim. Belki bir karakter için şu açıklama yapılabilir: Filmdeki polis karakteri, tam bir karikatürleştirme örneği. İrlanda polis teşkilatını (Garda Síochána) kuran kişi Eoin O'Duffy, bildiğiniz anlamda tam bir Nazi ve İrlanda mavi gömleklilerin lideri. Hatta İspanya İç Savaşı’nda Franco güçlerinin yanında savaşması için İrlanda Katolik Birliğini kurmuş kişidir. Neyse bunlar tatsız ayrıntılar, fazla derinlere inmeyelim öyle değil mi? Çağımızda bu dolandırıcılığın adına yapısöküm ya da post-modernizm diyorlar.1 Böyle deyince daha bir entel/havalı duruyor.
Önce işin ekonomi politiğine odaklanalım. Kültür endüstrisi nasıl bir kültür inşa etmektedir? Piyasa kurallarına tam uyumlu, kavgası olmayan daha doğrusu tek kavgası rekabet olan bireylerin yaratılmasını gerektiren bir kültürdür. Bu yüzden bireylerin tarihsizleştirilmesi, depolitizasyonu çok ama çok önemlidir. Kültür basit bir tüketim nesnesine dönüşecekse, kapitalizme ideolojik olarak meşruiyet alanı sağlamalı ve elbette para kazandırmalıdır. Bir film çekmenin yemek yapmaktan farksız olduğunu ‘Kapitalist İdeolojinin Medyadaki Altın Çağı’ kitabımda detaylarıyla anlatmıştım. Yine de kısa bir parantez açarak bu durumu çok basit bir biçimde anlatmaya çalışayım. George Ritzer’in ekonomik ve politik modellemesine göre McDonaldlaşma, hem bir ekonomik kazanç modeli hem de bir kültürdür. McDonalds tarzı akılcı üretim, yaşamın her alanına ve üretimin her koluna sirayet etmiştir.
Filmler ve diziler kültürün McDonaldlaşmasının bariz birer örneğidir. Bir filmi öngörülebilir kılmak ve üretilen kültür metasından çok para kazanmak istiyorsanız dünyanın en iyi oyuncularını (toplumlun tanıdığı popüler figürleri) seçer ve kazancınızı öngörülebilir hale getirebilirsiniz. Bu yüzden kültür endüstrisinin doğrudan tüketim kültürüyle ve onun kolları olan reklamcılıkla bağları vardır. Örneğin: Popüler bir dizi olan ‘Peaky Blinders’ın baş karakterlerinin kullandığı tüm ürünler şapka, tıraş bıçağı, tarak ve losyon gibi ürünler bu isimle markalanarak piyasaya sürülmektedir. Ayrıca illa yarattığınız dizi ya da filmden bir marka ortaya çıkarmak zorunda değilsiniz. The Banshees of Inisherin filminin başarılı ve artık ödüllü yardımcı oyuncusu Barry Keoghan, dünyanın en lüks markalarının reklam yüzü olmuştur bile. Olsun, Keoghan’ın trajik bir geçmişi vardır ve bu trajik geçmişten bir başarı efsanesi yaratılmak zorundadır. Herkes gözleri dolu dolu bu başarıya hayranlık duymalıdır.
