Bir yanda İran baskısı, diğer yanda AKP’nin ikiyüzlü işbirlikçiliği… Bir yanda ABD’yle ilişkiler, diğer yanda komünistlerin basıncı… İslamcılar Filistin konusunda ne diyeceklerini bilemiyor.
Yiğit Günay
Türkiye siyasetinde şu an en önemli tartışma başlığı, İsrail’in saldırganlığı. Gazze işgali bir yılı doldurmaya yaklaşırken İsrail’in suikastları, İran’ın füzeli yanıtı ve Lübnan’ın şimdiye kadar İsrail açısından tam anlamıyla fiyasko olarak görünen işgali, konuyu ülkenin bir numaralı gündem maddesi yaptı.
Hükümetin “İsrail’in hedefinde Türkiye var” çıkışı ve bunu “iç cepheyi tahkim etmeliyiz” diye sürdürmesi, Meclis açılışında da buna uygun “helalleşmeler” ve “selamlaşmalar”ın sahnelenmesi, gündemin önemini perçinledi.
Peki, “iç cepheyi tahkim etmek” isteyen AKP, kendi dar cephesinde, yandaş medyada birlik sağlayabilmiş durumda mı?
Hayır. Son beş gündür yandaş medyada kafa karışıklığı hakim. Henüz doğrudan isim verilmese dahi birbirlerinden alıntılar yapıp laf sokmalarla ilerleyen polemikler, köşelere sirayet etmiş durumda.
Öyle ki, görünüşe göre, hükümet de bir noktada yandaş medyaya müdahale etmek ve İran’la ilgili manşetleri değiştirmek durumunda kaldı.
Nedir bu tartışmanın parametreleri? Türkiye sermayesinin yayılmacı eğilimi, İran’la rekabet açısından Şii düşmanı mezhepçilikle kol kola giriyor. Fakat bu, Filistin’le dayanışma başlığında İran hattının eylemlerinin yarattığı “peki biz ne yapıyoruz” baskısıyla çarpışıyor. İsrail karşıtlığının yanında dile getirilen ABD karşıtlığında esip gürleyenler, konu Kürecik Radar Üssü ve NATO üyeliği, İsrail’le istihbarat paylaşımına gelemeden suskunluğa bürünüyor.
‘Kağıttan kaplan’ iddiası, yerini ‘danışıklı dövüş’ uydurmasına bıraktı
Yandaş medya, Filistin meselesini hiç gündemden düşürmedi. Fakat yapılan haberler, genel olarak “insani trajedi” ve içi boş bir “İsrail kınayıcılığı”yla sınırlı kalıyor, Türkiye’nin ne yaptığı ve ne yapabileceğine pek dokunmuyordu.
Ta ki, İran’ın rolü merkezi bir yer alana kadar.
İsrail’in İran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi öldürmesi, ardından Lübnan’da Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ı öldürmesi, AKP cenahının bir kısmında içten içe sevinçle karşılandı.
Sevincin ardında, iç içe geçmiş olarak, Türkiye’nin yayılmacı politikaları nedeniyle İran’la girilen rekabetle, Türkiye’deki islamcılığın Şii düşmanlığı iç içe geçmişti.
AKP cenahında düşünce üretimi iki farklı düzeyde seyrediyor: Biri, daha ciddi yaklaşımlar, başta gazete köşeleri olmak üzere, yazılı biçimde dile getiriliyor. Bunların reytingi düşük. Toplumda az olan okuma alışkanlığı, islamcı cenahta iyiden iyiye kaybedilmiş durumda. İkinci düzey, aslında düzeysizlik: Genelde televizyon ekranlarından dile getirilen, “kahvehane muhabbeti” niteliğinde, kitle konsolidasyonu ve biraz da kişisel pazarlama amacıyla yapılan üst perdeden atıp tutmalar.
Bu ikinci düzey, Nasrallah’ın öldürülmesinin ardından, “İran anca boş yapar, göstermelik işlerle geçiştirir” türküsü tutturmuştu. 1 Ekim akşamı İran’ın İsrail’i balistik füzelerle vurmasının ardından bu türkü, yerini “Hiçbir İsrailli’nin burnu bile kanamadı, bir tek gariban Filistinli öldü” şeklinde alaylara bıraktı.
