Yeni "çözüm süreci" Lozan ve Cumhuriyet'le birlikte 1924 Anayasası'nı da tartışmaya açtı. Eski AYM raportörü Ali Rıza Aydın, 1924 Anayasası’nı yalnızca hukuki değil, sınıfsal ve tarihsel bir çerçeveden değerlendirdi.
Özkan Öztaş
AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana her dönemde tartışılan anayasa değişikliği, PKK’nin fesih ve silah bırakma kararı aldığı 12. Kongresi’nin ardından bir kez daha gündemde.
Kürt sorununun Lozan’la başlayan ve 1924 Anayasası’yla kurumsallaşan bir inkar politikasına dayandığını ifade eden PKK, AKP’nin son yıllarda sıkça referans verdiği 1921 Anayasası’nı dolaylı olarak olumluyor. Yeni "çözüm süreci"yle birlikte alevlenen bu tartışmalar, iktidara anayasa mühendisliği için yeni bir zemin sunarken, cumhuriyetin temel yapısına yönelik müdahaleleri de beraberinde getiriyor.
Sorularımızı yanıtlayan Anayasa Mahkemesi eski raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın, anayasanın tarihsel zemini üzerine önemli değerlendirmelerde bulundu.
Aydın, cumhuriyetin kurucu metninin bir yandan ilerici devrim yasalarına, diğer yandan gerici ve piyasacı yönelimlere aynı anda zemin sunduğunu vurgularken; bugünkü anayasa tartışmalarının yüz yılı aşkın bir ekonomi politik sürecin ürünü olduğuna dikkat çekiyor. Toplumsal bir anayasa hedefinin, bu tarihsel çelişkilerin kavranmasıyla mümkün olabileceğini söylüyor.
1924 Anayasası nasıl bir dönemin ürünüdür?
Kurtuluş Savaşı, saltanatın kaldırılması, Lozan Antlaşması ve Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra, 20 Nisan 1924’te kabul edilip 24 Mayıs 1924’te Resmî Gazete’de yayımlanan 1924 Anayasası, ulusal kuruluşun temel belgesi olarak tanımlanır. Bu anayasayla birlikte 1876 tarihli Kanun-i Esasi ve 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır.
Siyasal ve yönetsel yapısıyla, cumhuriyetin nitelikleriyle ve ulus-devlet inşasıyla birlikte uzun ve sancılı bir döneme eşlik eden 1924 Anayasası’nın, 1960’a kadar birçok çelişkiye kaynaklık ettiğini belirten Ali Rıza Aydın, anayasanın ilk on yılına damgasını vuran “inkılap kanunları”nın bugün de anayasal koruma altında olduğuna dikkat çekiyor.
Bu dönemde Anayasa’da yer alan “İslam” ibaresi haklı bir tartışmayı beraberinde getirmiyor mu?
Evet, bu ifade döneminin tartışmalı yönlerinden biridir. 1924 Anayasası’nda, 1928 yılına kadar “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” ibaresi yer aldı. Oysa Cumhuriyet’in laiklik ilkesini esas aldığı açıktı. Laiklik, Cumhuriyet’in temel nitelikleri olan milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilikle birlikte 1937 yılında anayasaya dahil edildi. Bu durum, 1924 Anayasası’nın ilerlemecilikle birlikte laiklikten ödün veren, aydınlanmacılıkla birlikte gericiliği de barındıran bir karakter taşıdığını gösteriyor.
Bu anayasa döneminin Türkiye siyaset tarihi açısından da uzun bir dönemi kapsadığını söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle. Tek parti dönemi ile çok partili hayatın başlangıcı aynı anayasa dönemine denk gelir. 1945’te bir yasa ile “mana ve kavramda değişiklik yapılmaksızın” dili Türkçeleştirilen anayasa, 1952’de başka bir yasayla tekrar Osmanlıca diline döndürülmüştür. Bu tür uygulamalar, anayasanın şekilsel olarak nasıl kullanıldığını gösteren örneklerdir.

