Almanya’da 'lobi-kratik' seçimlere ramak kala!

Almanya’da seçimlere ramak kaldı. Fakat hayret! Siyaset sahnesinde “mülteciler”, “sığınmacılar” -ne derseniz deyin- yabancılar üzerine bir kakofoni sürüp gitmekte.

cemil fuat hendek

Almanya’da seçimlere ramak kaldı. Fakat hayret! Siyaset sahnesinde “mülteciler”, “sığınmacılar” -ne derseniz deyin- yabancılar üzerine bir kakofoni sürüp gitmekte. Aslına bakılırsa, herkes bu tartışmada genel olarak yabancıların kastedilmediğini biliyor. Örneğin Ukrayna’dan gelmiş bir milyonu geçtiği bilinen sığınmacılar değil söz konusu olan.

Öyleyse kimlerin üstünde tepiniyorlar?

Afganistan’da, Orta Doğu’da kendilerinin para ve silahla donatarak kışkırttığı içsavaşlardan, işgallerden kaçanların… Afrika’da yüzyılları bulan talanın yarattığı açlık ve sefaletten, o ülkeleri yönetmek için birbirine düşman ettikleri kabilelerin katliamından kaçan siyah Afrikalıların… En başta da Müslümanların üstünde tepinmekteler. (Parantez içinde not edelim: Bunlar arasında Filistinliler yok. Çünkü, İsrail’le anlaşmaları nedeniyle, Almanya başından bu yana Filistinlilere resmen sığınma hakkı tanımıyor!)

Birbiri ardına şokların suskunluğu

Almanya’daki siyasetle megul tayfa Trump’ın ortalığı karıştıracağı fikrini benimsemişti. Filin porselen dükkânına gireceğini biliyor ve bekliyorlardı. Ama filin hepten kudurarak, Kanada’yı, Grönland’ı, Panama’yı falan işgal sinyalleri vermesi fazlaydı. (Son olarak Gazze planı başta eylediklerinin üstüne tüy dikti.) Artık söz konusu olan, alışıldığı gibi Afrika’nın kabileleri, Asya’nın az gelişmişleri falan değil. Kudurgan fil doğrudan Avrupa’ya ait porselenlerin yakınında tepinmekteydi. Atlantik’in ötesiyle uzlaşmaya ve onun çizgisinde yürümeye kararlı figürler ister istemez şoka girdiler.

Derken Almanya’da bir şok daha yaşandı: Herkesin bildiği, fakat medyada söylenmesi yasak olan bir gerçek görünür hale geliverdi. Yabancıları ülkeden göndermek için yasa değişikliği tasarısını Hıristiyan demokratlar (CDU ve CSU) ve içinde faşistlerin de yuvalandığı bilinen AfD (Almanya için Seçenek) birlikte imzalayıverdiler. Bunların birbirine yakınlığı ortaya döküldü. Maske düştüğü için herkes durduğu yerde sarsıldı. Hıristiyan demokratlar arasından bile itirazlar, protestolar yükseldi. Neredeyse her iki parti içinde de kavga çıkıyordu. Emekliye ayrılmış Merkel bile araya girmek zorunda kaldı. Yasa tasarısı Yüksek Seçim Kurulu’nda az bir oy farkıyla reddedilince, istatistikler kazanacağına yüzde yüz gözüyle bakılan Hıristiyan demokrat saftaki oy kaybını not ediverdi

Yabancılardan başka konu yok mu?

İyi de çok ciddi bir dizi tehlike Almanya’nın gündeminde olması gerekirken bunların birden unutuluvermesini nasıl anlamak gerekir ki? Ukrayna Savaşı ne oldu? Almanya’nın savaşma yeteneğini geliştirme kampanyası ve buna karşı görüşler nerede kaldı? Sanayisizleşme, kapanan fabrikalar, artacak olan işsizlik? Enflasyon... Pahalılaşmayı karşılamayan toplu sözleşmeler... Tırmanan kiralar, enerji fiyatları… Fakirlik sınırının çoktan geride kalmış olması, açlık sınırında yaşamaya başlayan yurttaşların hızla artışı? Seçime “üç gün kala” bunlar ve benzeri, emekçi halkın yaşamsal meselelerini konuşan yok, yok, yok!