Sanıyorum en trajikomiği, eski askerliğinden mütevellit bu denli cehaleti beklemeyeceğiniz Cihat Yaycı’nın televizyon ekranlarından zikrettikleriydi. Yaycı, Beyaz TV’de, “İran, İsrail’e harp başlığı olmayan füzelerle saldırdı. Füze geldi, düştü, toprakta çukur açtı, o kadar. Füzedeki patlayıcı o kadar az ki, füzenin kendisini bile patlatamıyor. İran’la İsrail arasındaki ‘cambaza bak’ savaşı çok nettir. İsrail’e alan açıyorlar” dedi.
Bunu şuna benzetebiliriz: Gece uyuyorsunuz, eve hırsız giriyor, yatak odanıza geliyor, kafanıza silah dayıyor, tetiği çekiyor, tık, boş. Yaşıyorsunuz ve “Silahta mermi bile yok, patlamıyor” diye dalga geçiyorsunuz.
Bir dahakine doldururlar.
1 Ekim saldırısı, sonradan ortaya çıktığı üzere, sanılanın ve İsrail propagandacılarının çabalarının aksine, İsrail’in askeri tesislerine belli oranda zarar verdi. Ama İsrail ve Batılı ülkelerde esas konuşulan, hasardan ziyade, kapasiteydi: İran, İsrail’i vurabildiğini ortaya koydu. Füzelerin başlıklarını değiştirmek kolay, esas mesele, füzeyi ulaştırmak. Cihat Yaycı ve benzerleri akıllarınca alay ededursun, İsrail ve Batı kara kara düşünüyor.
Ama AKP cephesindeki esas tartışmalar, zaten bu düzeyde yürümüyor. Ciddi yorumcular, olayı çok daha derin boyutlarıyla ele alıyor.
Tekfircilik: Sadece müslümanlığın değil, Suriyeliliğin bile tasdiki Kılıçarslan’ın takdirinde
1 Ekim günü çıkan Yeni Şafak gazetesini okumak, islamcı cenahtaki kafa karışıklığını çırılçıplak görmek için yeterli olanağı sağlıyordu. İran’ın saldırısı o akşam yaşandı, dolayısıyla, yazılar kaleme alındığında henüz İran, İsrail’e yanıt vermemişti.
Ama uzun zamandır olduğu üzere, tüm AKP destekçileri, “sürekli konuşuyoruz da, biz ne yapıyoruz” baskısını, İsrail’in Lübnan saldırılarının ardından iyiden iyiye hisseder haldeydi.
Bir uçta, İsmail Kılıçarslan var. Kılıçarslan, kendi cenahının yetersizliklerine ufak dokundurmalarının üstünü, sınırsız bir İran ve Şii düşmanlığıyla örtmeye çabalıyordu. Sünni İslam dünyasının “perişan halde” olduğu tespitini yapan Kılıçarslan, çuvaldızı kendilerine, hançeri İran’a batırıyordu:
“Sünni İslam dünyasının bu perişanlığına ve Körfez ülkelerinin bu rezilliğine karşın bugün ‘Şii İslam dünyası’ diye bir olgudan söz edebiliyor muyuz peki?
Olgu olarak evet ve elbette. Ama gelinen noktada İran’ın kaptanlığını yaptığı ‘Şii İslam dünyası’nın İslam ile bir ilgisi kalmamış görünüyor.
Yahut Nasrallah. Görüntüleri görmüşsünüzdür. Azez’de tatlı dağıttı Suriyeliler Nasrallah’ın ölümünü kutlamak için. Niçin oldu bu? Çünkü o Suriyelilerin ya annesi, ya babası, ya kardeşi, ya eşi ama mutlaka bir sevdiği Hizbullah kurşunuyla öldü de, ondan oldu.
Yazık ki İran, bu hareket birliğini sağlamak şöyle dursun, bu hareket birliği sağlanmasın diye elinden geleni ardına koymayan bir emperyalist-yayılmacı politikayla hareket ediyor. Kör değilsek görürüz bunu.
