Türkiye ekonomisi: 2012’den geriye bakışlar

Korkut Boratav'ın “Türkiye ekonomisi: 2012'den geriye bakışlar” başlıklı yazısı 05 Şubat 2013 Salı tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Gerçek iktisat politikalarını ise, Merkez Bankası ve Ali Babacan takımı oluşturmaktadır. Temel hedef, artık, enflasyon değil, “finansal istikrar”dır.

Önümüzdeki haftalarda, 2012’nin istatistikleri peyderpey yayımlanacak. Bunları tartışıp değerlendireceğiz. Ancak, arada bir sayılarla fazla cebelleşmeden, ekonominin genel görünüşü üzerinde bir gezinti yapmak yararlı oluyor. Bugün de, 2012’den geriye göz atarak Türkiye ekonomisine kuşbakışı bakmak istiyorum.

(1) Yeni yüzyıla krizle girildi on yılın sonunda durgunlaşma...

Türkiye ekonomisi yeni yüzyıla bir krizle girdi. Bunalımın dip noktasında, 2002 sonunda, AKP seçimleri kazandı. On yıllık kesintisiz iktidarının Türkiye’ye getirdiği ortalama büyüme hızı yüzde 4,6’dır. İktidar, önümüzdeki yıllarda da “geçmişin tekrarı ile yetineceğini” belgelemiştir. Ekonominin büyüme potansiyeli neo-liberal dönemde aşağı çekilmiş ve bu durum AKP’li yıllarda değişmemiştir.

Ana nedeni sermaye birikiminin zayıflığıdır. Milli gelirden sermaye birikimine ayrılan pay, hâlâ 1998’in altındadır. Dahası, bu “orta halli” büyüme, inişli-çıkışlı bir patika izleyerek gerçekleşmiştir. 2008-2009’daki uluslararası krizden en ağır etkilenen çevre ekonomilerinden biri Türkiye olmuştur. Sonraki iki yıllık hızlı canlanmayı 2012’nin durgunlaşması izlemiştir.

(2) Dış bağımlılık artmıştır istikrarsızlık, kırılganlık getirmektedir.

Büyüme süreci büyük ölçüde dış kaynak hareketlerine bağlandığı için ağır-aksaktır istikrarsızdır. Cari işlem açığı dört nala ve durmadan artmaktadır. Bu açık, ekonominin küçüldüğü yıllarda dahi ortadan kalkmamaktadır.

Yabancı sermaye girişlerinin içinde sıcak, spekülatif ve kayıt-dışı öğeler büyük önem taşımaktadır. Bu hareketlerin durgunlaşması, çıkışa dönüşmesi, ekonomik ve finansal krize yol açabilmektedir. Çalkantılar içindeki emperyalist sistemin en istikrarsız öğesi olan finans kapitale artan bağımlılık, ekonomiyi dış şoklara karşı aşırı kırılgan hale getirmiştir.

(3) İktisat politikaları sadece kısa vadeye odaklanmıştır.

Ekonomi yönetimi bu kırılganlığın farkındadır. İktisat politikaları da dıştan gelen çalkantıları hafif geçiştirmenin yöntemleri üzerinde odaklaşmakta kısa dönem içinde tutsak kalmaktadır.

Haksızlık mı yapıyorum? Başbakan’ın “çılgın projeleri”, büyük enerji, altyapı, ulaşım yatırımları da mı kısa vadeli? Ne var ki bunlar, stratejik, bütüncül bir perspektifin, hatta bir makro-ekonomik politikanın öğeleri değildir. Perakende, çoğu kez bireysel kararlardır.

Gerçek iktisat politikalarını ise, Merkez Bankası ve Ali Babacan takımı oluşturmaktadır. Temel hedef, artık, enflasyon değil, “finansal istikrar”dır. Dışsal risklerin ilk yansıma alanı olan döviz piyasaları önceliklidir. Bankaların döviz varlıklarını ve vatandaşın kasalarındaki altını Merkez Bankası’nın brüt rezervlerine taşımak gibi “özgün” yöntemler, medyatik iktisatçıları hayran bırakmaktadır.

Peki, ekonominin uzun vadeli, yapısal sorunları? Örneğin, cari işlem açığının yapısal boyutuna göz atalım: Sanayi üretiminin artan ithalat bağımlılığı, dış açıkları yaratan temel bir etken olarak biliniyor. Çözüm yolları? İthal ikamesi perspektifini, sektörel önceliklere dayalı teşvik sistemi ile yatırım planlamasını, Türkiye aleyhine asimetrik yükümlülükler getiren Gümrük Birliği’ni gündeme getirmeden nereye gidebilirsiniz?

Makro-ekonomik politikalara da göz atalım: Sermaye birikim oranı zaman içinde aşınırken, ulusal tasarrufların daha da hızlı bir tempoyla düştüğü biliniyor. Sonuç, durgunlaşmaya rağmen cari işlem açığının artması ve özel tüketimi kamçılayan sıcak para girişleri ve dış borçlanma… Büyüme hedefi, sermaye birikimi, iç ve dış tasarruf öğelerini birlikte dikkate alan bir büyüme-planlama modeline başvurmadan bu çarpıklığı nasıl aşabilirsiniz?

Ne var ki, bu stratejik, yapısal, dinamik perspektiflere neo-liberal bir dünyada yer yoktur. Çaresizlik içinde “finansal istikrar” arayıp duran merkez bankalarının dünyasında yaşıyoruz.

(4) Sermaye altın çağını yaşadığı için her şeyi sineye çekmektedir.

Türkiye burjuvazisinin birinci altın çağı, 12 Eylül-Turgut Özal döneminde yaşandı. AKP’li yıllar da sermayenin ikinci altın çağıdır.

Niçin “sermayenin altın çağları”? Bir kere tek parti yönetimleri sayesinde halk sınıflarını gözeten “popülizm saçmalığına” son verilmiştir. İkincisi, sermayenin genel, ortak çıkarlarını gözeten neo-liberal politikalar ödünsüz uygulanmıştır. Ve en önemlisi (bunların da sayesinde) emek disiplin altına alınmıştır. AKP’nin on yılı sonunda köylülüğün kaderi büyük ölçüde “serbest” piyasaya teslim edilmiş taşeronlaşmanın da katkısıyla işgücü piyasaları fiilen esnekleşmiştir. Siyasi İslam’ın ideolojik ve politik hegemonyası altındaki emekçiler için sendikalaşma tarihe karışmaktadır.

Sermayeye bu nimetleri armağan eden iktidar, rant ve nimet dağıttığında kimlerin kayırılacağını, kimlerin dışlanacağını da belirliyor. Niye itiraz etsinler? Azgelişmiş kapitalizmin hayat tarzı budur.