Okurların McDonaldlaşmayı ve tüketim toplumunun kültür endüstrisiyle olan bağını anlaması için bu tekil ve açık örnek yeterlidir. Filmin senaristliği ve yönetmenliğini yapan Martin McDonagh, evrensel duyguların manipülasyonu aracılığıyla tarihi vıcık vıcık bir duygu seline boğarak yeni bir (esasında yeni olmayan Özgür İrlanda Devleti’nin resmi tarih anlayışına yaslanır) tarih anlatısı inşa etmektedir. Yazar ayrılık, ölüm ve kişisel çekişmeler gibi ortak temalar üzerinden hepimizi İrlanda İç Savaşı’nın anlamsızlığına çekmektedir. Türkiye’deki seyircilerin duygusal ajitasyona daha açık olduğu ön yargısı ile düşünecek olursak, filme tutkulu bir hayranlık geliştirenlerin sığ sularda yüzdüğünü söyleyebiliriz. Kavga etmemiz gereken, geniş izleyici yığınının doğrudan duyguları değil. Elbette onunla da (izleyici) mücadele etmek gerekiyor; bu ifademden yumuşak bir uzlaşma çağrısı çıkarılmamalı. Yalnız filme ilişkin yapılan Türkçe analizlerin tamamının akıldan uzak, yine vıcık vıcık bir duygu mastürbasyonundan ibaret olduğunu görmek acı. Ayrıca bu sadece Türkçe analizler için geçerli bir fenomen değil. İrlanda milliyetçiliği, diğer milliyetçilik biçimlerinde olduğu gibi aklı devre dışı bırakmakta ve kitlesel duygusal histeri krizini beslemektedir. Sinn Fein başta olmak üzere ABD’ye göç etmiş Hollywood İrlanda çetesinin filme ilişkin yürüttüğü kampanya ibretliktir. Milli duyguları harekete geçirilen İrlandalılar, bu mükemmel şaheserin ödül kazanması için kampanyalar düzenlemeye başlamıştır bile. Milliyetçilik, kendi kültürünü ve anadilini görmezden gelen bir filmi bile destekleyecek irrasyonel motivasyonu İrlandalılara vermektedir. Elbette popüler kültürün kasırgası kitleleri bu akılsızlaşmaya sürüklemektedir. İnternetin türlü imkânlarından bahseden ulu gazetecilerin ve eli kalem tutanların İrlanda İç Savaşı’na dair basit bir google araştırmasına dahi girişmeden, güçlü tarihi kökleri olan ideolojik bir tartışmaya gözü kapalı girmeleri tam manasıyla inanılmaz. İrlanda İç Savaşı üzerine tek sayfa kitap okumamış bir kişinin bu filmi yorumlama hakkı var mıdır? Teknik olarak yoktur. Peki, popüler kültüre su taşıyan bu budalalar nasıl oluyor da böyle bir filmi analiz edebiliyor? Bu durum elbette yine sadece Türkçe’nin sorunu değil. Kökleri yine ekonomi-politiğe dayanıyor. Festival sezonu paranın kokusunu alan sinema endüstrisinin mahir icracıları, gazeteler ve gazeteciler aracılığıyla büyük bir reklam kampanyasıyla ürünlerini kitlelere pazarlamaya çalışıyor. Reklamı yazan ve parasını alan gazetecinin ne kadar gazeteci olduğunun takdirini okurlara bırakmak gerekiyor. Diğer bir grup ise filmin popülerliğini görüp büyük tekneleriyle balık avına çıkıyorlar. İki arkadaşın amansız ve anlamsız çatışmasını salya sümük gözyaşlarıyla ve kendi hayatlarıyla ilişkilendirerek analizler yazıp ‘tık’ avcılığıyla para kazanmaya çalışıyorlar. Para! Büyük belirleyen. Paranın girdiği yerde gerçek, nitelik ve kültür hızla ortamı terk eder. Hiçbir çıkarı olmadan filme meftun olanlar ise cahil cesaretinin muhteşem örneği olarak kabul edilebilir. Tüm bu analistler neyi yorumluyor? Filmdeki fotoğraf karelerini mi, muhteşem oyunculuk performanslarını mı, batı İrlanda’nın eşsiz doğasını mı? İrlanda coğrafyasını, tarihini ve adanın gündelik yaşamını bilmeden filme dair yapılacak yorumların tamamı kendiliğinden çarpıtma ve reklam içerikli olacaktır. Başa dönecek olursak zamanımızın faşizmi, bilgi olmayan bilginin, gerçek bilgiyi alt ettiği ve onun sesini bastırdığı bir düzendir. Moda ve popüler kültüre dair kavramlar gücünü faşizmin cephaneliğinden alır. Bu yüzden bir bardak suda fırtına kopartılmaktadır. Filmle ilgili binlerce makale ve onlarca analiz videosu (elbette YouTube gibi mecralarda) tüm kitle iletişim mecralarını işgal edecektir. Arada yükselen itirazlar ya huzur kaçıran bir beğenmeme (elit bir arsızlık olarak) değerlendirilecek ya da tüm bu gürültünün ortasında sesleri duyulmayacak. Kapitalizm bir şeye ‘başarılıdır’ diyorsa ve kitleleri bu konuda ikna edebiliyorsa aksini savunabilmek çok zor. Şimdi, bu uzun giriş yazısından sonra filmin ana konusuna ve odak noktasındaki coğrafyaya Aran adalarına odaklanalım. Inisheer, Inishmore gibi yerleşim bölgeleri, Aran ada silsilesi içerisinde yer alan bölgelerdir ve ana karaya yakın yerlerdir. Burada elbette merkez olarak Galway’i almak zorundayız. Adalardaki kültürü, mücadeleyi ve gündelik yaşamı güçlü bir biçimde Galway kültürü etkilemektedir.