(...) Sünni İslam dünyası ‘ölümden öte köy yok’ deyip tarihsel kodlarına dönmeye hep daha yakın duruyor. Emperyalistler de tam bu yüzden Pers-Şii yayılmacılığıyla değil, Sünni İslam dünyasıyla yürütüyorlar kan davalarını.”
Kılıçarslan, tekfircilik kartını oynuyor, Şiileri kafir ilan ediyordu. Bu arada, Suriye bahsinde de çaktırmadan Şii Suriyelileri Suriyelilikten aforoz ediyordu.
Ancak Kılıçarslan başkalarına “kör değilsek görürüz” derken, kendisini en büyük körlüğü icra ediyordu: Emperyalistlerin “Şii yayılmacılığıyla” değil Sünni dünyasıyla mücadele ettikleri bakan göz için mutlak olarak şüpheli.
Ama esas körlük Suriye konusunda. Suriye’de Sünni cihatçıların cephesini Türkiye’yle birlikte ABD, İsrail, AB ve Körfez Arap ülkeleri destekliyordu. Para, silah, eğitim, ne ararsanız ABD-İsrail onayıyla, Sünni dünyası eliyle veriliyordu.
Suriye cephesinde Türkiye’nin yıllarca ABD-İsrail’le müttefik olduğu gerçeğini, mezhepçi yaklaşım ısrarla örtmeye çalışıyordu.
Aynı günkü Yeni Şafak’ta bir diğer örnek, Ersin Çelik’ti. Çelik de İran ve Hizbullah’la mesafe tayini için Suriye türküsünü tutturuyor, muhalefete ABD-İsrail desteğinden tek kelime söz etmiyor, sonra da ABD karşısında dik durmadığı için İran’ı suçluyordu:
“Hatırlayalım, 2011’de Suriye’de başlayan protestoların silahlı direnişe dönüşmesinin ardından muhalif gruplar kısa sürede Esed rejimini köşeye sıkıştırmayı başarmıştı. Ancak İran, yayılmacı politikasının jeopolitik simgesi olan ‘Şii Hilali’nin Suriye’ye dayanmasının kadük kalmaması için Esed’i devrik lider olmaktan kurtardı. Haliyle Suriye’de Sünni bir idarenin başa gelmesi de önlenmişti. Bunun için bölgeye binlerce Şii milis sevk edildi. Arka planda ise Hasan Nasrallah’ın komuta ettiği Hizbullah güçleri vardı. Nasrallah’ın 2013 yılında, Esed muhaliflerine karşı yaptığı “cihat çağrısı” açıkça mezhep savaşıydı. Sünni oldukları için kaç çocuk katledildi, kaç kadına tecavüz edildi, kaç köy yakılıp yıkıldı bilmiyoruz fakat Hizbullah muhasarası altındaki şehirlerde açlıktan ölenlerin feryatları göklere yükseliyordu.
İran’ın animasyonlu tehditleri, "sert açıklama" tiyatroları sosyal medyaya sadece mizah malzemesi üretiyor. Lakin İran’ın, son birkaç ayda içeride ve dışarıda verdiği onca üst düzey kayba rağmen Amerika ile İsrail’e karşı tek bir hamle yapmaması tüm Müslümanları temsil eden bir acziyet değil midir?”
Hatırlayalım, o günkü yazılar, İran’ın füze saldırısından önce yazılmıştı. Tamer Korkmaz da Yeni Şafak’ta “Türkiye ne yapıyor” diye sorgulamadan, “İran’ın ne yapmadığından” dem vuruyordu, yanıtını 24 saat içinde almak üzere:
“Ya İran; her defasında ne yaptı? Siyonist İsrail’in her bir devasa saldırısının, katliamlarının ardından ‘intikam’ sözleri sarf etti… Esti, gürledi; ne var ki, İsrail’e hiçbir karşılık vermedi! Neticede ‘ne olduğunu’ hep birlikte gördük mü? Maalesef, gördük!”
Ama Yeni Şafak’ın o günkü yazısında, Mehmet Metiner, gazetenin diğer köşe yazarlarına cepheden karşı çıkan bir yazı kaleme almıştı.