Örnek gösterilen demokrasi

Olmaz tabii. Çoğu safların bilmeden, ya da hınzırların bilerek Almanya’dan örnek gösterdiği “demokrasi” işte tam da budur! Ve o demokrasinin siyaset sahnesinde bunların konuşulmasını, tartışılmasını isteyen hiç kimseye yer yoktur!

İşin gerçeği şu: Birbiri ardına gelen şoklar üzerine şu anda kapalı kapılar ardında hummalı bir faaliyet, müthiş bir çekişme sürmekte. Uluslararası pazarda at koşturan tekellerin ve Almanya’daki finans oligarşisinin en tepe yöneticileri kendi aralarında nihai kararı vermeye çabalıyorlar. Onların hizmetindeki siyasetçiler de alacakları emre göre hareket etmek üzere aportta beklemeye geçmiş, arada boş laflarla top çevirmekteler. Bu arada medyaya da “sus” emri verilmiş olduğu açıkça görülüyor.

Çok partili demokrasi

Demokrasi şampiyonu Almanya’da epeyce siyasi parti faaliyet gösteriyor. Tam 48 (yazıyla kırk sekiz) tane! Bunlardan 42 tanesi kısmen eyalet bazında da olsa geçen seçimlere katılmış. Bu sayıyı demokrasinin kanıtlarından biri olarak göstermeye kalkanlar çıkar mı, bilmem. Kızımın kuşlarının ne denli “akıllı”, bellek sahibi ve aile fertlerinin her birini tanıyarak onlara ayrı ayrı muamele ettiklerini gözlemlediğim için bu tiplere “kuş beyinli” demek istemem. Bu arada Türkiye’de de Partiler Yasasına uygun olarak kayıtlı tam 168 siyasi partinin mevcut olduğunu not edip, geçeyim.

İki partili aldatmaca

ABD’den biliyoruz: Ortada iki parti var. İkisini de destekleyen sermaye çevreleri var. Bu çevreler sabit de değil, Değişiyorlar ya da desteklediklerini değiştiriyorlar. Her seçim öncesi on milyonlarca dolar ve bir sürü boş laf fırtınası estiriliyor. Ve bu iki parti sırayla iktidarın dümenine geçiyorlar. İster güzel yüzlü bir çapkın olsun, ister yüz yıllardır ezilen siyah Afrikalılardan biri. Değişen hiçbir şey olmuyor. İçeride sömürü, ezilme, işsizlik, sigortasızlık, köprü altlarını dolduran milyon evsiz, dışarıda da emperyal talan, CIA destekli darbeler, içsavaşlar, Pentagon komutalı işgaller tam hız yola devam.

Almanya’daki 'iki partili sistem' gerçeği

Almanya’da da bu sistemin bir çeşitlemesini sürdürüp duruyorlar. Hiç kimse onca partinin varlığına aldanmasın. Ortada aslen değişmeyen, iki karakter atfedilmekte olan ve kökleri Weimar Cumhuriyeti’ne dek uzanmakta olan iki parti mevcut.

Bunlardan biri, “merkez sağ partiler” denen ve aslen merkezle ilgisi olmayıp, açıkça sağda duran Hıristiyan demokratlar (CDU) ve sadece Bavyera’da mevcut olan Hıristiyan sosyaller (CSU). Medyanın en temel temel görevi, “para işinden, yani ekonomiden asıl bu sağcıların anladığı ve ülke zora girdiğinde onu darboğazdan çıkaracak kadrolara sahip olduğu” safsatasını halkın kafasına yerleştirmektir. Geri kalan “liberal”, “serbest seçmenler”, “demokratlar” falan ve başkaca ıvır zıvır adlara kadar ortalıkta dolaşan ne kadar ufak tefek, döküntü parti varsa, tümü CDU-CSU çeperinde yer alır. Bu döküntüler parlamentoya giremeseler bile, asıl görevleri ülke çapında sağ görüşlerin yaygınlaşmasına katkı koymaktır. Kandırdıkları seçmenlerin çoğunluğunun sonuçta "aman boşa gitmesin" diye oyunu Hıristiyan partilere verdiği de malumdur.