Tüm bu harita ve coğrafya okumasını neden yapıyoruz? Top seslerinin nereden geldiğini tahmin edebilmek için yapıyoruz. Top sesleri muhtemelen Galway ve çevresinden gelmektedir. Film bir turizm reklam kampanyası olduğu için bilgiyi aramak maalesef bize düşüyor. Çünkü, filmde adı geçen coğrafi bölge ‘Inisherin’ tamamen hayal ürünü bir yerdir. Filmin bir bölümü Aran adalarına bağlı olan Inis Mór (Inishmore) ki ada silsilesi içerisindeki en büyük coğrafi bölgedir; filmin diğer yarısı ise Mayo’daki Mulranny yakınlarındaki Achill adasında çekildi. Her şeyin hayal ürünüymüş gibi inşa edilmesi, filmin ideolojik mesajındaki problemli bölümlere karşı güçlü bir savunma alanıdır. Aykırı seslere, yorumladığınız şey zaten yapısökümcü bir teknikle hazırlanmış tamamen hayal ürünü bir filmdir denecek ve eleştiriler bu şekilde bertaraf edilecektir. Aran Ada silsilesinin ana karaya yakınlığı neyse ki filmde anlaşılabilir bir düzeyde. Adaların merkeze olan coğrafi yakınlığı, tüm politik gelişmelerden ada halkının etkilebileceğini göstermektedir. Yani filmde anlatıldığı gibi tamamen izole bir yaşam söz konusu değil. Nasıl? Bu soruya filmin boşlukta/karanlıkta bıraktığı tarihi bölgeyi aydınlatarak cevap verebiliriz. Büyük Kıtlık (1845-1852) ki bu büyük kıtlığı belirtilen tarihlerde başlamış ve bitmiş olarak değerlendiremeyiz. Büyük kıtlığın etkileri bir yüzyıl sonra İrlanda’yı etkilemeye ve demografik olarak değiştirmeye devam etmiştir (kitlesel göçler ve salgın hastalıklar). Tam bu noktada I. Dünya Savaşını hatırlayalım. Kraliyet ordusunda zoraki olarak askere alınan ve Gelibolu’da ölen genç çocukları hatırlayalım. Kayıtlara göre Gelibolu’da 4 bin genç İrlandalı yaşamını yitirdi.
Filmin büyük anlatısı, savaşın gerekliliği üzerine derin sorgulamalara girişmektedir. Haklı savaş var mıdır? Zamanı bugüne hapseden ama geçmişi anlatıyor(muş) izlenimi veren filmin ideolojisine göre haklı savaş yoktur. Çanakkale’de Anadolu’nun gençleri ve çocuk yaştaki askerleri emperyalizme karşı haklı bir savunma savaşı vermiştir. Aynı halk, emperyalistlerin peşinden zorla sürüklenen halklarla bir iletişim kurmaya çalışmıştır. Mustafa Kemal’in Anzak annelerine yazdığı mektup bu yüzden tarihi bir öneme sahiptir. I. Dünya Savaşı, ada muhalefetinin kraliyete ve ordusuna karşı verdiği savaş için önemli bir uğraktır. Unutmayalım, efsanevi Paskalya Ayaklanması 1916 yılında gerçekleşmiştir. Savaşın sonuna doğru İngiliz ordusu, İrlandalı asilerle uğraşmak zorunda kalmıştır. Filmin ele aldığı tarihi döneme yaklaşmaya devam edelim. 1919 yılında Limerick Sovyeti kurulmuş, işçiler Limerick’in kontrolünü ele geçirmiş, kentin önemli tüm noktalarını silahlı güçleriyle kontrol altına almış ve kendi adlarına para bile basmışlardır. Demek ki İrlanda’daki sınıf mücadelesi hafife alınacak düzeyde olmaktan çok uzaktır. James Connolly’nin hayaleti, İngiltere dahil olmak üzere ada üzerindeki tüm sömürücü sınıfları, Bolşeviklerin Rusya’da iktidarı ele geçirdiği bir dönemde korkutmakta ve rahatsız etmektedir. Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz İrlandalı tarihçi ve araştırmacı arkadaşım Liam Cahill, Limerick Sovyeti’nin unutulmaması için mücadele ediyordu. Evet, Limerick Sovyeti anladığımız manada Rusya’daki pratiği birebir yansıtmıyor; ancak bu kalkışma İrlanda işçi sınıfı tarihine önemli bir deneyim ve gurur duyulacak tarihi bir miras bırakmıştır. Okuyucular konuyla ilgili Liam ile gerçekleştirdiğim röportaja kaynakça bölümünden ulaşabilirler.2 Büyük fedakarlıklarla yürütülen İrlanda bağımsızlık mücadelesi, İrlandalı gerillaların özverisi sayesinde kritik bir aşamaya gelmişti. İngiliz kuvvetleri yıpranmış ve Dublin şehir merkezinde bile kendisini güvende hissetmiyordu. Rusya’daki devrimin sarsıcı etkileri de ayrıca İngiliz hükümetini telaşlandırıyordu. Açlıkla, soykırımla ve sınırsız terör dalgasıyla elde tutmaya çalıştıkları İrlanda adası, hiç istemedikleri bir noktaya sürüklenebilirdi. Enternasyonal devrimin Avrupa’daki II. uğrağının İrlanda olacağı net bir biçimde düşünülüyordu. Bunu F. Foster’ın Modern İrlanda tarihinde okuyabiliyoruz. Dışişlerinden Sorumlu Halk Komiseri Troçki’nin İrlanda bağımsızlık savaşı için gönderdiği mesajlar bunun net bir göstergesiydi. Ayrıca James Connolly’nin İrlandalı Lenin biçimde yeniden canlanıyor olması da David Lloyd George hükümetini dehşete düşürüyordu. İngiliz hükümeti, devrimi engellemek için bir yandan silahlanıyor ve topyekün savaş hazırlığı yapıyor, bir yandan da İrlandalı işbirlikçilerle anlaşma yollarını arıyordu. 6 Aralık 1921’de imzalanan Anglo-İrlanda anlaşması, İrlanda’yı derin bir krizin içerisine sokacaktı. İrlanda delegasyonunun liderleri olarak kabul edebileceğimiz Michael Collins ve Arthur Joseph Griffith bu tarihi hatanın bedelini canlarıyla ödeyecekti. Elbette yanlarında pek çok cumhuriyetçiyi götürerek. İngilizler kendileri için en ideal çözüm yoluna kavuşmuşlardı. İrlanda delegasyonunun topyekün bir savaş tehdiyle korkutulması daha sonra İrlanda devletinin resmi tarih anlayışında büyük bir argüman olarak yer alacaktı. Sözde daha fazla İrlandalı kanı akmayacaktı. Michael Collins’in ve Sinn Fein’in ileri gelenlerinin Lloyd George hükümetinin cüretli savaş hazırlığından korkup kormadığı bilinmiyor. Filmin odağına dönecek olursak, korku gibi duygusal eğilimlere böylesine sert bir coğrafyada yer olmadığını hatırlatmak gerek. Sinn Fein ve IRA’nın yöneticileri, temsil ettikleri sınıfların uzlaşma çağrısına kulak vermiştir. Hem de İrlanda meclisine (Dail Eireann) danışmadan.3 Anglo-İrlanda anlaşmasına göre, Kuzey İrlanda İngilizlerin kontrolünde kalıyor ve İrlanda meclisi kraliyet yemini etmeye devam ediyordu. Cumhuriyet için mücadele eden, canını, ailesini ve tüm varlığını ortaya koymuş olan insanlar için böyle bir anlaşmaya imza atmak açıkça mücadeleye ihanet etmek demekti. Tullamore Sosyalist Parti Temsilcisi Manus Lenihan’ın ilgili makalesi bu konuda okur için net bir pusula olacaktır. Demek ki ortada filmin anlattığı gibi kendiliğinden açığa çıkmış, tarihsel ve ideolojik nedenleri olmayan, anlamsız bir “kardeş kavgası” yoktur. Ortada buz gibi bir sınıf mücadelesi vardır ve iç savaşın tarafları inandığı değerlere sıkı sıkıya bağlıdır. İngilizlerin kırmızısının-siyahının yerini, İrlandalıların (Özgür Devletin) yeşili almıştır. 