Nasrallah’ın öldürülmesinden sonra “düğmeye basılmışcasına İslamcı-muhafazakar mahallede birilerince tekrar İran düşmanlığının tedavüle sokulmaya başlandığını” belirten Metiner, mezhepçi kampa ağır sözlerle saldırıyordu:
“Nasrallah’ın ölümüne tıpkı İsrailliler gibi sevinenler oldu. Filistin davasında Hamas ile Hizbullah bir cephede. Ne Hizbullah Hamas’ın Sünniliğini ne de Hamas Hizbullah’ın Şiiliğini sorun olarak görüyor.
Ama Hamas’ı savunanlardan kimileri nedense Hizbullah’ı zaman zaman düşmanlaştıran bir dil kullanma yoluna gidebiliyor. Bu eğilim Hamas’ın geliştirip derinleştirmek istediği anlayış hattına fena halde zarar veriyor ve son kertede İsrail’in işine yarıyor.”
‘Yakarsa İsrail’i komünistler yakar’
Tüm bu tartışmanın bir yerinde, komünistlerin Filistin konusundaki sözünün yarattığı baskı da vardı. O sırada komünistler THTM öncülüğünde tüm yurtta NATO karşıtı kampanya örgütlüyor, İncirlik’e yürüyor, NATO’nun İsrail’e desteğini faş ediyor, AKP oluruyla İzmir’e demirleyen ABD gemisini protesto ediyordu.
Bu nedenle AKP dış politikası için kapsamlı bir mesafe tayini girişiminde bulunduğu 18 Eylül tarihli yazısında Nedret Ersanel, şu notu düşmek zorunda hissediyordu: “Burada NATO konusuna da çok istismar edildiği için yer açalım; Türkiye’nin NATO’dan ayrılması, ‘madem öyle’ diyerek ele alınabilecek bir konu değil. Türkiye kazanımını koruyacak…”
Filistin direnişine sahip çıkarken ABD emperyalizmine de cepheden tavır alan komünist yurtsever pozisyonun, özellikle AKP iktidarının hâlâ Kürecik’ten İran füzelerinin yerini tespit etmesi, NATO üzerinden eldeki istihbaratı İsrail’le paylaşması, İsrail ordusunun can damarı Azeri petrolünün Türkiye üzerinden gönderilmesine göz yumması gibi İsrailci politikaları da yüzlerine vurarak yarattığı basınç, 1 Ekim günkü Yeni Şafak’ta kendisine “şakayla karışık” yer bulmuştu.
Mehmet Şeker, “Yakarsa şu İsrail’i komünistler yakar” başlıklı yazısında, asparagas olan “Kim Jong Un’un İsrail’i tek hamlede yok edeceği” haberinden hareketle “Et ulan! Et de hep beraber peşine düşelim! Nasılsa Müslüman ülkelerden bir kıpırtı yok. Yakın zamanda olacak gibi de görünmüyor. Zaten yakarsa şu İsrail’i komünistler yakar. Bizde de bir miktar komünistlik var eskiden beri. Katkımız olur belki” diye latife ederken, özünde kendi cephesini iğneliyordu.
Esas darbe Salih Tuna’dan: ‘Zilletin başlangıcı Suriye iç savaşı’
1 Ekim günü Yeni Şafak sayfalarındaki bu tartışmaya diğer uçtan gelen katkı, Yeni Şafak değil, Sabah gazetesinin aynı günlü nüshasında yer aldı.
Salih Tuna, “Ya zillet ya istiklal” başlıklı yazısında, mezhepçileri karşısına alırken meselenin düğümlendiği Suriye iç savaşına işaret ediyordu:
“Arap Bahar'ının hazan baharına dönüştüğü, Mısır'dan Suriye'ye kadar her şey İsrail'in istediği gibi geliştiği dönemde Netanyahu kabinesine, ‘Sakın sessinizi çıkartmayın…’ diyordu. Zira İsrail için işler tıkırındaydı.
Biz de ‘Suriye iç savaşı’ başladığında dilimiz döndüğünce Suriye'nin tuzak olduğunu anlatmaya çalıştık. Karşılığında tehdit ve hakaretten başka bir şey görmedik. Merhum Sezai Karakoç da ‘Batı, İslam dünyasına yönelik nihai işgali yapmak ve son darbeyi vurmak peşindedir’ demişti, ‘Öyle bir işgal ki, bir daha İslam'ın dirilişi vaki olmasın, İslam haritadan silinsin. Hadise budur. Tehdit hatta tehditten de öte içinde yaşadığımız gerçek budur…’
‘Suriye iç savaşı’ işbu trajik gerçekliğin başlangıç safhası oldu.
