Faşistten demokrat yaratmak

Şevket Demirel’in Isparta’da kardeşi Süleyman Demirel için yaptırdığı “Demokrasi” müzesi’ nden hareketle “darbe vurgunu”, Demirel’in “demokrat” lığı koro halinde övüldü. Siyasal yaşamı ise “Demokrasiyi yerleştirmeye çalışan bir insanın inatlaşması” olarak tanımlandı. Eski cumhurbaşkanının – darbe dönemleri ve CHP’nin hükümet kurduğu birkaç yıl dışında - iktidar olduğu 1965 - 1980 yılları arasında ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist ve komünistlere yapılan baskılar, haksızlıklar, yasa dışı uygulamalar, işlenen cinayetler, katliamlar gözümün önüne geldi yazılanları okuduğumda. Bu durumda, baş sorumlu için inşa edilen “Demokrasi Müzesi” Isparta’da durdukça konu güncelliğini hiç yitirmeyecek.  

Herkesin daha çok “üs yok tesis var”, “bize plân değil pilav lâzım” sözleriyle tanıdığı, 90’nına merdiven dayamış, sağın ve sermayenin has adamı, Amerikan Morrison şirketinin Türkiye temsilcisi Süleyman Demirel gerçekten bir demokrasi kahramanı mıdır? Bu sorunun yanıtı, özellikle, 12 Mart ve 12 Eylül askeri cunta dönemlerinin öncesi ve sonrasını yaşamamış olan Haziran gençliği açısından önem taşımakta.

Söz konusu yıllarda yaşanan birkaç olaya ve Demirel’in tepkilerine kısaca göz atalım.

12 Mart öncesi…

10 Ekim 1965’de yapılan genel seçimlerden Demirel’in Adalet Partisi (AP) zaferle çıkar. Hükümet kurulduktan kısa bir süre sonra, sırtını sağ iktidara dayayan Komünizmle Mücadele Dernekleri, Ülkü Ocakları üyeleri, Alparslan Türkeş’in komando kamplarında yetiştirdiği “Komando” lar ve AP Gençlik kolları üyeleri, üniversite kantinlerini, yurtları satırlarla basar, devrimci üniversite öğrencilerini yaralar ve katlederler. Bu saldırılar, özellikle İstanbul ve İzmir’e gelen Amerikan 6. Filosuna karşı yapılan protesto eylemlerinde sırasında artar. Vedat Demircioğlu, gece öğrenciler uyurken İTÜ yurdunu basan polisler tarafından pencereden atılarak öldürülür. Battal Mehetoğlu, Nail Karaçam, İlker Mansuroğlu, Mehmet Cantekin, Niyazi Tekin, Necdet Bulut, Necdet Güçlü, Mehmet Büyüksevinç, Hüseyin Aslantaş ve daha birçok devrimci genç bu sağcı milislerce katledilirler. İzmir Yapı İş sendikası başkanı Necmettin Giritlioğlu’nu faşistler öldürürler. Şerif Aygün ve Hüseyin Çapkan adlı işçiler fabrika kapısında kurşunlanırlar. Ve daha niceleri…

Demirel iktidarında, polis de bu sağcı çetelerle birlikte hareket eder. Daha da ötesi, cinayetlere ortak olur. İlk kayıplarımızdan Taylan Özgür bir sivil polis tarafından kurşunlanarak hayatını kaybeder. Koray Doğan evine giderken polis tarafından arkadan vurularak öldürülür. 6. Filo’nun İstanbul’a gelişinin protesto edildiği, tarihimize ‘Kanlı Pazar’ olarak geçen olayda,  M. Ali Aytaç ve Duran Erdoğan adlı işçiler sivil polislerce bıçaklanarak katledilirler. Dahası, olayların ardından çekilen ve katillerin kimliklerinin çok belirgin olduğu ‘Kanlı Pazar’ filmi, “Milli Güvenlik” gerekçesiyle Demirel tarafından yasaklanır.