1921 yılında kurulan Özgür İrlanda Devletini Liam Cahill şu şekilde tanımlamaktadır: “Aralık 1921'de İngiltere ile imzalanan bir Antlaşma ile kurulan İrlanda Özgür Devleti, Katolik işverenlerin ve burjuvaların hâkim olduğu muhafazakâr bir devletti”.4 Martin McDonagh, işte bu devletin şu an İrlanda’da yerleşik olarak kabul edilen resmi tarih anlatısına yaslanmaktadır. İrlanda tarihinde İrlandalılar sadece bir dönemde İrlandalılar tarafından idam edilmişlerdir; o da iç savaş döneminde. Bu utanç İrlanda devletine bir süre sonra ağır geldiği için şöyle bir anlatı inşa edilmiştir: “O, karanlık günleri unutmak en iyisi, iki tarafta da gerçekten iyi, mert ve dürüst insanlar vardı. İç Savaş bu yüzden konuşulmamalı ve tartışılmamalı.” Bugün, İrlanda İç Savaşı bu yüzden tabu olmaya devam ediyor. Gerçekten iki taraf melekti ve anlamsız-amaçsız bir savaş mıydı bu iç savaş? Bağımsızlık savaşında cumhuriyetçilerin başına en çok kim bela oldu biliyor musunuz? Mülkiyet sahipleri, katolik kilisesi ve toprak ağaları. IRA İngilizlerle boğuşurken, kirasını alamayan mülk sahipleri, yoksul İrlandalıları evlerinden atmakla ve onları mülksizleştirmekle meşguldü. Savaşan çocukların aileleri buz gibi soğukta kapı dışarı ediliyordu. Sosyalist ve cumhuriyetçi güçler bir yandan da bu sınıfsal çatışmayla savaşmak zorundaydı. Ken Loach’un İrlanda temalı filmlerinin tamamında bu sınıfsal gerilimi görürüz. İç savaşta idamlar gerçekleştirilirken cumhuriyetçilere ve sosyalistlere devlet bir imkân vermişti. Pişman olduklarını belirten bir belge imzalamaları hayatlarını kurtarmaya yeterdi. Davasına inanmış bu insanların çoğu bu belgeyi imzalamadı. Evet, gerçekten de ortada İrlanda devletinin resmi tarih anlayışında olduğu gibi amaçsız bir savaş varmış. The Banshees of Inisherin filmi tarihsizleştirilmiş akılları, kendi tarih anlatısına ve büyük uzlaşısına çekmeyi başaran bir yapıt. Kapitalistler çok fazla işe yarar bir film olduğuna karar verirlerse başyapıt da olabilir. Tarihçi Prof. Dr. Diarmaid Ferriter, filmdeki hoyratlıklara dikkat çekiyor ve Irish Times’daki köşesinden McDonagh’ın kendi kültürüne saygı duymadığını anlatıyor.5 UCD üniversitesinde görev yapan, Mart 2019 yılında İrlanda kraliyet akademisi üyeliğine seçilen Ferriter, İrlanda İç Savaşı konusunda uzman bir tarihçi. Bu yüzden filmin yazarı ve yönetmeni Martin McDonagh hakkındaki eleştirileri önemli. Bu eleştiriler kıymetli ama maalesef İrlanda’daki eleştirinin sertliği Türkiyeli okurlar için hafif gelebilir. Liberal ideoloji herkesi sertlikten ve ucu sivri ifadeler kullanmaktan alıkoymuş durumda.