Şu sıralarda sivrilmekte olan “Almanya için Seçenek” (AfD) adlı parti gibi, uzun yıllar içlerinde sakladıkları bazı kanatların arada bir bağımsızlaşması kimseyi şaşırtmamalı. Geçmişte de oldu böylesi kaymalar. Hepsi sonuçta aynı sermaye çevrelerine hizmette yarışmakta. Zaman içinde ya bu uçtakiler zamanla yok olur ve tekrar yuvalarına sığınırlar ya da bunları uca yaklaştırırlar. (En uç haline geldikleri de tarihe kaydedildi.) Ne olursa olsun, sonuçta sermayeye hizmet alanında tekleşirler.

Diğeri de “merkezin sağındaki sollar”, yani sosyal demokratlardır. Bunlara atfedilen karakter de, adı üstünde, “sosyal” oluşlarıdır. Halkın kafasına yerleşmesi istenen, “yapabildikleri en iyi işin muhalefet etmek olduğu”dur. Bu iddiaya göre, onların muhalefeti sayesinde sağcı partiler belli sınırlar içinde kalmaktadır. Aslına bakılırsa, bu sınırların sermaye çevrelerinin kabul edebileceği çizgiyi aşmaması gerektiği üzerine yazılı olmayan bir anlaşma mevcuttur. Bunların emekçilere karşı sağ partilerin cesaret edemeyeceği saldırıları gerçekleştirdikleri de sık rastlanan vakalardandır.

Bunların dışında ortalıkta dolaşan sol parti ve benzerleri “sollar”ın tümü işte bu partinin çeperini oluşturmaktadır. Bunlar, olsa olsa bir koalisyon söz konusu olduğunda, özellikle eyaletlerde sosyal demokratlara kan verecek, güç akıtacak pınar görevi yüklenmiş bulunmaktadırlar.

Siyaset çemberi işte bu iki kutup arasında dönüyor. Değişe değişe, dönem dönem iktidarı birbirlerinden devralıyorlar. (Yanlış kavramlardan kaçınalım: İktidar değişmiyor. O hep finans oligarşisinin elinde. Değişen, hükümeti onlar adına yönetmek üzere hükümeti kurup, görevi sırtlananlar.) Ayrıca, Almanya’da sermaye çevrelerinin iktidarı asla tek başına sosyal demokratlara bırakmadığı da unutulmamalı. Bugüne dek onların yanına muhakkak bir de doğrudan sermaye sözcüsü çengellemeyi ihmal etmediler.

Son 100 yılın en büyük siyasi dolandırıcılığı

Yavaş yavaş belirmekte olan soru işaretini görür gibiyim: Ya Yeşiller? Evet onlar! Şu müthiş siyaset dolandırıcıları! Sermayenin neoliberal ve militarist savaşçıları...

Geçen yüzyılın sonlarına doğru sırtlarında bir yeşil pelerinle fırladılar siyaset sahnesine. Sanki doğayı koruma misyonuyla doğmuşlardı. Aynı zamanda barış melekleriydiler. O yıllarda yükselmekte olan barış hareketinin içine balıklama daldılar. O hareketi yıllarca sırtında taşıyarak o günlere getiren komünistlerden rol çalmayı da başardılar. O yıllarda bazı komünistlerin ikazları para etmedi. “Doğa dostu ve barıştan yana”, yani “sol” imajını üstlerine başlarına iyice sıvadılar.