Yazık ki yazık mezhep taassubu Suriye'de vahşete dönüştü. Müslümanlar arasında onulmaz yaralar en çok Suriye'de açıldı.”
Salih Tuna, hem Türkiye’nin hem İran’ın Suriye’de ABD ve İsrail’in tuzağına düştüğünü vurguluyordu.
Tuna ertesi gün, 2 Ekim’de mezhepçi kampa yönelik salvolarına devam etti. Önce Hürriyet yazarını hedef aldı:
“İki gün önce iktidarı destekleyen arkadaşlarımızdan Abdulkadir Selvi, faşist Netanyahu'nun 80 ton bombayla yaptığı katliam için şunu yazabildi: ‘Hizbullah'ın ilk halkasını oluşturan yönetimin tamamını etkisiz hâle getirdi…’
Ne demek etkisiz hâle getirdi? Soykırımcı faşist İsrail'in saldırdığı hiçbir hedef için "etkisiz hâle getirdi" diyemeyiz. Velev ki o hedef uzaylı olsun.”
Tuna, ardından, “danışıklı dövüş” tezini savunanlara salladı:
“Hele hele ‘danışıklı dövüş’ konusunda o denli uzmanlaşmışlar ki İsrail, Hizbullah'ı bire kadar kırsa da, bu acar kardeşlerimize kimsecikler "danışıklı dövüş" olmadığını yutturamaz. Gelgelelim, bunlardan daha dikkatlileri de yok değil.
Her ‘oyunu’ şappadak gören, her ‘komployu’ itinayla çözen bu kardeşlerimize çok şey borçluyuz. Mesela, İsrail Gazze'de binlerce çocuğu paramparça ederken ola ki unuturuz endişesiyle İran'ın şeytanlıklarını her daim bize hatırlattılar. O kadar ki, İsrail'den çok İran'a bilendik... Hakları ödenmez.”
Sabah yazarı, yazısının sonunda, bir gün önce İsmail Kılıçarslan’ın başını çektiği “Pers yayılmacılığı” tezini diline doladı:
“Bu arada, Hasan Nasrallah'ı katlettikten sonra ‘İsrail'in ulaşamayacağı hiçbir yer yoktur’ diyerek tüm bölgeyi tehdit ettiği geçen günkü konuşmasında, İran'ı halihazırdaki yönetimden kurtarıp Pers dönemindeki hâllerine dönüştüreceklerini dile getiren soykırımcı Netanyahu, ‘Yahudi halkı ile Pers halkı sonuna kadar barış içinde olacak…’ dedi, iyi mi?
Hayır yani, biz burada İran'ın ‘Pers milliyetçiliği’ yapmasından şekvacıydık, faşist Netanyahu da İran'ın Pers milliyetçisi olmadığından mustaripmiş. Hay Allah!”
Füze saldırısına ilk tepki ya düzeysizlik ya hayalcilik oldu
2 Ekim tarihli yazılarda, 1 Ekim akşamı İran’ın yaptığı füze saldırısı, pek de bilgi sahibi olmadan ele alındı. Bir de AKP hükümeti yetkilileri, “İsrail’in esas hedefi Türkiye” tezini ortaya atmıştı. Hükümet, Filistin’in yanında durmayışının İran’la kıyaslanınca arz ettiği uygunsuzluğu, politik bir söylemle aşmaya çalışıyordu. İslamcı kalemler, yanıt üretmeye çabalıyordu.
Bazı çabalar, çabacıların yüzeyselliğinin de payıyla, pek acınasıydı.
Hilal Kaplan, Sabah’taki köşesinde çok derin bir analiz yapıyor, “Karşımızda akıllı politikacılar mı var ki İsrail'den sağlıklı kararlar almasını bekliyoruz? İsrail, Türkiye'ye saldırabilir mi? Sapkın bir terör örgütü olduğu için evet” diyordu.