Film açık bir biçimde tarihi çarpıtıyor, sadece tarihi değil ada yaşamını ve kültürünü de yeniden inşa edip ucube bir hale sokuyor. Paranın ve piyasa kurallarının her şeyi buharlaştırdığı bir dünyada tarihi gerçekler ve bu gerçeklerle birlikte adanın kültürel varlığı hiçe sayılmaktadır. İrlanda’nın batısındaki ada yaşamı, filmde anlatıldığı epik ve heyacan dolu değildir. İrlanda insanı ülkesinde yaşayamamakta ve akın akın topraklarını terk etmektedir. Filmde anlatıldığı gibi bu göç karşı kıyıya Galway’ye göç değildir. İrlandalı oyun yazarı Brian Friel, göçün trajedisini harika bir biçimde insanlığa gösterir. Bugünü anlamak istiyorsak Friel’ın metinlerine bakmalıyız, üzerimize boca edilen, para kazanmak için yapılmış reklamlara değil. Her türlü sürgünün yaşandığı bir coğrafyadır İrlanda. Siyasi sürgünler ülkeyi düşünsel olarak da kemirmiş ve ulusal bilince fazlasıyla zarar vermiştir. O yüzden bu filmin karşısına Ken Loach’un Jimmy's Hall (Özgürlük Dansı) filmini koyabiliriz. Fantastik bir ada romantizmi yapmadan bir şeylerin anlatılabilmesi gerekiyor. Bu filmi izleyiciler karşılaştırma yapsın diye öneriyorum yoksa tarihi gerçekleri filmlerden öğrenin, demiyorum. İşte ülkemizin ve dünyanın geldiği düşünsel çölleşmenin sonu. Maalesef artık yazdığımız her kelimeyi açıklamakla lanetlenmiş durumdayız.
Kilise, The Banshees of Inisherin filminde anlatıldığı gibi toplumsal yaşamdan uzakta ve kamusal işlerden uzak bir yapı değildir. Kilise ve temsilcileri tüm devlet dairelerinde aktiftir. Eğitim, sağlık ve tüm kamusal-politik mevkilerde kilise, mülkiyet sahibi sınıflarının icracısı pozisyonundadır. Kilise aynı zamanda doğrudan mülkiyet sabidir de. McDonagh’ın filminde ele aldığı tarihte başka trajediler de yaşanmaktadır. Evet, hemen karşı kıyıda Galway’de. Kilisenin kontrolündeki anne ve çocuk evlerinde çocuklar bakımsızlıktan ölmekte ya da satılmaktadır. Galway’de yıllar sonra toplu mezarlar bulunmuş ve gerçek bir insanlık trajedisi açığa çıkarılmıştır. Kilisenin papazı, bir kabinin içinde yoksul insanların günahlarını affeden saf, dazlak bir adam değildir. Şimdi, okurlara filmdeki fotoğraf karelerini ve bir de İrlanda’daki yaşamı gösteren gerçek fotoğrafları göstereceğim. Aradaki fark net bir biçimde görülecektir. Filmin bu yüzden tek sorunlu yanının tarihi yeniden inşa etmesi, resmi tarih anlayışını yeniden pekiştirmesi olarak görmüyorum. Aran adaları İrlanda’da Gaelic dilinin konuşulduğu önemli noktalardan biri. Kaynakça bölümünden ‘Oró sé do bheatha 'bhaile’ adlı marşa ulaşın ve dinleyin. Gaelic dilinin ada için aynı zamanda bir direniş dili olduğunu böylece daha iyi kavrayabilirsiniz.6 Dili görmezden gelmek, direnişi görmezden gelmektir. İrlanda’nın batısında bugün hala İngilizce bilmeyen insanların olduğu biliniyor. Filmde, İrlanda, anadilinin son sığınağı olan bu bölgede bir kelime bile Gaelic dili duyamıyoruz. Filmin neresinden tutmaya çalışsak elimizde kalıyor. Manus Lenihan, bana yaptığı değerlendirmede başrol oyuncularının İngilizce aksanının bile problemli olduğunu söylüyor. Oyuncuların konuştukları aksan, Galway ve bölgesindeki aksanı yansıtmıyor. Şimdi, okur tüm bu yazdıklarımı, filmi amma eşeledin be kardeşim, diye yorumlayabilir. Bazı analiz yazılarında karşılaşacağımız gibi, fazla derine inmeyelim ve anın tadını çıkaralım. Anın tadını çıkararak ve her şeyden zevk almakla uğraşarak sömürü düzeninin yarattığı gerilimleri üzerinizden atamazsınız. Filmin sonunda kafanıza daha derin anlamları ve ideolojik yanılsamaları yerleştirilmiş bir biçimde beyaz perdenin karşısından ayrılırsınız. Sonra alakasız bir tartışmanın ortasında İrlanda İç Savaşı’yla ilgili çok emek vermiş gibi utanmadan ve hiç sıkılmadan o savaş aslında gereksiz ve amaçsız bir trajediden ibaretti deyiverirsiniz. Yaşadığımız yüzyılı felaketler çağı yapan işte bu bilmişlik ya da bilgilenme halidir. Herkesin yazar, herkesin gazeteci, herkesin akademisyen ve herkesin tıp doktoru (sahte doktorları hatırlayın, sahtecilik bu düzenin iliklerine işlemiştir) olduğu bu çağda bilgi yerini sahte bilgiye bırakmaktadır. Şimdi, gelin birlikte fotoğraflara bakalım ve ondan sonra kısa bir notla makaleyi noktalayalım.