Ne var ki, Alman Demokratik Cumhuriyeti’ni yıkan karşıdevrimcilerin “90 İttifakı” ile birleştikten sonra ve ilk kez sosyal demokrat Gerhard Schröder hükümetine ortak olduklarında yüzlerindeki maske sıyrılmaya, yeşil pelerinleri iplik iplik dökülmeye başladı. Son olarak trafik lambası koalisyonuna geldiklerinde ise artık ne maske ne de pelerin kaldı. Yıllar önce ilk kez parlamentoya giderken giydikleri spor ayakkabıları mahmuzlu çizmelerle, bisikletlerini tanklarla, pankartlarındaki barış güvercinlerini de savaş çığlığı atan şahinlerle değiştirdiler.

Yeşiller artık sermayenin en modern partisi olarak tüm çıplaklıklarıyla karşımızda duruyorlar: Aşırı liberaldirler, ABD emperyalizminin aparatı ve savaş tutkunudurlar. Demek ki, onları da Hıristiyan sağcıların bir “fraksiyonu” olarak kayda geçirecek, başta saydığımız bloka dahil edeceğiz. Ve geçende dağılan koalisyon ve düşürülen federal hükümette ABD emperyalizminin ve uluslararası sermaye spekülatörlerinin baştemsilcisi olarak görev yaptıklarını kayda geçeceğiz.

İki karakteristik nokta daha

Tekrar edelim: Ha iki parti, ha iki yüz! Düzenin idaresi iki birbirinin benzeri arasında gidip gelmekte. Bu arada parlamentoları dolduranların başka benzerlikleri daha mevcut.

Birincisi, halkın oylarıyla gelip o koltuklara yerleştikten sonra hemen canla başla yapmaya başladıkları bir iş var: Lobi faaliyeti! Hemen hepsinin belli şirketlerle, sermaye gruplarıyla, çıkar çevreleriyle doğrudan ilişkisi vardır. Kendi lobi şirketi olmasa bile böylesi kurumlardan görev alırlar. Başardıkları iş oranında komisyonla beslendikleri arada bir kapıların altından sızıp kamunun kulağına geliyor. Bazılarının bir süre sonra parlamentodan ayrılıp kendi lobi şirketini kurduğu da bilinen bir gerçek. Nitekim geçenlerde bir kadın kabare artisti bu lobicileri saydıktan sonra, “Bizdeki demo-krasi değil, lobi-krasi!” deyken seyircileri kahkayı basıyordu. (Bence gülmek değil, dehşet içinde kalıp ayaklanmak gerekir.)

İkinci benzerliğe gelince, Hangi partiden oldukları pek fark etmiyor. Ve bu aslen dünya çapında bir karakteristik “değişim”: Bunlar arasında bizzat milyoner, milyarder olanların sayısı da hızla artıyor. Tekelci patronlar artık lobi çalışanlarına da itimat etmeyerek, bizzat direksiyona geçiyorlar.

Önümüzdeki seçimlerden sonra başbakan olacağına kesin gözüyle baktıkları sağcı da, “kara” sermaye şirketi “BlackRock”un temsilcisi ve orada milyonları olan bir zengin.

Ya komünistler?

Aslen onlar gerçek bir “üçüncü” parti olmalıydılar, ama şu sıralarda ortada görünmüyorlar. Sosyalist sistemin yıkılışı ardından uğradıkları sarsıntı ve özgüven kaybıyla hastalandılar. Asıl varlık nedenin olan görevi bir tarafa bırakırsan... Yani tavizsiz biçimde devrimi, sosyalizmi savunmazsan… O yıkılışa büyük savaştaki kısmi bir kayıp ve geçici geri çekilme olarak bakmazsan… Her şeye rağmen “Biz daha iyisini yapacağız!” deme kararlılığını göstermezsen… “Antitekel demokrasi” gibi zırvalarla megul olursan… İşte böyle olur! Profilini kaybeder, ufalanır gidersin. Geriye tozun, külün kalır.

Kül mü dedim? Eğer kül varsa, komünistlerin o küllerden tekrar doğması da mümkün değil, muhakkaktır!

SÖYLEŞİ | 'Avrupa’nın kaderini değiştiren devlet: Alman Demokratik Cumhuriyeti'
adc