Aydemir Güler'le 'Parti Tarihi' dizisi üzerine

'Bu çalışma, belgelere dayanıyor; ama belge yayıncılığı kaygısıyla yürütülmüyor. Polemik amaçlanmıyor; ama yaygınlık kazanmış saldırı ve tahrifatı yanıtlama hedefi de güdülüyor.'

Haber Merkezi

Türkiye Komünist Partisi’nin 100. yaşı dolayısıyla yürüttüğü çalışmalardan biri olan, dört ciltten oluşan ve ilk cildi TKP’nin 100. yaşında geçtiğimiz yıl yayımlanan Parti Tarihi dizisinin ikinci cildi de yayımlanmış oldu.

TKP bünyesinde kurulan Parti Tarihi Araştırma Grubu tarafından hazırlanan Parti Tarihi dizisinin ikinci cildi 1927 yılında yaşanan TKP tevkifatı sonrasından 1960’lara kadar olan zorlu bir dönemi anlatıyor.

Parti Tarihi Araştırma Grubu adına TKP Parti Merkez Konseyi üyesi Aydemir Güler, dizinin ikinci cildi hakkında TKP'nin Sesi dergisinin sorularını yanıtladı.

Güler'le yapılan röportajı soL okurlarının ilgisine sunuyoruz.

Parti Tarihi’nin ikinci kitabı çıktı. Daha önce söz etmiştiniz, ama oradan başlayalım; bu kitap da 1960’lara getiriyor bizi. Nasıl bir bölümleme yaptınız? Kriterleriniz neydi?

Tarih dilimi derken kronolojiye göre yılları değil, tarihsel gelişim içinde olayların kazandığı anlamları gözetmek durumundayız. Kuruluş’u ele aldığımızda yeniden oluşmanın sancılarını yaşayan bir ülkede komünist hareketin kendine belirli bir misyon biçerek yapılanmasını temel almıştık. Türkiye “oluşuyordu” ve TKP bu oluşumun sosyalist devrimle bütünleşmesini öngörmüş, amaçlamıştı. Sonra süreç bizim müdahalemizin dışında tamamlandı ve artık söz konusu öngörü veya tanımlayıcı amacın zemini ortadan kalkmış oldu. TKP artık kendisini, yerleşen, oturan kapitalist düzenin içinde yeniden konumlandırmak göreviyle karşı karşıyaydı. İkinci kitap bununla belirlenen tarih dilimini ele alıyor. Kuruluşun sosyalist devrim perspektifi nasıl gerçekleşemediyse, belki daha acısı, bu arayış yıllarının sonu çözülüşe bağlanıyor. 

Desantralizasyon mu?

Desantralizasyon veya separat çözülüş sürecinin bir unsuru, ama Partinin çözülüşünü Komintern’in kararına indirgemek kolaycılıktır. Asıl olan, Dünya Partisi’nin seksiyonu olarak da tanımlanmış olsa ilgili Parti’dir, ilgili Parti’nin dinamikleridir. Bu yaklaşımı biz neredeyse bir yöntem olarak uygulamaya çalıştık. 

Kısaca şöyle: TKP nasıl yol alacağını bilen, ehil bir kadro birikimine sahip, belirli bir emekçi kitle tabanına oturan, siyasal etkinliği anlamlı bir hacim tutan bir hareket olsaydı, 1930’ların ortasında Komintern onun hakkında “merkezi yapıdan ayırma” kararı alamazdı, almazdı. TKP’nin kendini konumlandırması derken, kâğıt üstünde kalmayan, pratiğe yön veren bir stratejinin oluşturulmasını kast ediyoruz. Parti 1930’ların ortasında bu noktada tıkanıyor. Tıkanma karşısında devrimciler çıkış arar. Komintern’in Dünya Kongresi dünya çapında faşizme karşı çıkış arayışıdır. Türkiye’nin payına düşen ve büyük ölçüde tasfiye olarak adlandırabileceğimiz karar da bir çıkış arayışıdır. O yüzden bu bir tasfiyedir diye kestirip atmak, hem Komintern’e hem Partimize, bir bütün olarak komünist geçmişimize haksızlık olur.

Bu resme “başarısızlık” demek durumundayız herhalde. Nedenlerini nasıl görüyorsunuz bu başarısızlığın?