Akif Beki, Karar’daki köşesinde erken bir Cihat Yaycı performansı sergiliyordu: “Ama İran'dan, beklenen gürlükte tepki yok. Provokasyona gelmiyor. Dün akşamki gibi yasak savmak için, utanma belâsına ve yine önden haberli attıkları füzelerle, kimsenin burnunu kanatmadan mı düşmanı cezalandıracaklar?”
İran karşısında Türkiye’nin pasifliği tablosunda, aynı zamanda Filistin davasında çıkış arayan bir politik yanıt denemesi, Star’da Selahaddin Çakırgil’den geldi. Çakırgil, kendisinin de “hayal” olduğunu itiraf ettiği çözümü, İslam ülkeleri arasında AB benzeri bir konfederasyon kurmakta buluyordu:
“Çare yine de bulunabilir.. Bugün 'Haçlı+Siyonizm' saldırganlığının karşısında, bu oldukça buhranlı durumda, dünyada yeni dengelenmelere vesile olabilecek bir 'konfederasyon' yöntemi bile etkili çare olabilir.. 'İslam Birliği ideali' için, yakın bir gelecekte hayalci olmamak gerekse de, ilk planda, özellikle Türkiye, Pakistan, İran, Mısır ve daha sonra da, katılmak isteyen diğer ülkelerin, Avrupa Birliği örneğinde olduğu üzere, iç hukuklarında serbest; uluslararası hukuk açısından ise, devlet niteliklerini devam ettirerek; ama, ortak dış siyaset, ortak savunma, ortak pasaport ve ortak para birimi gibi konularda bir 'konfederasyon' kurarak, 500 milyonu aşan bir nüfusla, dünya dengelerini zorlayacak büyük bir güç oluşturmaları bir ihtiyaç değil, bir zarurettir..”
Hükümet tehlikeyi fark etti, söylem değiştirmek için müdahale etti
3 Ekim tarihli yandaş gazetelerin manşetleri, AKP’nin İran’la dalga geçen veya düşmanlık üreten söylemin kendi eylemsizlikleri yüzünden başlarına bela açacağını fark ettiğini ortaya koyuyordu.
Müdahale gelmişti. O gün Türkiye gazetesi “Zarar değil moral verdi”, Akit “Yenilmez İsrail algısı yıkıldı”, Sabah “Kubbe delindi İsrail panikte” manşetiyle çıktı.
Muhtemelen Beştepe müdahalesi önceki gün görece geç bir saatte gelmişti. Zira Türkiye gazetesinin manşetten verdiği haberde aslında Suriyeli bir cihatçıdan görüş alınmış, Hizbullah’a saldırılmıştı. Haber okunduğunda, başta yola böyle çıkılmadığı, sonradan kimi siyasi vurgularla “yine de İran’ın saldırısı iyi oldu” hissinin habere yedirildiği anlaşılıyordu.
O günün en uç yazısını Sabah’ta Haşmet Babaoğlu kaleme aldı. Babaoğlu, bölgedeki karışıklık karşısında “fırsat bu fırsat” dedi, Türkiye’nin güney sınırlarını yapay ilan etti ve Irak ve Suriye’nin işgal edilip, “yeni Misak-ı Milli”nin yaratılmasını savundu.
Madem İsrail ezelden Türkiye düşmanıydı, sen ne yaptın?
4 Ekim’den itibaren köşe yazılarındaki vurgular, İsrail’in esas hedefinin Türkiye olduğu tezinin altını doldurmaya yönelik oldu.
Aydın Ünal, Yeni Şafak’taki köşesinde kadim bir düşmanlıktan dem vuruyordu:
“İsrail’in “vadedilmiş topraklar” hayalini uzak ya da imkânsız bir ihtimal gibi görenler olabilir; Türkiye’nin esas sorunu da bu. Türkiye, kurulduğu 1948’den bu yana İsrail’in saldırılarına maruz kalıyor ve bu saldırılarda ağır bedeller ödüyor. Yapılan her askeri darbe, ülke içindeki birçok kışkırtma, Türkiye ekonomisine yönelik çoğu operasyon, Türkiye’nin büyümesini durduran kimi müdahaleler İsrail’in bölgedeki güvenliğini tesis etmek amacıyla, Siyonistler eliyle gerçekleştiriliyor.
