Kutsal, yalnızca sahnede oynanan bir metin değil; izleyicisini karanlık bir aynanın karşısına diken bir yüzleşme çağrısıdır. Kadınlara, “anne” olmanın kutsallığını değil, ağırlığını da konuşma cesareti sunar. Çünkü annelik, romantik bir methiye değil; tarihsel, toplumsal ve politik bir deneyimdir.
Gülperi Putgül Köybaşı
Bir kadın sahnede konuşuyor. Fısıltıyla başlayan cümleler zamanla çığlığa dönüşüyor. Kulaklarımızda yankılanan, kadınların belleğinde çoktan yer etmiş bir çığlık… Kutsal, yalnızca bir tiyatro oyunu değil; annelik mitine, toplumsal rollerin dayattığı kimlik parçalanmalarına ve sistemin kadınlara biçtiği suskunluğa açılmış bir kapı. İngiliz yazar Morgan Lloyd Malcolm’un kaleme aldığı metin, başarılı öykücü Melisa Kesmez’in özenli çevirisiyle Türkçeye kazandırılmış. Tuğrul Tülek’in rejisi ise metni yalnızca sahneye koymuyor; onun duygusunu, ritmini ve öfkesini bedenselleştirerek seyircinin içine işleyen bir deneyime dönüştürüyor. Geçtiğimiz günlerde izlediğim bu çarpıcı oyunun, çok daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmasını içtenlikle dilerim.
Üç kadının –anne, arkadaşı ve kayınvalidesi– etrafında örülen hikâye, bir kadının annelik deneyimini görünür kılarken, bir yandan da topluma ve sisteme dair eleştiriyi ince dokunuşlarla sahneye taşıyor. Anneyi canlandıran Seda Türkmen, lohusalığın kırılganlığını, yalnızlığını ve bastırılmış öfkesini tüm bedeniyle sahneye yansıtarak oyunun başından sonuna izleyiciyi diri tutuyor. Kayınvalide rolündeki Neriman Uğur, ev içi iktidarın ve kuşaklar arası kadın baskısının temsilcisi olarak güçlü bir figürü ustalıkla ete kemiğe büründürüyor. Ümmü Putgül’ün hayat verdiği arkadaş karakteri ise destek ile denetim arasında gidip gelen varlığıyla seyircide tedirgin edici bir denge duygusu yaratıyor. Etkileyici bir performans ile ucubeye dönüştüğü sahneler, sistemin çarpık yüzünü görünür kılıyor ve izleyiciyi rahatsız edici bir yüzleşmeye davet ediyor.
Ama bu yazı yalnızca oyunun kendisine dair bir yorum değil. Bu yazı, sahnedeki o karanlık aynada gördüğümüz daha büyük bir resmin izini sürme çabası: Kadınlık, annelik, yalnızlık, yargı, baskı... ve “kutsal” dediğimiz şeyin arkasındaki, çoğu zaman görmezden gelinen şiddet.

Annelik: Kutsallık mı, kapan mı?
Toplumun kadına dair en güçlü mitlerinden biri anneliktir. Bu, yalnızca biyolojik bir gerçeklik değil; aynı zamanda ideolojik bir dayatmadır. Kadına yüklenen “kutsal anne” rolü, kapitalist üretim ilişkileri tarafından her tarihsel aşamada sistematik biçimde yeniden inşa edilir. Bu yeniden inşa süreci; kadını kimi zaman sömürülen bir işçi, kimi zaman cinsel bir obje, kimi zaman da “kutsal” bir anneye dönüştürür. Onu görünmez bir emeğe, bitmek bilmeyen bir sorumluluğa ve sorgusuz bir fedakârlığa mahkûm eder.
Kutsal oyunu, tam da bu mitin içini oymaya cesaret ediyor. Sahnedeki anne, lohusalığın puslu zamanlarında kendi benliğini, sesini, bedenini arıyor. Onun yorgunluğu yalnız fizyolojik değil; sistemin dayattığı idealle gerçek arasındaki uçurumda kırılan bir benliğin hikâyesi. Gülümsemeli, sevmeli, şikâyet etmemeli; ama aynı zamanda arzulanabilir olmalı, evin düzenini aksatmamalı. Ve tüm bunlar olurken kendi kaygılarına, korkularına, hatta depresyonuna bile yer yok. Çünkü bir anne güçlü olmalı. Her zaman…
Oysa biliyoruz ki, doğum sonrası kadınların büyük kısmı lohusalık hüznü yaşıyor. Ağlama krizleri, duygu dalgalanmaları, yetersizlik hisleriyle baş başa kalan kadınlar, toplumun çizdiği “mutlu anne” resminin neresine kendilerini yerleştireceklerini bilemiyor. Kapitalizm, anneye biçilen bu rolü medya, reklamlar, dinî söylemler ve devlet politikalarıyla türlü şekillerde yeniden üretmeye devam ediyor. Babyshower partilerinden lohusa mevlitlerine, pembelerle mavilere boğulan cinsiyetçi süslemelerden anneliğin sonsuz sabırla eş tutulduğu kutsal anlatılara kadar her şey bu mitin yeniden sahnelenişidir.