Fotoğraf karelerimiz tahmini olarak 19. yüzyıldan başlıyor ve 1940 yılına kadar geliyor. Filmin aksine İrlanda’da yaşayan çoğu insanın ayakkabıları bile yok. Ada yaşamı çok zorlu ve çetindi; filmde uyanan duygu batı adalarını cazip kılıyor. Oysa o tarihlerde Ada da yaşamayı gerçekten ister miydik? Pek çok İrlandalı bu yüzden umudu Amerika’ya göç etmekte buldu. Brian Friel’in eserleri bunu hatırlatır bize.
1920’den başlayan fotoğraflar, 1940 yılına kadar geliyor. Galway ve çevresinde kadınların giydikleri geleneksel kıyafetler bu şekilde. Filmde bu temsiliyetten eser yok. Ada sanki Londra modasını yakından takip eder gibidir.
Kostümlerin seçimi, yeni bir tarih inşası için önemli. Kimse refah devlet algısını bozmak-huzur kaçırmak istemiyor gibi.
Çok büyük ve ciddi bir tehlikenin tam ortasındayız. Kültür endüstrisi yakın geçmişi bile silikleştirecek düzeye gelmiş durumda. Devrimci mücadelenin akla yönelik bu saldırıya karşı koyması gerekiyor. Elde kalan son kuşaklar tükenmek üzere. Tarihçi Diarmaid Ferriter gibi tarihçiler öldükten sonra tüm bu film terörünü kim eleştirecek. Değerli arkadaşım, akademisyen Prof. Dr. Helena Sheehan’la yaptığım görüşmelerde hep ortak bir sonuçla karşılaşıyoruz. Soru sormayan, tez dahi ortaya atamayan bir kitle yaratıldı. Burada 12-16 saat fabrikada çalışan işçiyi kast etmiyoruz. Üniversitede doktora aşamasına gelmiş öğrencileri, gazetecileri ve yazarları kastediyoruz. Bilimsel konferanslar birilerinin sponsorluğunda para kazanma aracına dönüştürülmüş durumda. Kimseden güçlü bir itiraz maalesef yükselemiyor. Böyle gider ve geride kalan son sosyalist kuşağın yerine yeni taze kanları geçiremezsek tüm mevzilerdeki çekiliş ve düşünce dünyasındaki kitle kültürü terörü daha dayanılamaz bir seviyeye gelebilir. Devrimcilerin üniversitelerden ve tüm toplumsal yapılardan geri çekilişi, düşünce dünyasını sahra çölüne dönüştürmüş durumda. Bu yüzden düzenlenen konferanslarda üniversite öğrencileri can alıcı sorular soramıyor. Bu yazı vesilesiyle Helena’nın dertlerini ve kaygılarını okurlarımla paylaşmış olayım. İşte tüm bu otoriteler bu hayattan göçüp gittiklerinde yeni çekilen filmleri, basılan kitapları ve kültür ürünlerini yorumlayamayacaklar. Bu nedenle kendi aklımıza güvenmek ve tarihi kaynakları korumak zorundayız. Bu kadar sorunlu bir filmin eleştirisini yüzlerce insana atıf yapmadan da yapabiliriz. Zira, iç savaşla ilgili tüm gerçekler ortadadır. Bunlara hakim olan biri batılı kaynaklara atıf yapmadan da bu filmi eleştirebilir. Gelelim okurların görev ve sorumluluklarına. Bir yazar olarak, nasıl benim sorumluluğum tüm bu insanlarla görüşmek ve size gerçeği yansıtmaya çalışmaksa, İrlanda İç Savaşı gibi çetrefilli bir konuyu, niteliği korumaya çalışarak ele alan bir yazıyı duyurmak ve paylaşmak