Anadolu’da da durum vahimdir. Sosyalist parti TİP’in ve ilerici öğretmen konfederasyonu TÖS’ün üyelerine, yöneticilerine ve binalarına kanlı saldırılar düzenlenir. Dövülerek öldürülen öğretmen Hasan Şimşek ve kafasına kurşun sıkılmış halde ölü bulunan TİP Sıvas Yıldızeli sekreteri Ali Uluğ sadece iki örnektir. 9 Temmuz 1969’da Kayseri’de kongre yapmak isteyen TÖS’ lülerin toplandığı sinema binası teşbih çekerek tekbir getiren takkeli ve çember sakallı gençlerce ateşe verilir. TİP İl başkanlığı basılır ve Yeni Konya gazetesi yakılır. Kadınlar sokaklarda çırılçıplak soyulur.

Konuya ilişkin düşüncesi sorulan Demirel, “Silah çekenle tesbih çeken bir olur mu? DGM kanunu çıkarılacak, komünizmin karşısında bütün Türk milliyetçilerinin yer aldığı bir daha görülecektir” der.

Dönemin başbakanının sağcı milislere duyduğu sevda tükenmek bilmez.  Uğur Mumcu, 21 Ekim 1974 tarihli “Düşman çiçek göndermez” başlıklı yazısında, o tarihlerde yapılan bir AP kongresinde, Türkeş’in komandolarının kongreye üç hilalli bir çelenk getirdiklerini, kürsüde konuşmakta olan Demirel’in “Çelenk getiren arkadaşların ellerini sıkmak istiyorum” diyerek kürsüden indiğini ve komandoları yanaklarından öptüğünü anlatır.

Bir gazetecinin komandolar tarafından işlenen cinayetlere ilişkin sorusunu ise Demirel şöyle yanıtlar;

“Milliyetçi gençlerin, Türk milliyetçiliği ülküsü etrafında toplanmış gençlerin Türkiye’ye zarar vermesi mümkün değildir.  Milliyetçi olmayacaksınız da ne olacaksınız? Komünist olduğunuz, solcu olduğunuz zaman kusur sayılmayacak da milliyetçi olduğunuz zaman mı kusur sayılacak? … Milliyetçi gençlere daima muhabbet ve takdir ile bakmışımdır… Ülkücülere yapılan hücumlar fevkalâde haksızdır..”

12 Mart’ın öngününde, Süleyman Demirel, “Anayasa nizamına karşı işlenen fiillerin önlenmesi hakkında kanun tasarısı” nı TBMM’ye getirir. Tasarıyı değerlendiren Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Komisyonu üyeleri, verdikleri raporda, tasarının düşünce özgürlüğüne, hukukun temel ilkelerine tamamen aykırı olduğunu ve gerçekleşmesi halinde uygulayıcısının elinde çok tehlikeli bir silah olacağını ve “demokrasimizin tekrar geri gelmeyeceği bir yere doğru” götürüleceğini vurgularlar. Tasarıyla getirilmek istenen düzen, aslında kısa bir süre sonra yaşanacak olan 12 Mart askeri darbe düzeni “hukuku” nun ta kendisidir. Bir başka ifadeyle, Demirel, 12 Mart gelmeden 12 Mart’ın hukuksal alt yapısını döşeyen bir “demokrat” tır.

AP iktidarında sol eğilimli AKŞAM gazetesine yazı yazmak bile büyük bir kahramanlıktır. İstanbul savcı yardımcısı Mehmet Feyyat, Ankara savcı yardımcısı Vasıf Ersoy ve birçok öğretmen ve yargı görevlisi bu “cesaret”i gösterdikleri için ilçeden ilçeye sürülürler.

61 Anayasası’ndan sürekli olarak yakınan Demirel’e göre Anayasa sosyalizme kapalıdır. Anayasanın emekçilerden yana olduğu yolundaki görüşlere karşı,  “Bu Anayasa dönüşümcü imiş, Anayasa fukaradan yanaymış, peki onların dışında olanlar ne olacak, onlar vatandaş değil mi?” diye sorar. Kastı, halkı soyup soğana çeviren sermaye sınıflarıdır.