Başarının garantisi yok; bu bir mücadele. TKP Mustafa Suphi’lerin katledilmesinden ve 1925’te baskı döneminin yükselmesinden itibaren egemen güçlerle kıyasıya bir mücadele veriyor ve kaybediyor. Burada sadece fiziksel saldırıları, en büyüğü 1927 olsa da süregiden Tevkifatları anlamayalım. Bunlar önemli tabii; ama asıl sorun TKP’nin kendine yeni bir yol haritası çizememesidir. Teorik olarak yazılıp çizilenlerin özü, öyle kolay kolay yanlışlanacak şeyler değil. TKP ülkenin tarihsel ilerlemesine destek verecek, egemen güçlerin içinde barındırdığı gerici eğilimlerinse karşısına dikilecek. Bu özetin neresi yanlış olabilir ki? Ancak bunun pratik karşılığı yaratılamıyor. Partinin birincil sorunu uğradığı acımasız saldırılar değil budur. Sınıf düşmanı işini yapar; ama yolunu tanımlayamamak direnci de düşürüyor. 

Parti önce nerede ne kadar destekleyip ne zaman nasıl aşacağını somutlayamadığı siyasi iktidarın basıncı altında çatlıyor. 1927 aynı zamanda, bu anlamda bir ihanettir. Bir kesim o zamana kadar yapılamayanın aslında yapılmasının mümkün olmadığına kanaat getiriyor ve Kemalizm’e iltihak ediyor. Bu ve başka nedenlerle Parti kendisini destek-karşı çıkış ikileminin dışına taşımayı deniyor ve bir tür sınıfa karşı sınıf yönelimine giriyor. Açıkçası, bir toplumun alt üst oluşu sırasında devrimci hareketin çok daha güçlü bir toplumsal zemine yerleşmesi beklenirdi. Güçlü bir zeminden ve yeterli kadrolaşmadan yoksun olan TKP’nin sol denemesi sonuç vermiyor. Separat kararı esnasında Partinin toplumsal varlığı yok gibi… Herhangi bir yerde telaffuz edilmiş değil, ama separat, yeni koşullarda Partinin yeniden kurulması için bir geri çekilme olarak okunabilir. Dediğim gibi kısa yoldan şu veya bu lideri, Komintern yöneticilerini veya komünistleri baskılayarak sınıfsal işini yapan Kemalizmi suçlamak açıklayıcı olmuyor.

Peki Parti yeniden kurulabiliyor mu, bu anlamda?

Nasıl TKP Kuruluş yıllarında toplumsal ve siyasal açıdan önemli bir mevzi elde etmemişse de bir “kimlik” kazanmışsa, 1940’lardaki hareketlenme de çok ilginç sonuçlar verdi. İlk dönem için şu kadarını söyleyebilirim: Türkiye’de komünizm yurtsever, laik, halkçı ve devrimci karakterleriyle var oldu. Sonradan anti-emperyalizmi “fazla” bulanlar veya laikliğin mütedeyyin kitleleri soğuttuğunu düşünenler bu kimlik altında duramadılar. Bundan sonra da duramazlar. Bunlar bizim genetik kodlarımız. Bu kodları değiştirmeye kalkanlar, kendileri soldan uzaklaşır. 

Sonraki “arayış” döneminde de TKP yine toplumsal ve siyasal mevzileri fethetmedi. Ama kimliğini geliştirdi. Burjuva düzeni işçi sınıfını temsilcisiz, hukuksuz, sahipsiz tutabileceğini, gerçekten de sınıfsız-imtiyazsız bir toplum içinde eritebileceğini zannetmiş. İmkânsız bir şey bu. Geriye büyük bir boşluk kalıyor. İşte bu boşluk komünizmin zeminidir. TKP büyük bir işçi hareketi olamamışsa da, işçi sınıfının temsilcisi olmuştur; buna karşılık düşen emekçi örgütlerine, sınıf niteliğine dayanmıştır.

Sonra; burjuva düzeni emperyalizmle bozuşmaktan, gericiliğe darbe vurmaktan hiç memnun olmadı. Her fırsatta kapitalist dünyaya entegre olmayı, geri sınıflara ve gerici ideolojilere yaslanmanın yolunu yapmaya çalışmış burjuvazi. Öyle ki TKP zaman zaman, özellikle 1940’larda Cumhuriyetin kazanımlarına, gerçek bağımsızlığa, laikliğe sahip çıkan biricik hareket olarak bulmuştur kendisini. 