Anayasaya nasıl bir perspektiften bakmalıyız?
Ali Rıza Aydın, 1924 Anayasası’na yalnızca metin düzeyinden değil, ekonomi politiği açısından da bakmak gerektiğini ifade ediyor. Bu yaklaşımın, anayasanın sınıfsal karakterini ve yapısal niteliğini ortaya koyacağını söyleyen Aydın, devlet, siyaset, hukuk, din gibi üstyapı kurumlarının TBMM aracılığıyla halk adına nasıl işletildiğinin; cumhuriyetin nitelikleriyle, toplumsal ilişkilerle ve uluslararası bağlamla incelendiğinde anlaşılabileceğini söylüyor.
Anayasa hem ilerici hem gerici eğilimleri bir arada barındırıyor diyebilir miyiz?
Evet. 1924 Anayasası döneminde ilerici, halkçı, devletçi ve devrimci eğilimlerle birlikte faşizan yönelimler, piyasacı politikalar ve emperyalizmle bütünleşme çabaları da aynı anda yaşandı. Anayasayla özdeşleşen devrim yasalarına rağmen laikliğin adım adım aşındırılması, Türk-İslam sentezinin güç kazanması bu döneme aittir. Aynı dönemde, 20. yüzyılın ilk çeyreğinin ekonomi politiği, burjuvazinin güçlenmesi ve kamucu kalkınma çabaları bir arada yürütülmüştür.
1924 Anayasası, kamuculuk ve özel girişimciliği, aydınlanmacılık ve gericiliği, kuvvetler ayrılığı olmaksızın “meclis hükümeti” rejimiyle bir arada yaşatmanın aracına dönüşmüştür. Yurttaşlığı esas alsa da bireyci yapısıyla sosyal hakların yer almadığı bir anayasa olmuştur. Bu durum liberalizmin, emperyalizmle işbirliğinin, IMF ve NATO üyeliklerinin, feodal güçlerin egemenliğinin, rant zenginliklerinin ve dinsel örgütlenmenin önünü açmıştır.
1937 değişikliklerinin uzun ömürlü olamamasının, toprak reformunun hayata geçirilememesinin nedeni de bu ekonomi politik çelişkilerdedir. 1946 sonrası çok partili rejimin “demokratikleşme” olarak sunulması da bu ekonomi politiğin vitrin düzenlemesidir.
Cumhuriyet’in kuruluşundaki anti-emperyalist çizgiyle sonrasındaki gelişmeler arasında anayasal bir kopuş yaşandığını söylenebilir mi bu durumda?
Cumhuriyet emperyalizme karşı mücadeleyle kurulmuş olsa da, burjuva karakteri nedeniyle zamanla kapitalizmin ve emperyalizmin etkisi altına girmiştir. Sermaye sınıfının egemenliğindeki ve dinsellikle bütünleşen bu yapı, etnik fark gözetmeden tüm emekçilerin sömürülmesini esas almış, halk egemenliğine dayalı olması gereken cumhuriyeti karşıt bir içerikle şekillendirmiştir.
1950’li yılların ikinci yarısından itibaren başlayan tıkanma, önce 1961 Anayasası ile “yeniden uyum” süreciyle aşılmak istendi. Ancak yirmi yıl sonra, 1982 Anayasası ile sermayenin karşı saldırısı, bir askeri darbe ile kurumsallaştırıldı. Bu iki anayasa döneminin zemini, 1924 Anayasası tarafından hazırlanmıştır. Bu nedenle bugün anayasa tartışmalarında herhangi bir metne sabitlenmek yerine, yüz yılı aşan bu tarihsel süreci ekonomi politik ve sınıfsal bir analizle değerlendirmek gerekir.
Son söz olarak şunu diyebilirim. Demokrasi illüzyonuna kapılmadan, halkın cumhuriyeti ve toplumsal bir anayasa hedefi, ancak bu tarihsel gerçekliğin kavranmasıyla mümkün olabilir.
PKK: Bir dönemin sonu, yeni bir başlangıç | ![]() |