Kutsallık ve kırılganlık arasında annelik
Lohusalık, çoğu zaman sadece hormonal değişimlerle açıklanmaya çalışılır; oysa bu süreç aynı zamanda bir yas sürecidir. Kadın, anne olduğu andan itibaren artık yalnızca kendisine ait bir bedenin ve kimliğin değil; aynı zamanda tek başına bir birey olma halinin de vedasını yaşar. Artık kendisine tamamen bağımlı bir başka insana bakmakla yükümlüdür. Bu sorumluluk, sıklıkla yoğun bir kaygıyı da beraberinde getirir. Dolayısıyla lohusalık, doğalında kolay ya da "mutlu" bir deneyim değildir. Bu gerçeği görmezden gelen her idealize annelik anlatısı, kadını yalnızlaştırır.
Oyunun merkezindeki lohusa kadın, çocuğunun başına kötü bir şey gelmesinden endişe ediyor. Bu endişe öylesine yoğun ki, bir geceliğine çocuğu kayınvalidesine bırakıp arkadaşına vakit ayırmak istese bile zihni çocuğundan kopamıyor. Huzursuz. Ve sonra fısıltı gibi bir itiraf: “Onu çok seviyorum... ama ondan nefret de ediyorum.”
İşte burada annelik deneyiminin en az konuşulan, belki de en insani katmanına dokunuyoruz. Sevgiyle nefretin, şefkatle öfkenin, bağlılıkla özgürlük arzusunun aynı bedende var olabileceği gerçeğine. Ancak sistem, bu duygusal gerilimi anlamaya çalışmak yerine onu patolojikleştiriyor. Kadını yalnız bırakıyor, destek olmak yerine suçluyor. Hemen her annenin yaşadığı bu karmaşa, yalnızca bireysel bir “baş edememe hâli” değil; toplum tarafından bastırılma halinin sonucu.
Çünkü günümüz modern kapitalizmi, kadını hem anne hem çalışan hem de arzulanabilir birey olarak görmek istiyor. Tüketim toplumu için anne, yalnızca bakım veren değil; aynı zamanda tükettiren bir figürdür. Süt pompasından mama sandalyesine, oyuncaklardan özel eğitimlere kadar her şey annenin vicdanına pazarlanır. Kadın, kendini hem çocuğuna yetememekle hem de sisteme layıkıyla hizmet edememekle suçlar. İşte bu ikili kıskacın adı: modern annelik.
Oyundaki anne karakteri, lohusalık hüznünün ötesinde, depresyonun ve zaman zaman gerçeklik algısının dağıldığı psikotik bir tablonun içinde salınır. Bornozunun içinde sakladığı giysi parçalarını tek tek çıkardığı sahne, yalnızca etkileyici bir estetik an değil; aynı zamanda kadınlığın, anneliğin karmaşası ve dağılmakta olan bir yapının sembolik ifadesidir. Anne bedeninde yığılan beklentiler, çelişkiler ve bastırmalar, sonunda sahnede elle tutulur bir dağılma ânı olarak karşımıza çıkar.
Oyunda örtük biçimde hissedilen bir psikiyatri eleştirisinden de söz edebiliriz. Kapitalist sistem, sanattan bilime, medyadan psikiyatriye kadar pek çok alana müdahale etmektedir. Kısıtlı zaman dilimlerinde yapılan değerlendirmelerde, sistemden kaynaklanan sorunlar ve toplumsal destek mekanizmalarındaki boşluklar göz ardı edilerek pek çok kadına hızla tanı konulmaktadır. Böylece, aslında destekle sağaltılabilecek kadınlar “hasta” ilan edilmekte ve bu etiketlemeyle birlikte dolaylı biçimde suçlu konumuna itilmektedir.

Kutsallığın gölgesinden gerçeğin ağırlığına
Kutsal, yalnızca sahnede oynanan bir metin değil; izleyicisini karanlık bir aynanın karşısına diken bir yüzleşme çağrısıdır. Kadınlara, “anne” olmanın kutsallığını değil, ağırlığını da konuşma cesareti sunar. Çünkü annelik, romantik bir methiye değil; tarihsel, toplumsal ve politik bir deneyimdir.
Sistem, kadının yaşadığı çelişkileri bireysel birer "başarısızlık" gibi sunarken; izlediğimiz oyun bu çelişkilerin aslında çok katmanlı boyutları olduğunu hatırlatıyor. Annelik mitinin, yalnızlaştırılmış kadın bedeninin, hızla konan psikiyatrik tanıların yani aslında bir bütün olarak annelik deneyiminin, sistemin kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirdiği politik bir mesele olduğunu kavradığımızda dönüşüm başlayabilir. Kutsallık değil, ancak bu gerçekliğin kendisi kadınları özgürleştirebilir.
Sıradanlığın ardındaki karanlık: Gençlik, şiddet ve toplumsal körlük | ![]() |