Onlarca yıl sonra bütün bu değerler yakıcı gerçekliğin parçası değil mi? Bugünkü görevlerimizin çerçevesini, o zamanlar sonuç alınamayan “arayış” çiziyor. 

Otuz yıldır Sovyetler Birliği ve sosyalist ülkelerin var olmadığı bir dünyada mücadele ediyoruz. Ama reel sosyalizmin kazanımları mücadelemize bilgi, deneyim ve esin katmaya devam ediyor. Bu açıdan da TKP’nin tarihsel pozisyonu bellidir. Enternasyonalizmin geçmişte Kominternci, Sovyetik özellikler kazanmış olması da bizden arındırılması mümkün olmayan özellikler…

Bu anlamlarda, evet, TKP yeniden ve yeniden kuruluyor.

Tabii her şey olumlu da değil. Arayış 1930’ların ilk yarısındaki sola döndükten sonra 1940’larda demokratik cepheye endekslendi. Bunun maliyeti ağırdır. İkinci kitapta ele alıyoruz, ama asıl üçüncü kitabın konusu olan yükseliş döneminde bu “cephecilik” solun neredeyse bütününü iktidar perspektifinden uzak düşürecek…

Kitabın sonlarında bir kronolojik karışıklık var. TKP kanalından 1965’e geliyoruz, ama 1961’de yola çıkan TİP’e gelmiyoruz… 

Söylemeye bile gerek yok; Birinci Türkiye İşçi Partisi geleneğimizin parçasıdır. TİP’in TKP’yle bağı bir örgütsel süreklilik içermez. Hatta politik olarak tam tersinin söylenebilmesi bile mümkün. 1960’lardaki toplumsal açılım gayet güçlü maddi temeller üstünde serpildi. Orada örgüt olarak, özne olarak TKP yok. Boşluğu dolduran TİP’tir. Bizim ikinci kitapta ele aldığımız TKP’nin yaklaşık 1965’e kadarki serüveni “Arayış” döneminin bakiyesidir. Aynı zaman diliminde ülkede yer yerinden oynamaya başlıyor ve orada önce TİP, ardından başka devrimci akımlar yer bulacak... 

Biz Türkiye solunun bir yol bulmaya başladığı, geniş kitlelere uzandığı dönemi tartışmayı üçüncü kitaba bıraktık. Başta söylediğim “tarihsel dilimin anlamı” ile düz kronolojik olaylar arasındaki fark burada böyle çıkıyor karşımıza.

Çalışmanın mutfağını da merak ediyoruz aslında…

Birkaç yıldır bir araştırma grubu olarak kolektif bir çalışma sürdürüyoruz. Elbette bölümler bir işbölümüyle yazıldı; ama içeriği, ana tezleri öncesinde birlikte oluşturuyoruz, ağırlık noktalarına birlikte karar veriyoruz. Yazım aşaması tamamlandığında merkezi bir içerik redaksiyonu, dolayısıyla onay mekanizması da işledi. “Parti Tarihi” denince, kuşkusuz tek tek kişilerin veya bir çalışma grubunun ötesinde Partinin politik önderliğini de kapsayan bir kolektifleştirmenin yaşanması zorunlu. Elbette bu mekanizma, bizim çalışma ekibimizi, esasa ilişkin olmayan eksiklik veya yanlışların sorumluluğundan azade kılmaz. 

Bitirirsek; 2’nin sunuşunda işaret ettiğimiz gibi, zaman çizelgesinde günümüze yaklaştıkça güncel mücadele nedir-tarih araştırmasının konusu nedir, bu konu karışmaya başlar. Tarihin güncel bir şey olduğunu rehber edindik, ama bu iki farklı boyutun birbirine karıştırılmasına götürmemeli. Elbette Partimizin güncel mücadelesi daha “tarih” kapsamına girmedi. Şu kadarını söyleyebiliriz: TKP’nin son yeniden “Kuruluşu”, eski “Arayış”ların aşılmasıyla ve onlara nokta konulmasıyla sağlandı. Tasfiyeciliğin kapısı artık kapalıdır ve geleceğimiz aydınlıktır. Biz sosyalist devrimin partisi olarak kurulmuştuk ve şimdi sosyalist devrime kalkışacak bir parti haline geldik… Tabii ki artık burası tarihin konusu değil…