sizlerin görevi. Biteviye niteliksizlikten yakınıp, tüm ödüllü işleri izleyip, okuyup paylaşarak niteliğin öne çıkmasını bekleyemezsiniz. Yapacağımız şey örgütlü bir akılla bize dayatılan tüm bu vasatlığa karşı koymaktır. Bu yüzden binbir emekle ve mücadeleyle yazılan bu yazıları yaygınlaştırmak sizlerin sorumluluğundadır. Unutmadan şunu da eklemeliyim ki okurlar asla bu yazıdan tüm bir İrlanda tarihini anlatmasını beklememelidir. Kaynaklara ulaşmak ve ilgili kitapları okumak okurların alması gereken bir insiyatiftir. Her şeyin hazırına, hap gibi olanına alışmış olan kitlelere, hap gibi bilgi üretmek adına kaleme alınmamıştır bu makale. İrlandalıların bile üzerinde sıkça kavga ettiği İrlanda İç Savaşı’nı tüm yönleriyle ortaya koymamızı kimse beklemesin. Bunu beklemeniz gerekenler milyon dolarlık bütçelerle bu filmleri çekenlerdir. Beklentileri ve ihtiyaçları doğru yerden kurarsak o zaman daha iyi bir dünya için mücadeleye atılabiliriz. Zaten kültür endüstrisi 6 ay sonra yeniden bir film çeker ve bizler yeniden aynı tartışmaların içinde boğuluruz. Bizler sadece duygularıyla yaşayan insanlar değiliz. Eğer öyle olsaydı, dünya hakikaten bir cehennem olurdu. Kültür endüstrisini işletenler öyle olmamızı ve aklı devre dışı bırakmamızı istiyorlar. Unutmayın Edward Bernays, kitlelerin duygularını ajite etmenin, düzeni (demokrasiyi) ayakta tutmanın biricik araçlarından biri olduğunu düşünüyordu. Yani kapitalizm, bizleri vahşi bir hayvan düzeyine indirgemektedir. Bu yüzden kitlelere vahşi hayvan gözüyle bakmaktadır. Duygularınızı dev kültür endüstrisine ardına kadar açmayın; yoksa insanlığınızı yitirmeye, hafızanızı ve benliğinizi kaybetmeye başlarsınız.
Bu makele geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan tarihçi-yazar Liam Cahill için kaleme alınmıştır, anısına saygıyla...
- 1. “The Banshees of Inisherin film review: An impeccable cast eats up the succulent dialogue” https://www.irishtimes.com/culture/film/review/2022/10/21/the-banshees-… Erişim Tarihi: 24/01/2023
- 2. ‘İrlanda'nın unutulan deneyimi: Limerick Sovyeti’ https://haber.sol.org.tr/haber/irlandanin-unutulan-deneyimi-limerick-so… Erişim Tarihi: 24/01/2023
- 3. ‘War Against Bolshevism’: The Irish Civil War, 1922-23’ https://www.socialistpartyni.org/theory/war-against-bolshevism-the-iris… Erişim Tarihi: 24/01/2023
- 4. ‘İrlanda: Hayali bir cennet mi, sömürünün ve ırkçılığın toplumu kemirdiği bir kapitalizm mi?’ https://haber.sol.org.tr/gelenek/irlanda-hayali-bir-cennet-mi-somurunun… Erişim Tarihi: 24/01/2023
- 5. ‘Banshees of Inisherin a dark twist on myths of western islands’ https://www.irishtimes.com/opinion/2023/01/13/diarmaid-ferriter-dark-fi… Erşim Tarihi: 24/01/2023
- 6. “Oró sé do bheatha 'bhaile” https://www.youtube.com/watch?v=n730FWycrTY&t=199s