Bu görüşlerden beslenen AP’ milletvekilleri, 1965 seçimlerinde TBMM’ye girmeyi başaran sosyalist parti TİP’in – aralarında 80 yaşına yakın Cemal Hakkı Selek’in de bulunduğu - milletvekillerini Parlamento’da döverler. Yunus Koçak ve Çetin Altan ağır yaralanırlar.

Türkiye’ deki öğretmenlerin büyük çoğunluğunu örgütlemeyi başarmış iki federasyon TÖS ve İLK SEN, ekonomik sıkıntılarını ve uğradıkları baskıları kamuoyuyla paylaşmak amacıyla 15.1.1970’de dört günlük bir öğretmen boykotu yaparlar. Ama iktidar partisi AP ve Başbakan Demirel’ e göre “…öğretmenler boykotu gayri meşru, gayri kanuni bir grev” dir.... Ve “Zaten yapmaya hakları olan bir şey” değildir. Kendisiyle konuya ilişkin röportaj yapan Abdi İpekçi’nin sorusunu yanıtlayan Demirel’e göre, konfederasyonların müzakere etmek istedikleri 8 önlemin 7si tartışma dışıdır.

“Seçilip geleceksiniz millet tarafından....sonra muayyen teşekküller gelecek onlarla yetkiyi taksim edeceksiniz. Bu mümkün değildir. Hiç kimse bu şekilde memleketi idare edemez.... Ondan sonra geleceğim seçilip geleceğim,  [koyduğum] eğitim politikasını TÖS ve PER SEN ile yeni baştan revize edip onların istediği şekilde bir eğitim politikası takip edeceğim. Eğitim düzeni şöyle olmalıymış, ondan sonra sendikal haklar tanınmalıymış... MEB bu kuruluşlarla münasebetlerini tanzim etmeliymiş... Bu mümkün değil...”

Boykot sonrası öğretmenlere büyük bir baskı uygulanır. Haklarında açılan davaların yanı sıra ülkenin dört bir yanına sürülürler. Danıştay’ın uygulamayı durdurma kararları uygulanmaz. Bu konudaki eleştirileri Demirel şöyle yanıtlar;

“... bir taraftan dersiniz ki, iş yaptın, iş yapmadın, zayıftın, kuvvetliydin; öbür taraftan da dersiniz ki, “devlet memurlarına dokunamazsınız”. Bu kabili telif değildir... bu dünyanın hiç bir yerinde görülmüş şey değil. Ben demiştim ki “makam teminatı yoktur Türkiye’de… Evet, makam teminatı yoktur”. Başbakan Süleyman Demirel hakkında, “Danıştay kararlarını uygulamama haksızlığı” ndan ötürü adlî mahkemelerce hüküm verilir ama sonuç değişmez.

TBMM’de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam cezalarının onaylanması,  esas olarak, çoğunluğu oluşturan Süleyman Demirel başkanlığındaki AP’nin oylarıyla gerçekleşir.

Demirel bununla da yetinmez. 12 Martın İzmir Sıkıyönetim komutanı olan ve mahkeme kararlarını beklemeksizin, yayınladığı bildirideki ‘infazların yaklaştığı bugünlerde…’ ibaresiyle yargıyı idam emri vermeye zorlayan - Cemal Süer’i, İstanbul’un işkence karargâhlarının yöneticisi olan sıkıyönetim komutanı Faik Türün’ü, Denizlerin idam kararını veren Ankara 1. Nolu Sıkıyönetim mahkemesinin başkanı Ali Elverdi’yi AP üyesi yapar.  Kendisini eleştirenlere ise  “Faik Türün’ü zalim, Ali Elverdi’yi faşist ilan derseniz, ülkenin hizmetlerini kime gördüreceksiniz?” diye çıkışır. 1990’lardan sonra kurduğu Doğru Yol Partisi (DYP)’ne ise Denizlerin davasının militan savcı yardımcısı Baki Tuğ’ un üye olduğu görülür. Demirel, Ali Elverdi ve Baki Tuğ’ u milletvekili yapar.