Türkiye’de iktidarı Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimiyle düşüremeyen İsrail, şu günlerde, en azından meşgul etmek adına Türkiye’ye yeni operasyonlar deneyecektir.”
Sıkıntı şuradaydı: Bu tarihin önemli bir kısmında Aydın Ünal Erdoğan’ın yanıbaşındaydı, konuşmalarını kaleme alıyordu, ve AKP hükümeti İsrail’le çok iyi ilişkiler geliştirmekle gurur duyuyordu.
Zaten AKP cephesinin bu tartışmada en fazla sıkıştığı noktalardan biri, lafa gelince çok dillendirilen emperyalizm karşıtlığının, fiiliyatta koca bir yalan olmasıydı. Birçok İslamcı yazar, 6. Filo olayındaki tutumu “kara leke” görüyor, bunu açıkça yazıyordu. İzmir’deki ABD gemisini komünistler protesto ederken AKP’nin sessiz kalması, bu tarihsel gerçeği bir kez daha hatırlatmıştı.
Amerikancılıkla mesafelenme arayışında komünizmle mücadele kartı
Komünistlerin pozisyonunun baskısı, İsmail Kılıçarslan’ın 5 Ekim yazısında kendisini apaçık ortaya koydu. Kılıçarslan devrimcileri artık tarihdışı “Rusyacılık”la eleştirirken, kendi geleneğinin Amerikancılığını da dile getirmek zorunda kaldı, AKP’nin sahiplendiği NATO’cu Menderes’i tekfir etti:
“Bir yandan CHP’nin Halkevleri, Rusya’nın ‘doğal yayılım alanı’ haline gelirken bir yandan Komünizmle Mücadele Dernekleri, Amerika’nın operasyon sahasına dönüşmüş mesela. Menderes’in berbat ötesi Amerikancılığı da İnönü’nün “ortanın solu” zırvası da hep bu ‘konsept’ ile ilgili olmuş.
İran İsrail’e füze attığında ‘işte büyük ülke böyle olur’ diye tek bir Siyonist öldürmeyi başaramayan emperyalist İran’ı, katil sürüsü Hizbullat’ı savunmaya geçen köpekleri de; ‘İsrail ile Türkiye’nin arasında ne sorun var kardeşim?’ diyen köpekleri de; güya Türkçü görünüp İsrail’e her türlü desteği verip servis yapanları da görüyoruz çıplak gözle artık.”
Kılıçarslan’ın göz ve görme takıntısının arkasında, hipermetropi olduğu anlaşılıyor. Zira Türkiye’deki islamcı geleneğin kökeninde duran Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin ve dahi Menderes’in ABD’ciliğini görürken, burnunun dibindeki AKP’nin ABD’ciliğini göremiyor.
Tartışma sürüyor. AKP cephesi, Filistin meselesinde tutarlı bir söz üretemiyor.
Salih Tuna, 5 Ekim’deki yazısında Fatih Altaylı ve Sabri Uzun’a çaktıktan sonra, sözü yine kendi cenahındaki mezhepçilere getiriyor: “Benim bildiğim, haset ruhu kemirir. Öyle ki girdiği bünyeyi zillete düşürmeden bırakmaz.”
Tuna, zilletin Suriye İç Savaşı’nda başladığını düşünüyor. Oysa hem Filistin meselesinin hem de Türkiyeli islamcıların kırıklarla dolu Filistin davası karnesinin tarihi, bundan çok daha eski.
Filistin meselesine, mezhepçi olsun olmasın, din ekseninden bakanların kaybetmeye mahkum olduğu, islamcı cenahta hâlâ anlaşılmış değil.
Ama esas olan Filistin’le İsrail arasındaki meselenin bir sınıf mücadelesi olduğunun, Türkiye’nin İsrail’le işbirliğinin arkasında sermayenin çıkarlarının bulunduğunun, kapitalizme karşı çıkmadan emperyalizme karşı durulamayacağının anlaşılması…
O anlaşılmadıkça, Filistin meselesi islamcıların ayakkabısının içine kaçmış taş olmayı sürdürecek.