12 Eylül öncesi dönemi anlatmaya gerek var mı bilmiyorum ama “bizim oğlanlar” ın da desteğiyle 12 Mart’ta örgütlenmiş sağ milislerin ülkeyi kana boyadığı yıllar boyunca, içinde Türkeş’in partisinin de olduğu üç MC iktidarlarında başbakanlık yapan Süleyman Demirel’dir. Darbeden üç yıl önce “faşizmi lanetlemek hayalet taşlamaktır…” diyen ve yine aynı dönemde “Türkiye’de faşist yoktur ama devlet yıkmak isteyen bir sürü komünist vardır”, “Bana sağcılar ve milliyetçiler adam cinayet işliyor dedirtemezsiniz” sözlerini söyleyen de… Aynı günlerde, Çorum’da elliden fazla insan katledilmiş iken, halk tarafından seçilen devrimci belediye başkanı Fikri Sönmez’in başında bulunduğu Fatsa’yı “Çorum’u bırak, Fatsa’ya bak” diyerek işaret eden Demirel’in bu açıklamasının hemen ardından ilçeye “nokta operasyonu düzenlediğini, vali Reşat Akkaya’nın yönetiminde, askerle birlikte MC iktidarı koalisyonundaki para militer çetelerin halka saldırdıklarını ve belediye başkanı dahil yüzlerce kişinin gözaltına alınarak işkence gördüğünü de anımsamadan geçmeyelim. Ve toplumsal baskının etkisiyle bir kontrgerilla araştırması yapmak isteyen Ecevit’i durduranın Demirel olduğunu da…

Bunlardan sonra, imam hatip okulu öğrencilerinin yükseköğrenime devam edebilmelerini sağlayanın Demirel olduğunu, iktidarı döneminde binlerce izinsiz kuran kursu açıldığın, petrolün millileştirilmesine engel olduğunu, kardeşlerine usulsüz kredi dağıtarak görevini kötüye kullandığını, Amerikan Morrison şirketi temsilcisi olarak ulusal çıkarlar karşısında şirket çıkarlarını savunduğunu, mason olmadığına dair sahte bir belgenin kullanılmasıyla AP genel başkanı seçildiğini yazmaya gerek var mı bilemiyorum.

Bütün bunlar insana R.T. Erdoğan’ı çağrıştırıyor ve insan Demirel’den bir RTE çıkmaz mıydı diye düşünmeden edemiyor. Ama insanların tarihi ancak içinde bulundukları koşullarda yaptıklarını hatırlayacak olursak, 1970’li yılların iç ve dış koşullarının – Demirel’in isteklerinin ötesinde - bunu olanaksız kıldığını söylemek mümkün.    

 “Demokrasi Müzesi” nin açılışında iktidar ve “muhalefet” milletvekillerinin yanı sıra eski ANAP, SP, DYP ve AP’ lilerin de bulunması anlamlıydı çünkü Türkiye sermaye sınıfları, eski/yeni farklı siyasi partilerdeki temsilcileri aracılığıyla, çıkarlarını uzun yıllar en iyi biçimde temsil eden Demirel’e vefa borçlarını ödemekteydiler.

Acı ve düşündürücü olan, Süleyman Demirel’in  “demokrat” lığının kanıtı olarak takdim edilen bu müze haberinin bazı “sol” siyasal oluşumlar ve yayın organlarınca benimsenmesi.

Kurtuluşumuzu emek eksenli, neo liberalizme karşı, antifaşist, aydınlanmacı, laik, kamucu birleşik bir harekette aramak yerine faşistlerden demokrat yaratarak onlarla omuz omuza yürüme çabasının bize ne kazandıracağı sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum doğrusu.